Saçların kısacık
Ellerin yumuk yumuk
Gözlerin, kocaman çocuk gözlerin
Bir sağanak gibi yağıyordu hayat
Kalabalıklar içinde zavallı çocuklardık
Keşke doysaydık annemizin bir tas sıcak çorbasıyla
O zaman dağılmazdı belki kehribar tesbih
Ve yıkanınca çıkardı sokaktaki çamur
Çocukluk ellerimizden
Sokak kapısı bir gün mutlaka kırılacaktı. Biri oğlan diğeri kız iki çocuğun büyütüldüğü ev bir gün sokağa dökecekti içini. Ne zaman baba biraz geç gelse eve bir huzursuzluk da birikirdi. Dört gözle beklenirdi baba. Ellerinde mutlaka bir miktar meyve ve şekerleme olurdu.
...
Sonra puslu bir kasım sabahı anne öldü. Kaç zamandır içini kemiren sinsi ur annenin önce bütün doğurganlığını sonra da bedenini eritmişti. Ev uzunca bir süre hastalık, ölüm ve anne kokmaya devam etmişti fakat bir daha asla bergamotlu çay ve kızarmış ekmek kokusu olmadı. Baba elleri böğründe, dağılmış bir yüzle döndü hastaneden. yüzündeki yorgun ve soluk sima hiçbir şeyi tek başına anlatmaya yetmiyordu. Artık daha fazla yürümek için hiçbir sebebe sahip olmadığı bir yol ayrımında bekliyordu.
Tam da oraya karısının yanıbaşına gömülmeyi çok istedi fakat yazı böyle yazılmamış ki, yaşamaya devam etti. Oğlan kendini ipsiz bir uçurtma gibi hissetti. Nereye isterse uçabilirdi belki, fakat dönecek bir yeri yoktu. İşte o günlerde evin artık bir yuva olmadığı fikri oluştu çocuğun kafasında. Sokaklar daha ilgi çekici ve vaatkârdı. Küçük kız ise sanki karanlık bir ormanda kaybolmuş gibiydi. Hiçbir anlam veremiyordu tüm bu yaşananlara. Rahim kanseri ne demekti, bütün bu kalabalıklar ne için doluşuyordu evin odalarına önceleri bir oyun gibiydi her şey, sonra da cevapsız sorularına bir de ölümü ekledi.
Anne bir yerlere gitmişti. İki şeyden ürperirdi küçük kız. Babası mavi plastik toplarını evin yan tarafındaki boş arsada gökyüzüne doğru tekmelediğinde topun bir daha gelmemesinden çok korkardı. Bir de televizyonda gördüğü gemileri yutan dalgalardan. Uçsuz bucaksız okyanusun derinliklerinde kaybolan, gecenin ve derin suların karanlığında yok olan gemiler ve insancıklar. Annesi neredeydi? Ona annenin cennet diye bir yere gittiği ve bir süre kendisini oradan seyredeceği her nezaman ona ihtiyaç duyarsa onun düşünmesinin yanında olması için yeterli olduğunu söylediler. Denedi, hafif altını ıslattığında, sokak arkadaşları saçını çektiğinde, canı üzümlü kek istediğinde, hep düşündü annesini, ama çamaşırlarını kendisi değiştirdi, abisi canına okudu canını yakanların ve bakkaldan kek gibi kokmayan hazır keklerden alındı annesinin mis gibi kokan kekleri yerine. Küçük kız büyüdükçe daha çok düşünür oldu tüm bu hikâyelerin yavanlığını ve kendisi de hikâyeler anlatmayı tercih etti. Kafasında yazdığı, yaşadığı ve insanlara anlattığı hikâyeler. Annenin ölümünden yanık yağ kokularının kapladığı mutfakta kavrulan helvalar kaldı, bir de o zamanlar hayatı da anlatılan bir hikâye gibi gerçek denilen şey ile bağını kopartarak yaşamaya başladı. Anne biraz da gerçeğe kurulan köprü demekti küçük kızın dünyasında. O yoksa gidip de dönmeyebilirdi kendi kayıp ülkesinden. Zihni paramparçaydı yamalı bir bohça gibi.
Sonra vicdan kabuk bağlamış bir yaraydı. Kimseler sabahın olmasını istemiyordu. Bütün rezilliği hayatın, gecenin katran karasıyla örtülmüştü. Bir çığlık örtbas edilmiş, kalın yastıklarla boğulmuştu. Sus pus olmuştu bütün sesliler. Öteye açılan ne bir gemi ne de azığı olan bir yolcu vardı. Söz yerini paslı bir gıcırtıya bırakmıştı. Böyleydi annesiz olmak. Anne çocukların içinde bir ılık vicdandı çünkü. Şimdi ise kabuk bağlayacaktı kanayan vicdan. Ya katılaşacaktı çocuk kalpleri erkenden, ya da küseceklerdi kendi zamanlarına. Küçük kız erkenden terk etti çocuk olmayı. Elde avuçta ne varsa terk edip yaşamaya çıktı bir akşam üstü. Bir daha dönmedi. Sanki bir testi kırıldı. Gülücükler saçıldı etrafa. Bir otobüsün farları ezilmiş bir çocuk gülüşünü aydınlattı o akşam.
Büyüdükçe karamsar oldu oğlan çocuk. Değmezdi hiç bir şey hayatta yol almaya. Lezzeti yoktu hiç bir meyvanın. Mademki bunca olan biten hep bir bulantıyla buluşuyor o hâlde neydi ki küçük de olsa bir anlam veren yaşamaya. Kendini adeta bir uçuruma bırakmış ve sürekli düşüyormuş gibi yaşayan babası mı...
Baba kendi başına var olabilen müstakil bir ada. Anneydi ancak onunla tamamlanabileceği. Annenin ölümünün ardından bir daha rüya görmedi çocuk hayal kurmayı ise terk etti. Kendini gerçeğin çelikten mahpesine kapattı. Buydu büyük kapatılma. Artık kim verebilirdi ki ona özgürlüğü. Kendi tırnaklarıyla duvarlara kazıdığı şiirleri alabildiğine yavan, bütün sözleri eksik buluyordu. Sanki bütün şarkıların bir melodisi kayıptı. O yüzden bu kadar uyumsuzdu yaşamak. Her şeyin tek bir şeye bağlandığı bir dünya olsaydı keşke. Darmadağınık olmasaydı evin içi. Annenin merhametiyle örtülseydi bütün odalar, sıcacık bir buğu tütseydi kış aylarında ocağın üstünden. Fakat ne varki bir karmaşaydı her şey. Evin içi, odası ve tabii kafası da öyle. Bir çıkış yoktu. Açık bir kapı. Belki Allah acırdı hâline de ona yeniden merhametini yollardı bir kulunun ellerinde. Fakat tanrısal bir lütuf için fazlasıyla günaha gömülmüştü elleri. Kendi zamanının bütün hastalıklarıyla malüldü çocuk. Bir kere inanmayacak kadar çok şey görmüştü kelimelerin ahengine. Basılı kağıtlar selüloz yığınlarından bıkmıştı, renkli ekranlar karşısında boş gözlerle uyuya kaldığından hiçbir şey ona tesir edemezdi.
Böylece büyüdü çocuk annesiz, merhametsiz ve de bir yuvaya kavuşamadan. Tek çaresi beklemekti. Belki bir gün bulabilirdi dağılan tespihin imamesini sonra sağlam bir iple bağlardı kendini de ve de tek tek bularak işlerdi eksik tanelerini ruhunun....