Menu
BAHAR ve DİLEKÇE
Öykü • BAHAR ve DİLEKÇE

BAHAR ve DİLEKÇE

“Sayın Müdür bey,

okulumuzun çevre düzenlemesi için özen gösteriyoruz, okulumuzun bir yanı mezarlık bir yanı mermerciler atölyesi bir yanı da demir yolu geçidinden oluştuğu için bizim açımızdan görsellik çok önemli. Uzun lafın kısası okulumuzun bahçesini güllerle, menekşelerle, çiçeklerle donatmanızı istiyoruz. Gereğini size arz ediyorum.

Ek: 100 adet gülfidanı

100 adet menekşe

2 adet çardak için asma

5 adet çardak için sarmaşık”

Rana Hepgüler

“Allöş!” dedi keyiflice. Dilekçeye güldü, gözleri yaşarana dek güldü Aslan. İsmiyle müsemma aslan gibi adamdı. Ama aslanlığını gölgeleyen bir sızısı vardı kalbinin gizli köşesinde. Kimselere açılamayan, açılamadığı için sır olma hükmünü hep koruyan bir durum. Sır vardır alev alev yakar gönülleri, kusurdur, kabahattir, acıdır, utançtır da saklanır. Sır vardır buram buram güzellik saçar gönlünde; kıskanılasıdır, tatlıdır, niteliktir kaybetmekten korkulur da saklanır. Neticede iyi kötü her sır saklanır. Saklanmalı. Aslan da öyle yaptı. Gülmesi azaldıkça gönlündeki neşe, yerini yavaş yavaş sızan bir hüzne bıraktı. Çok sevdiği kazan simidini yiyemeden bıraktı, çayı soğudu.

Bir kez daha okudu bir e-posta üzerinden gelen dilekçeyi, okudukça okuyası geldi imla hatalarıyla dolu olan bu doğallığı. Oldum olası hiç hazzetmezdi aslında imla hatalarıyla dolu yazıları okumaktan, ilkokuldan itibaren ortaokulda, lisede hatta üniversitede öğretmenlerinin gözdesiydi. Fakat ilkokul öğretmeni Sabriye öğretmenden çekinirdi biraz, çünkü Aslan’ın kusurunu bilenlerdendi. Sabriye öğretmen asil kadındı, en kızgın zamanlarında bile bir kez olsun yüzüne vurmamıştı Aslan’ın kusurunu, apaydınlık gözleriyle güneş saçan bakışlarla teselli etmişti Aslan kıpkırmızı olduğu zamanlarda. Adanalı olmadığından biraz eğreti duran bir söyleyişle konuşurdu. Bu eğretilik de bir tek ona yakışırdı ya da insan sevdiğindeki her şeyi güzel görürdü. Çocuk kalbinin masumiyetiyle ağladığı vakit, yere diz çöküp Aslan’ın tombul yanaklarını tutup

“Geçecek oğlum, büyüdüğünde geçecek. Yeter ki sen göğürme.” demişti. Geçmemişti işte, yanılmıştı güneş saçan gözler. Hiç olmayacak bir umudu aşılamıştı gönlüne. Her bahar ötelerden muştulu bir haber gibi esip gelen bahardı, baharda portakal çiçeği kokusuydu umut.

Ağzına bir nane şekeri alarak en derinden hayallere daldı.

Benim kadar olmasa da uzun boyludur Rana, şöyle siyah çekik gözleri, sarıya çalan buğday rengi uzun saçları, kavisli kaşları, hokka gibi bir burnun altında köfte dudakları… Uzun boylu olduğuna göre sportif yapılıdır ve spor giyiniyordur, öğretmenler kot giyemeyeceğine göre kesin kanvas, keten gibi spora yakın kıyafetleri vardır. Küçücük elleri lezzet taşıyordur her yemeğe.

Bir şırdan yapar ki, yemeye doyum olmaz. Annesi sokakta yedirmezdi illa kendisi yapıp yedirirdi. “Gadasını aldığım, kim ben gibi yapar?” diyordu. Onu kaybedeli beri şırdana bile hasret kalmıştı. Bu günlerde aşlama ile beraber öyle çok canı çekmişti ki, dün akşam köşe başındaki tezgâhtan az daha alıp yiyecekti, ama nefsine hâkim olmayı başarmış almamıştı. Fellah köftesi de yapıyordur Rana sarımsaklı yoğurtlu. Midesinin kazınmaya başlamasıyla acıktığını anladı. Henüz öğle yemeği vakti girmemişti. Nereden de aklına gelirdi böyle hayaller? Ya Adanalı değilse Rana, ya Adanalı ama yemek yapmayı bilmiyorsa… gibi sıra sıra sorular açlığını bastırmaya yetmedi. “Olsun, doğal biri ya, öğrenir elbet.” diye düşündü. Yeniden gülümsedi, baharın havasına teslim olmuştu çoktan, bu hava, bu gülümseme yeni hayalleri de taşıdı beraberinde.

“Bu kadar doğalsa hep güler yüzlüdür, sempatiktir. İnsanın ruhunu okşayan bir sese sahiptir. Konuşurken içim açılır, beni ben olarak kabul eder, hem de tüm kusurlarımla…” “Kusur” sözü zehirli bir hançer gibi saplandı kalbine. Daldığı hayallerden sarsılarak uyandı. Nane şekeri de eriyip bitmişti. Masasının üzerindeki evrak dosyasını alıp isminin olduğu yerleri kaşeleyip imzaladı.

Rânâ, Rânâ, Rânâ… Ne güzeldi ismi, şiir şiir dökülüyordu dudaklarından.

“Yok, yok evli değildir. Evli kadınlar kasıntı olur, böyle nasıl desem doğallıklardan uzak olur. Rânâ, ne muhteşem isim, ne doğal bir kız.”

Sıcacık kahvesini alarak camın önüne gitti. Bahçeye bakan pencereyi açtığında yüzünü okşayan serin hava yeni açılan portakal çiçeklerinin kokusunu da taşıdı burnuna. Birkaç güne kadar bütün şehri kuşatacak olan bu muhteşem koku arıları da çekecekti cazibesiyle. Bu koku değil miydi insanı baştan çıkaran, bu koku değil miydi tanımadığı bir kıza insanı âşık eden? Derin derin nefeslendi tazeliği. Karsız geçen kışın ardından bahardı bu gelen. Aslan’ın gönlüne de uğrardı belki geçerken. Bu yaşına kadar bekâr kalmasını acı bir tokat gibi yüzüne vuran akrabalarını utandırmak istiyordu nicedir. Üstüne gelip baskı yapmayan tek kişi annesiydi. Çünkü rahmetli, Aslan’ın sırrını bilen tek kişiydi ve sırla birlikte toprağa karışmıştı çoktan.

Masasının çekmecesinden bir tane daha nane şekeri aldı, e-mail sayfası hala açıktı bilgisayarının ekranında. “Rânâ!” dedi yeniden.

“Belki açılırım anlatırım derdimi. Belki anlar beni, belki anlayıp sever, hoş görür kusurumu.”

Kusur kelimesindeki “k” çift başlı bir hançer gibi saplanmıştı yine göğsüne. Doktora bile açılıp anlatamamışken halini, utancından yerin dibine girecek gibi olup kaç doktorun kapasından geri dönmüşken bir genç kıza nasıl açılabilirdi? İnternetten araştırıp sipariş üzerine isteyip tadı tuhaf otları, yan etkisi olan hapları içişi boşunaydı. Rahmetli annesinin vurduğu yakılar, yaptığı masajlar da fayda etmemişti. Kaç defa gittiği psikologlara da tam dilinin ucuna gelmişken vaz geçip çok başka şeylerden, bazen hiç olmayan sıkıntılardan bahsetmişti. Bir türlü asıl soruna uğramadan civarına da yaklaşmadan farklı sokaklarda dolaşıp durmuştu da kusurunu anlatamamıştı.

“Evlenince geçer be oğlum, bir denesen ya kız güzeli yakışıklı oğlum. Olmadı boşanırsın, yemez ya kız seni.”

Annesinin verdiği umut tohumu yeşermiyordu ki nicedir. O umut her daim verilmeli ki Aslan’a tesir edebilsin. Şimdi, annesinin öğüdünü tutmadığına pişman, o hayattayken daha kolay olurdu belki, ya şimdi? Şimdi azıcık gelip kapıyı yoklayan cesaret hemen geri dönüp gidiyordu.

Rânâ öğretmenin istediği fidanları iki katıyla hazırlatmak için telefona sarıldı. Bu sefer kendisi de gidecekti fidanlarla beraber. Tevazu içindeki bir müdür sevilmeye daha layıktı. Sonra içindeki şeytan “Koskoca Park ve Bahçeler Müdürü, fidanların peşinde bir okula niye gitsin?” dedi. Şeytana uyup vaz geçti. Zaten Rânâ’yla tanışsa sonra flört etse de günün birinde öğrenmeyecek miydi kusurlu koca bir adam olduğunu. Aslan yattığı yerden belli olmaz mıydı?

Gergin bir yaya dönüştü vücudu. Utandığında daha da dikleşen omuzları ağrımaya, hançer saplanır gibi olan sırtı batmaya başladı. Müdürlüğün aracı fidanlarla yola çıktığında biraz pişmanlık duydu. Masasının başına geçti. Yeniden nane şekeri alıp Rana’nın okulunun adını aradı sitede, kocaman bahçesiyle güzel bir okuldu ve çardak, kupkuru duruyordu yabani otların arasında. Artık çardağın da asması ve sarmaşığı olacaktı, çam fidanları ve menekşeleriyle yemyeşil ışıl ışıl bir okula dönüşecekti Aslan sayesinde.

Öğretmen adını da buldu ‘kadromuz’ sayfasında. Tek tek taradı bütün branş öğretmenlerini. Rânâ’nın fotoğrafını gördü en sonunda. “Oh be!” dedi derinden bir nefes vererek, fidanlarla beraber okula gitmediğine pişmanlığı geçti. Orta yaşlarda, esmer, gözlüklü, kısa saçlı, uzun bir hançere benzeyen burnuyla Rânâ ona bakıyordu sanki. Bir de her şeyi anlamış gibi gülüyordu tavşan dişleriyle ekranda. “Hepgüler’miş zaten.” diyerek güldü Aslan da. Bu sefer gergin bir gülüştü bu. “Allöş!” dedi yeniden, içine çektiği bahar havasını, küle dönen umuduyla beraber boşaltarak. Gönlüne yeniden portakal kokulu taze nefesler doldurdu. Birini sevip de ondan anlayış umarak kusurunu anlatmak zorunda kalmamıştı. Öğlen arası kulenin karşısında bir başına bol biberli bir ciğer yiyerek rahatlayabilirdi.

Aslan, portakal çiçeği kokuları içinde bu bahara da yapayalnız girmişti. Ama bu koku bitene dek umudu bitmeyecekti.

Diğer Yazıları