gönülcüğüme ve onun bayram olmayan bayramlarına…
“Gitmiceem!” diye bağırarak yatağına kaçmış, yorganı tepesine kadar çekmişti. Arada bir yorganı indirip, “Gitmiceem!” diye bağırıyor, sonra tekrar yorganın altında küçücük bir topa dönüşüyordu.
Gönül için giderek oyuna dönüşen bu inatlaşma, Esma’yı iyiden iyiye germişti. Yatağın kenarına oturdu, yorganı okşadı, “Hadi benim bitanem! Hadi Gönülcüm!” dedi, becerebildiğince sakin bir sesle.
“Gitmicem işte! Gitmicem, gitmicem, gitmicem!”
Esma, hızla inip kalkan göğsünü sakinleştiremedi bu defa. Yorganı hırsla çekip yere fırlattı: “Aç şu yüzünü artık açç! Boğulcaksın yeterrr! Çenesi titriyordu. Çenesiyle beraber sesi de… “Yüz kere konuştuk di mi! Bak şu kollarının haline! Gördün mü ha! Bak bacaklarına! Kıpkırmızı!”
Annesini ilk kez böyle görüyordu Gönül. Yattığı yerden doğrulup, minicik elleriyle annesinin çenesini tuttu -titremesindi böyle. “Ama çıkınca o fırfırlı elbiseyi alıcan, söz mü?” Esma, iri yeşil gözlerini tavana doğru kocaman açıp yutkundu: “Söz…”
Günlerdir süren bu çetin pazarlıkta nihayet istediğini koparan Gönül, sevinçle yastığını düzeltip gözlerini yumdu. Annesi tam yanından kalkarken elini tuttu, “Sokağa da çıkabilir miyim elbisemle? Nurten inanmıyor da…” Öptü sonra. Öperken yüzünü ekşitti. “Üff yaa!”
Ellerini kokladı Esma. Leş gibi çamaşırsuyu kokuyorlardı. Gerçi bu meretin kokusuzu, hatta çiçek kokulu olanları bile vardı ama bu kadarına bile zor ikna etmişti pinti herifi. Bir gece canına tak etmiş, patronu kolundan tuttuğu gibi tuvalete götürüp sararan taşları göstermişti: “Allah aşkına bi bakın! Temizlenmiyorlar öyle duru suyla! Artık ne yiyip ne içiyorlarsa, iki kere fırçalıyorum yine çıkmıyor, kusmuklarından geçtim, bari duvarlara sıçratmasa cenabetler, valla midem kalkıyor artık!” Patronu önce yılışık bir kahkaha atmış; ardından, içerden gelen müziği bastıran boru gibi sesiyle bir de alay etmişti. “Ooo, hanımefendimizin midesi bulanıyor demek! Aman Esmanımcım ne demek, siz hiiiç merak etmeyin, söyleriz müşterilere, sarhoşken lütfen dikkatli işeyin, Esma Hanım’ın midesi bulanıyor deriz.”
Mutfağa geçerken ellerine baktı. Derisi her geçen gün biraz daha incelen, kırışan, parlayan ellerine, uzun uzun... Ellerine dokunan eller, ellerinin dokunduğu güzel şeyler aklından bir anlığına geçti…
**
Sağ olsun Emin Abi, bir günde halledivermişti her şeyi. Az değil, on altı yıldır aynı hastanedeydi. “Kızım, biz kaç başhekim eskittik, senin haberin var mı,” demişti, “onlar daha doktorculuk oynarken ben orada hastabakıcıydım. Benim işimi yapmayacaklar da kiminkini yapacaklar.” Ama sonra bir kenara çekmiş, “Bi daha düşün be kızım!” diye eklemişti, “Üç kuruşluk bez parçası alt tarafı, halledilir bi şekilde… Mahzun etme şuncacık çocuğu…”
Ertesi sabah hastaneye doğru yürürlerken Emin Abi’nin söyledikleri geldi aklına. Keşke üç kuruşluk bayramlıkla kalsaydı. Daha bayramlaşması vardı bunun; el öpmeler, dedelerin verdiği harçlıklar, teyzelerin aldığı oyuncaklar, babaların götürdüğü parklar, sinemalar... Bilmez miydi yoksa o da biliyordu, aklı gidiyordu kızı için.
Sabahın erken saatine rağmen, caddede iştahlı bir insan seli vardı. Ne oluyorduysa artık; sorsan herkes, para yok diye ağlanıp dururdu, sonra da yok bayram yok seyran, bir ton masraf… Gri beyaz taşlarda kendince bir oyun tutturarak yürüyen kızına baktı. Annesine ağlaya ağlaya aldırdığı, kırmızı üzerine siyah puantiyeli elbiseyi hatırladı bakarken; elbisenin dönünce açılan fırfırlı eteğini. Fırfır sevdası da anadan kıza geçiyordu demek. Anneannesi görse nasıl severdi kim bilir. Gerçi babası… Yüzü soldu birden: “Neyse! Mübarek arife günü süngüsü depreşmesin.”
Başhekimin odasının olduğu kata beraber çıktılar. Gönül’e “Burada bekle sen.” deyip içeri girdi. Dizleri titriyordu.
Başhekim, beyaz tenli, toparlak yüzlü, yaşlıca bir adamdı. Tepesindeki saçlar, iyiden iyiye dökülmüştü. Masanın üç dört adım gerisinde durdu. Adam, önündeki kağıtlara bir şeyler yazıyordu, Esma’yı fark etmedi bile.
“Şeyy! İyi günler.”
“Ne vardı?”
“Esma, ben. Emin Abi konuşmuş sizinle… Bizim bi…”
“Ha şu, bizim Emin’in bahsettiği mesele…” diye kesti sözünü yaşlı adam, gözlüklerin üzerinden şöyle bir bakıp, önünde yığılı evraklara döndü tekrar. Odadan çıkana kadar da “Çocuğun kimliği yanında mı?” dışında bir şey sormadı.
Onun bu tavrı rahatlatmıştı Esma’yı. En azından bir kez daha anlatmak zorunda kalmamıştı. Yine de elleri, birbirini kemirip durmuştu beklerken. O kısacık beş dakika, büyüyüp büyüyüp beş asır olmuştu başhekim odasında. Birbirini kemiren elleri, ellerinin arasında geçmiş, gelecek ve an, yoğurdu da yoğurdu Esma. Kimse, ellerinde çoğalan çaresizliği, ellerinde çoğalan kimsesizliği görmedi. Belki Başhekim… “İnsan adam!”dı sonuçta.
**
“Kapıdan girince sol tarafta, cam kenarındaki yatak.”
Anne kız, ürkek ürkek girdiler odaya. Odadaki yatakların biri dışında hepsi boştu. Esma hemen kızının eşyalarını yatağın yanındaki komodine yerleştirmeye koyuldu. “Bi şey olursa bak buraya yedek pijama da koyuyorum. Mendilin, atletin hepsi burada.” Sonra pencereden aşağı baktı: “Aaaa gel bak! Gel gel! Baksana, herkes ne kadar küçük görünüyor!”
Gönül, annesinin söyledikleriyle ilgilenmiyordu. Gözü, yatağının hemen çaprazında uyuyan çocuktaydı. O esnada içeri güler yüzlü, gençten bir kadın girdi: “Geçmiş olsun.”
“Sağ olun, size de…”
Kadın, çapraz yatakta uyuyan çocuğun saçlarını okşayarak “Apandisit ameliyatı olduk dün,” diye anlatmaya başladı, “acil getirdik. Biraz daha geç kalsanız patlardı dedi doktor, Allah korusun.” Sonra gözleri ışıl ışıl “Senin neyin var tatlı kız?” diye soruverdi Gönül’e. “Sedef.” diye atıldı Esma, Gönül’e fırsat bırakmadan. Sesi titremişti.
“Sedef mi? Aaaa, acil bir şey de değilmiş. Keşke bayramdan sonra…”
Anne kız göz göze geldiler. Gönül, ela gözlerini kırpmadan bakıyordu annesinin gözlerine; biliyorum, der gibi; neden burada olduğumu, neden şimdi burada olduğumu biliyorum.
Kulaklarında vapur düdükleri ötmeye başladı Esma’nın, tren sesleri, otobüs kornaları… Odanın duvarları, daralıp alçaldı, oda küçüldü. Halbuki kızı, ela gözlerini azıcık kırpıştırsa, oda yeniden genişleyecekti ama, kırpıştırmadı. Gözlerini kızının gözlerinden güçlükle kopardı Esma. Sesindeki rahatlığın zoraki olduğu öyle belliydi ki: “Hadi gel bakalım, üstünü değiştirelim. Aaa bak, televizyon da varmış. Yemeğini güzelce ye. Dikkat et, dökme üstüne… Ben zaten sabah erkenden gelirim.”
Çapraz yatağın refakatçisi, kapının yanında durmuş onları izliyordu: “İşiniz varsa, şey yapmayın siz, ben de göz kulak olurum n’olacak!”
Esma derin bir nefes alıp yutkundu. Gönül’ün üstünden çıkardığı kıyafetleri katlayıp dolaba yerleştirirken, “Sağ olun. Halleder benim kızım, alışkındır o, di mi Gönülcüm?” deyip, kızına baktı.
Gönül, konuşmaları dinlemiyor, alnını pencereye dayamış bahçedeki insanları seyrediyordu.
Bayram sabahı, odaya dolan kahkaha sesleriyle uyandı Gönül.
İri yarı iki adam, arkalarında elinde uçan balon olan bir kadın. Çapraz yataktaki çocuk da uyanmıştı. Gelenler, önce çocuğu, sonra kadını sarılıp öptüler. Ziyaretçi kadın, elindeki uçan balonu çocuğun yatağına bağlarken, Gönül’e bakarak refakatçi kadına bir şeyler fısıldadı. Refakatçi kadın, eliyle ağzını kapatarak cevap verdi. Adamlardan biri, elindeki beyaz torbadan büyükçe bir paket çıkarıp yatağın üzerine koydu. “Bak bakalım, bu muydu beğendiğin?” Çocuk yırtarak açtı paketi: Siyah bir araba. Yüzü aydınlandı. Hediyeyi veren adam, çocuğun başını okşarken, “Amcasının koçu bu be!” dedi, “Bir an önce büyü de gezdir bizi!” Koro halinde bir “inşallah!” yükseldi yatağın etrafından.
O sırada iki çocuk göz göze geldi. Çocuk içtenlikle gülümsedi. Gönül, yattığı yerde pencereye dönüp yorganı omuzlarına kadar çekti.
**
Esma, nefes nefese kapıdan girdiğinde; Gönül’ün yüzü hala pencereye dönüktü. Yatakla pencere arasındaki boşluğa geçip eğildi; yüzünü, kızının yüzüne yasladı. Sesine yine o zoraki bir ışıltıyı vererek; “İyi bayramlar! Kalkmadın mı daha tembel teneke!” diye fısıldadı. Gözlerini açtı Gönül. Ana kız bir süre birbirlerine baktılar konuşmadan.
Odadaki kalabalık, çocuğu tekerlekli sandalyeye oturtup koridora çıkarınca, Esma kapıyı kapattı. Gözüyle bir yandan kapıyı kolluyor, bir yandan da çantasının içinden bir şey çıkarmaya çalışıyordu. Üzerinde beyaz kalpler olan parlak kırmızı ambalaj kâğıdına sarılı minik bir paket.
Paketi görür görmez yatağında doğruluverdi Gönül heyecanla. Tam uzanıp çekecekken “Şşşş! Dinle beni!” dedi Esma, “Daha paramı almadım ama sözüm söz; buradan çıkar çıkmaz o elbiseyi alacağım sana… Tamam mı? Bak bakayım yüzüme! Aferin. Al şimdi şunu! Ama sakın açma tamam mı! Kalsın böyle yastığının yanında. Annesi eli boş gelmiş demesinler. Yatarken de yastığının altına koyarsın. Bana bak, ben gidince öyle hadi aç falan derlerse de açma tamam mı, sakın!”
Gönül, annesinin söylediklerine anlam veremiyor, şaşkın şakın gözlerini kırpıştırıyordu.
Esma, kızının yüzünü avuçlarının arasına aldı. Öptü, öptü, öptü…
Esma gittikten sonra, çapraz yataktaki çocuk ve annesi odaya geri döndüler. Gönül o gün yüzünü odaya hiç çevirmedi. Oturdu, yattı, hatta bir ara yataktan çıktı, ama yüzünü odaya hiç çevirmedi. Hava kararıp perdeler çekilince, paketi yastığının altına koydu.
Uyuyamıyordu.
Omuzunun üzerinden odaya baktı. Çocuk, arkası dönük, uyuyordu. Hediye arabasını başucundaki komodinin üzerine koymuşlardı. Refakatçisi de koridordaydı herhalde. Elini yastığın altına sokup paketi yokladı. Ne vardı içinde acaba? Küçücük parmaklarındaki küçücük tırnaklarıyla paketi yırtmaya çalıştı yastığının altında. Kazıdı kazıdı kazıdı…
Tırnakları, kâğıdı delmek üzereyken birden durdu.
Elini usulca çekti yastığın altından.
DİLEK KARTAL
Başlıca kitapları alfabetik sırayla: Taşı Kim Atacak, Çifte Açmaz, Çünkü Hayat Bulaşıcıdır.