Şehrin ışıklarının uzaklardan ağarak içeriye yansıdığı loş otel odasında başını yastığına gömmüş, uykuyla sıkı bir pazarlığa tutuşmuştu. Otelin yanıp sönen neon tabelasından duvarına yansıyan kırmızı ışıkla beraber çoğu tek perdelik birer dram olan hayatların fonunda çalan şehrin müziği de sızıyordu aralık pencereden içeri: Caz. Önünden sıklıkla geçse de içeriden gelen müziği duyduğu o geceye kadar içine girmeyi hiç düşünmediği, köhne bir şarap mahzeninden devşirilmiş o küçük kulüpte keşfetmişti ilk kez büyülü notaların kendisine bir şeyler anlatmak istediğini. Kapalı kapıdan gelen armoninin çağrısına karşı koyamayıp gün battıkça uzayan bir gölge misali sızmıştı bir gece büyük kapıdan içeri. Dörtlünün bir dakikalığına bile olsa ara vermesini istemediği, her biri ayrı bir müzikal ziyafet olan setlerin sonunda sonsuz bir caz denizinde yüzme hissi kaplamıştı içini. Düşük tempoda duraksız çalınan piyanoya, zillerin alçalıp yükselen ritimlerine, aralıklarla sololar yapan kontrbasın tok sesine ve fırçanın trampetin yüzeyinde gezerken çıkardığı dalga sesine benzeyen o teskin edici hışırtısına bırakmıştı kendini. Belli belirsiz duyulan siren seslerini ve günlerdir dinmek bilmeyen yağmurun sesini de duyabiliyordu şimdi yattığı yerden. Tüm bu seslerin bir araya gelerek oluşturduğu doğaçlama senfoninin çocukluğunun huzurlu öğlen uykularından birinin habercisi olmadığını iyi biliyordu. Yine de yalvarıyordu uykuya, bir an önce elinden tutup acılarını bir kaç saatliğine de olsa unutturması için. Karanlık çıkmaz sokaklarının yamalı asfaltlarından yükselen buharıyla ve heybetli gökdelenleriyle Büyük Elma diye adlandırdıkları bu şehre geleli çok olmamıştı henüz. Her şeyi geride bıraktığına inanmış, beyaz bir sayfa açmak için uçak korkusuyla birlikte o güne kadar hiç geçmediği okyanusu da aşmıştı Adem. New York'taydı. O günlük hayata nasıl uyum sağlayacağını düşünürken insanlar onu Adam ismiyle çağırmaya başlamışlardı bile. Burada yapabilirse her yerde yapabilirdi Sinatra'nın şarkısında söylediği gibi. Herkesin elmadan bir ısırık almak isteyebileceğini düşünemeyecek kadar saftı ilk aylarında. Kısa bir süre sonra bu zor kentin iniş çıkışlarını yıllarca yaşadıktan sonra hızla düşüşe geçmiş, bir süre sonra dibe çakılacağını bilen biri gibi hissetmeye başlamıştı kendini. Hayatının daha beter bir hale gelemeyeceğini düşünürken kendisine sıklıkla "Ameller niyetlere göredir oğlum" diyerek nasihat eden babasına "Asıl hayatlar niyetlere göredir baba!" diye bağırarak baba ocağını terk ettiği o soğuk Şubat gecesini anımsadı. Yanına sığınabileceği, yalnız yaşamaya başlamış tek bir arkadaşı bile yoktu henüz. Yirminci yaşının getirdiği umursamazlık ve özgürlük hissi korkularını yenmiş, evden ayrılalı henüz bir kaç hafta olmadan kısa bir süre sonra hayatını birleştireceği kadınla tanışmıştı. Haz veren bir melankolinin peşinde olanların varacağı nihai yer belliydi annesinin hep söylediği gibi: "İstediğin kadar çırpın, hayat seni kendi kabına koyup istediği şekli verecek!". Annesinin kulağına fısıldadığı, aklına kazınan bu cümle bir süredir tekrarlıyordu kendisini zihninde. Işıklı bulvar mağazalarının camlarına yansıyan aksine bakarken alkolik bir annenin ve sonradan mütedeyyin bir babanın garip meyvesi oluşunu sorgulardı içten içe. Gözleri cansız vitrin mankenlerinin ellerine tutturulmuş telli enstrümanlara takıldığında "Yıllarca aradım kendi kendimi, hiç bir türlü bulamadım ben beni" diyen Aşık Veysel'i hatırlar, onca yıl sonra bir garip doğu batı sentezine dönüşmüş olmasına hayıflanırdı. Herkesten önce kendinden kaçmaya çalıştığını anlayamamış, hataları için hep başkalarını suçlamış ve yanıtların peşine düşmüşken dünyanın bir ucundaki bu şehrin kucağında bulmuştu kendini. Kentin kendisine dışarıdan bakanları içine davet eden, bir girdap olduğu ancak numaralardan oluşan sokaklarıyla hemhal olunduğunda anlaşılan cazibeli bir kadın olduğunu geç de olsa öğrenecekti. Bir diğer adı da yalnızlıktı şehrin. Her gün onlarca ulustan binlerce insan sonsuz yalnızlıklarını tescilletmek ve sadece barınabilmek için ölümüne çalışmaya geliyorlardı buraya. Yükselen kiralar sadece cepleri değil hayalleri ve emekleri de yakıp kül ediyordu her geçen gün. Kapitalizmin yeniden yorumlanmasının zorunluluğuna işaret eden bir konuşmayı anımsadı koşulların zorluğunu düşünürken. Bir elma kurdu kadar küçük hissediyordu çoğu zaman kendini. "Ya bu deveyi güdeceksin ya da elmadan gideceksin" diye mırıldandı cebinde kalan son bozuklukları çıkartırken. Yataktan hangi ara fırladığını hatırlamasa da bir yıl önce gittiği o caz kulübünü bulmak için yola çıktığını biliyordu. Hangi hattan hangisine geçmesi gerektiğini tam olarak bilmese de önce yeraltından dolaştığı sokakların üstüne çıkmış, kilometrelerce yol yürüyüp sevdiği baharatları doyasıya koklayabileceği o köşeye yeniden gelmişti. Çin mahallesinin kıyısında, hafif bir rüzgarla dağılan soya ve köri kokularının burunları sızlattığı, evsizlerin mesken edindiği bir sokağın girişinde durmuş, sokaktan gelip geçenleri izlemeye dalmıştı. Yine annesi düştü aklına. Ne zaman bir yerlere dalıp gitse "Daldın yine... Bir gelecek var herhalde!" derdi. "Evet yavaş yavaş geliyorlar" diyerek içinden değil dışından konuştu bu kez. Sinsi bir gülümseme yerleşti dudaklarına. Akıllı olup dünyanın derdini çekmektense deli olup dünyaya dert çektirme fikriydi gülümsemesinin nedeni. Evsizlerin kendisinden daha evsiz göründüklerini düşünmüştü buraya en son gelişinde. Uzun zamandır bir otele yetecek paralarının olmadığını biliyordu. Evleri artık oluklu kartondan olsa da bir zamanlar onların da kendisi gibi olduğunu, gerçek bir çatının altında sevdikleriyle vakit geçirme şansına sahip olduklarını düşünerek hüzünlendi. "Evlerinin iskambil kağıtlarından olmamasına şükrediyorlardır belki de!" diye geçirdi içinden. İnsanın uyum hamurunun bu koşullarda bile umursamazlıkla iyimserlik arasında gidip gelen bir savunma mekanizmasına dönüşebileceğini düşündü. Kim bilebilirdi ki, belki sevdikleri onları da terk etmişlerdi. Karısı iki çocuklarını da kaçırır gibi yanına alarak gideli tam bir yıl dört ay olmuştu. Haksız sayılmazdı kadın. Genelin beklentilere uygun bir hayatın rotasından her gün biraz daha çıkan bir adamdan daha da geç olmadan kaçmalıydı. Adama da haksız demek doğru olmazdı. Akşamdan akşama buluşulan yemek masalarının sahte mutluluğundan ve takmak zorunda kaldığı maskelerden sıkılmış, gençliğinde gönlünce yaşayamadığı hayatını uygun ekonomik şartlara kavuşmuşken yaşamak istemiş, evinden uzaklaşmıştı. Sonrası ise hep o bilindik sorulardı. Soru tümcesi demek de doğru olmazdı bu buyurgan ifadelere: "Belki de bu kadar çok içmemelisin?" "Biraz daha özverili olsan?" "Çocuklara yeterince vakit ayırsak?" Karısının babasının elma ihracatından kazandığı serveti yedi kuşaklarına yetecek kadar çok olsa da artık bu konuda yapabileceği bir şey yoktu. En azından çocuklarının geleceğinin iyi olabileceğini düşünüp rahatlamaya çalıştı. Otelin mini barından votka sanarak aldığı son küçük şişe suyu pardösüsünün cebinden çıkartıp yudumlamaya başladı. Kasım ayazı içini ürpertirken yüzüne küçük damlalar çarpıyordu şimdi. "Küçük, muttarid, muhteriz damlalar" diye bağırdı kollarını açabildiği kadar açıp. Yüzünü kül rengi göğe doğru kaldırdı. New York'ta her şey mümkündü. Her tür hareket kolayca bir gösteriye dönüşebilir, kısa sürede önünde bozuk paralardan bir yığın bile oluşabilirdi. Dram çoğu zaman kendi dekorunu kurar, seyircilerini beklemese de oyuncuların sahnedeki yerlerini almasını sabırla beklerdi bu şehirde. Hikayeleri insanları kendi uçurumlarından aşağıya yuvarlar, mutsuzluğun bile anlamını unutturan ağır bir yalnızlığa iterdi. Peygamberlerin terk edildiklerini düşündüklerinde hissettikleri türden bir yalnızlık hissine benzer bir hüznün pençesindeydi o da. Sokaklarda, bir ay önce işten atıldığı için artık kapısından içeri giremediği işyerinde, duşta ve hatta yatağında bile kendisini sürekli takip ettiğine inandığı o kara bulut görünmüyordu etrafta her nedense bu gece. "Ölümüne melankoli için geldim bu şehre..." dediğini anımsadı otelin kayıt masasında çalışan ve kendisinden basit bir form doldurmasını isteyen güler yüzlü güzel kadına. Amerikalıların dediği gibi "peynirimsi", "mısırımsı", basmakalıp bile denemeyecek kadar vasat bir cümleydi bu. Söyledikten hemen sonra fark etti havalı olduğunu düşündüğü tümcesinin ne kadar aptalca olduğunu. Kendini her zaman fazlasıyla ciddiye aldığı için yine yıkılmıştı. Oysa her gece yatağına uzandığında düşünmeden edemediği -gün içinde öyle değil de keşke şu şekilde yapmış olsaydım- dediği pişmanlıklarına yeni bir tanesi daha eklenmişti sadece. "Ölümüne Melankoli"nin hayatını anlatacak film için iyi bir başlık olduğuna inanıyordu. Melankoli sandığıysa bir kaç terk edilmişlikten ve sert düşüşten ibaretti. O da bir çokları gibi gerçek çaresizliğin ne olduğunu bilmiyordu. Hayatını anlatan filmin fonunda "Hiç tüm dünyanın gidip de seni geride bıraktığını hissettiğin oldu mu? Aklını kaybetmeye hiç bu kadar yakın oldun mu?" diye soran o şarkının çalınması isteğini vasiyetine yazmaya karar verdi. Büyük elmanın içindeyken ısırılacağından, yutulup sindirileceğinden emindi artık. Vasiyetini hiç bilemeyeceği babası uzaklarda son nefesini verirken artık otele dönmesin anlamlı olmayacağını düşünmeye başlamıştı. İçinde bir türlü uyuyamadığı odasında bir gece daha geçirmek için verebileceği parası kalmamıştı. Sokağın girişinde bulduğu tahta kasayı ters çevirip kolunun altına sıkıştırdı. Pardösüsünün yakalarını yukarı kaldırarak karanlık çıkmaz sokağın ortasına kadar yürüdü. Yeni arkadaşlarına selam verip buz kesmiş ellerini içinde harlı bir ateşin çıtırdayarak yandığı teneke varile doğru uzattı. Bundan tam bir yıl üç ay önce artık büyük elmadan da bir ısırık almasının zamanının geldiğini öğütleyen şeytanına neden uyduğunu düşünürken içinde kendine kızacak gücü bulamadı Adem.