Aksini yaşamaktan kendimi alamasam da günlük telaşlara feda edilemeyecek kadar değerli bir düş olduğuna inandığım hayatımı yeniden sorgulamaya başladığım o geceyi henüz dün yaşanmış gibi hatırlıyorum. Gerçek mi yoksa rüya mı olduğunu uzunca bir süre çıkartamadığım -belki de günlük dertlerin içinde kaybolup anımsayacak vakit bulamadığım- bir kesiti karşıma aldığım o ilk geceden sonra hayatımın bir daha eskisi gibi olmayacağını anlamıştım. Yarı karanlık odamın dibinde duran büyük masanın üzerine üst üste yığılmış, açık duran yüzlerce kitabın, okunmuş binlerce sayfanın arasından zihnime bir deniz feneri gibi yol gösteren boş nano-şırıngamın sadece kendim için değil, tüm insanlık için de büyük bir anlam taşıyacağını biliyordum. O geceyi takip eden diğer gecelerde de birçok hatıram gibi karşısına sıklıkla geçtiğim bir çocukluk düşüm ve o düşümün tetiklediği hatıralarım beni hızlıca hayallerimin ötesindeki bir hayata doğru sürüklemişti. Büyük keşfime değin umutsuzluğun ve bilinçli bir unutma ediminin hâkim olduğu küçük dünyam unutmayı seçtiğim yüzlerle yeniden yüzleştiğimde uzayın derinliklerindeki bir solucan deliğine dönüşmüştü. Şimdi, bir gün o rüyayı unutmak istesem bile buluşumun buna izin vermeyeceğine ve o sonsuz gençlik duygusunu tekrar yaşatmak için şu an olduğu gibi beni çalışma odama kapatacağına eminim.
Gözlüğümde gelen iletiler kutusuna düşen mesajların başlıklarını görüntülediğimde artık kırmızı bültenle arandığımı anlıyorum. Bu uyarıları kolayca alabildiğime göre halen yeterince anonim olmadığımı düşünüyor, sağ camın üst köşesindeki saati gördüğümde uzun süredir saatlere bakmadığımı fark ediyorum. Tıpkı yıllar öncesinde amansız bir hastalığa yenik düşen babam gibi yataklarında ölebilme şansına sahip olmuş milyonlarca insanın ölürken neden saati sordukları düşüyor aklıma. Görmezden geldiğim sonsuz hayatın yaklaştığı gerçeğini hatırlattığı için saatlerden yüz çeviriyor olmalıyım. Pencerenin kenarına yaklaşıp çocukluğumda içine, yıllar sonra geri dönüp seyrine daldığım derin suyun yüzeyine bakıyorum. Şairin dediği gibi hep peşimden gelen bu kentin boğazının soğuk ve karanlık suyu kendi hafızasıyla içinde hatıraların yüzdüğü bir zaman denizine dönüşüyor karşımda. 2097 depreminde yıkılanın yerine yapılan boğaz köprüsünün görüntüsüne bir türlü alışamayan gözlerimi ovuşturuyorum. Karanlık bulutlar sabahın gelişini gizlemeye çalışsalar da suyun yüzeyinde kendini göstermeye başlayan kurşunî rengi fark ettiğimde günün kapıda olduğunu anlıyorum. Geceden bu yana çalışma odamın cam tavanına vuran siyah asit yağmuru damlalarının sesi çalışma odamı dolduran tek sese, saatin tik tak sesine karışıyor. Kırmızı renkli bir ışık huzmesinin yanımdan aniden geçerek karşımdaki duvarda yansıyıp kaybolduğunu gördüğümü sanıyorum. Gecenin yorgunluğunu taşıyan gözlerimin günün ilk dakikalarındaki bir yanılsaması olmalı bu durum.
Tek basamaklı yaşlarımdan kalma o aynı çocukluk düşüm katılaşmış, üç boyutlu bir hologram halinde, büyük bir küp olarak odamın ortasında yerden tavana doğru yükseliyor. Vücudumdaki tüm hücrelerle birlikte ruhumu da durmaksızın yenileyen bir gençlik iksirinin damarlarımda dolaştığını bana şimdi bile kuvvetle duyumsatabilen düşüm tüm gerçekliğiyle yeniden karşımda. Ayağa kalkıp önce kesitin sağına, sonra soluna doğru yavaşça yürüyorum. Bunu kaçıncı kez yaptığımı bilmesem de tüm detayları sanki onlara ilk kez bakıyormuşum gibi büyük bir dikkatle inceliyorum. Onu henüz katılaştırmadan, yeniden anımsamaya başladıktan sonra ne zaman bir cennet tasviri duysam hep bu düşümü anımsardım. Böyle düşünmekte ne kadar haklı olduğumu şimdi daha iyi görebiliyorum. Hafifçe esen bir meltemin yüzümü okşadığı bir ilkbahar sabahında misinalı tahta oltamı attığım nehrin dalgalanan yüzeyinde gördüğüm yüzümü bu kez daha dikkatli bir şekilde inceliyorum. Suya yansıyan yüzümün ifadesini yine seninkine benzetiyor, soğuk mavi tonda pastel renklerin hâkim olduğu bir dünyadan diğerine geçme ve seni tekrar görme isteğime karşı koyamıyorum. İsteğimle beraber suyun hafızasında bir kez daha yer ediyor yüzün. Anılarımdan ve -henüz kimse bilmese de- bazı rüyalarımdan derlediğim disklerden oluşan gizli seçkimde bekleyen ortak anımızı etkinleştiriyorum. Başımı sağa doğru eğip gözlerimi hafifçe kısıyorum. Her fırsat bulduğumda yeniden izlediğim bu üç boyutlu hologramda herhangi bir detayın gözümden kaçmış olması ihtimalini yeniden değerlendiriyorum. Etrafa iyice göz gezdirdikten sonra kırmızı boyası yer yer soyulmuş o eski ahşap bankın üzerinde otururken izlemeye doyamadığım gözlerine bir süre daha bakabilirim. Bir gün seni tanıyacağımı ve kısa bir süre sonra unutacağımı henüz bilmediğim çocukluk yıllarımda bazı geceler gördüğüm o düş kadar canlısın şimdi karşımda. Yeniden duyumsadığım ucuz parfümünün kokusu bir gün anı kesitlerindeki kokuların da alınmasını sağlayabileceğime inandırıyor beni. Işık huzmelerinden oluşan yüzüne dokunsam, hologramın kırılan ışıkları ellerime yansımakla kalmayacak ve benimle konuşmaya başlayacaksın sanki. Henüz gelmiş bir ilkbaharın taze sabahlarından birinde, onca rengin içerisinde genceciksin. Sonsuz gençlik arzumun yegâne simgesi sen, içinde zamanın donduğu bu üç boyutlu küpte hep bu yaşında kalacak -tıpkı seni zihnimde öldürdüğüm günden bu yana olduğu gibi- hiç yaşlanmayacaksın.
Eşim uyanıp yanıma gelmeden ve uykulu gözleriyle boynuma sarılmadan önce en çok on- on beş dakikam kalmış olmalı. Gizli kimliklerimizle kaçak hayatı yaşamaya başlamadan önce onu epey uzunca bir süre ihmal ettiğimi itiraf etmeliyim. İstanbul’ a geri dönmeden önce dünyanın büyük şehirlerinde yaşadığımız birkaç yıl içerisinde sabahlara kadar süren çalışmalarımın sebebini herkes gibi o da tahmin edemiyordu. Buluşumu onun dışında kimseye açıklamamaya karar verdiğim –ki nihayetinde bu kararımı yüklü miktarda bir nakit karşılığında değiştirmiştim- güne kadar sayıları hızla azalan dostlarım gibi onun da başarılı olabileceğimi düşünmediğini anlamıştım. Kıskançlık krizlerinin sona ermesinden ve eve döndüğüm bazı sabahlarda havada uçuşan tabak-çanakların kırılma seslerinin zengin olduğum o günlerden bu yana kesilmiş olmasından elbette şikâyetçi değilim. Uzunca bir süredir sadece onun değil bir zamanlar tanıdığım tüm insanların da beni artık param için sevmek gibi bir şanslarının olmadığını bilmenin huzurunu hissediyorum. Aynı zamanda bir ölü olmanın da.
Evet, bir süredir tüm dünya için bir ölüyüm ben. Buna rağmen kim olduklarını bilmediğim insanlar gizledikleri telefon numaralarıyla, garip mahlaslarla gönderdikleri e-postalarıyla halen yeni seanslar talep ediyorlar. Beni yakalamakla görevli olmadıklarına emin olduktan sonra onlara eğer konuşurlarsa her şeylerini alabileceğime dair bir sözleşme imzalatıyorum. Tüm sırlarını bizzat kendilerinden öğrenmiş olmama rağmen yeraltında ünümü bu hızda nasıl yaydıklarını sanırım hiç bilemeyeceğim. Bir kez boşalttığımda bir daha asla geri dönmediğim, sürekli yerlerini değiştirdiğim gizli çalışma odalarıma bazılarını davet ediyor, kendileri için küçük rakamlar olan birkaç milyon dolarları karşılığında onlara yüzümü göstermeden istediklerini veriyorum. Şimdilik sadece anılarıyla yetinmek ve benliklerinde iz bırakan rüyalarını izleyebilmek için beklemek zorundalar. Rüya anılarının ön izleme imkânını isteklilere sunmadan önce yapılması gereken testleri bir süredir kendi üzerimde deniyorum. Şimdilik o konuda her şeyin sorunsuz ilerlediğini söyleyebilirim.
Anıların üç boyutlu bir şekilde katılaştırılmasını ve izlenebilmesini sağladığım o altın yıldan bu yana bilim insanlarının tarih boyunca ödediği bedellerin ne olduğu hakkında gerçek bir fikir edindim. Diğerleri gibi ben de birçok bedel ödedim. Bir şehir efsanesi olduğuma inanmayan ve idamımı isteyen kimileri tarafından günah keçisi ilan edilmiş olsam da ara sıra insanlığa yapığım katkılardan bahseden bazı tarafsız blog yazılarını okuyarak rahatlamaya çalışıyorum. “Anı Taciri”, “Karaborsa Hatıracı” ve hatta “Bilimin Yüzkarası” gibi birçok acımasız lakap takıldı bana. Deccal olduğumu bile iddia edenler oldu. Bunca haksız eleştiriye göğüs gererken ortaçağda doğmadığıma bolca dua ettim. Buluşumun büyüklüğünü anlamayanları fotoğraf makinelerinin ruhlarını hapsedeceğine inandıkları için fotoğraf çektirmeyen Kızılderililere benzetiyorum. Onca imkâna rağmen fotoğraf veya video çekmeyip anılarını sadece hatırladıkları şekliyle zihinlerinde yaşatmak isteyenlere saygı duysam da çocukluğumdan bu yana onlardan biri olmayacağımı biliyordum.
Zamanın içinde yolculuğun mümkün olduğunu anlatan çocukluğumun hikâye kitaplarından yine aynı konuyu işleyen bilimsel makalelerin içinde kaybolduğum günümüze nasıl geldiğimi düşünürken aslında hayat yolculuğumun da bu tipte bir yolculuktan ibaret olduğunun farkına varmıştım. Zamanda yolculuğu gerçekleştirebilmemizin yakın bir zamanda mümkün olmadığına ikna olduğumda zihnimde başka türlü soru işaretleri türemişti. İnsanların en büyük ortak paydalarından biri olan geçmişe duydukları özlemleri konusunda bir şeyler yapmalı, anıların tekrar nasıl canlandırılabileceği üzerine çalışmaya başlamalıydım. Hatıraların canlandırılması zamanda yolculuğa farklı bir bakış açısı getirecek ve bir anlamda bu yolculuğu mümkün kılacaktı. Aziz Augustin’ in “ Zaman geçmiş bir şey midir yoksa her zaman mevcut mudur? ” sorusu kafamın içinde yankılanırken dışarıda bir yerlerde henüz kimsenin göremediği, düşünemediği bir yolun mutlaka var olduğuna kendimi inandırmıştım. Günler ve geceler birbirini takip edip mevsimler değişirken somut bir ilerleme kaydedememiş, kendimi tuhaf bir umutsuzluk girdabının içinde bulmuştum. Tüm ümitlerimi yitirmek üzereyken araştırmalarım esnasında karşıma bir doktor çıkmış ve bir asır önce yaptığı deneyleriyle dünyamı değiştirmişti. Doktor Masaru Emoto’nun “Su Molekülleri” deneyi benim için tünelin sonunda beliren gün ışığıydı. Doktor, su damlalarını önce saf halleriyle daha sonra da onlara çeşitli sesler vererek donduruyor ve üzerlerinde oluşan kristalleri özel mikroskoplarla inceliyordu. Su damlalarının molekülleri farklı duygu durumlarında kendilerine doğru söylenen kelimelerle veya çalınan notalarla farklı şekiller alıyordu. Olumlu sesler ve duygular karşısında suyun aldığı şekil ve bünyesinde oluşturduğu benzersiz güzellikteki motifler bana tekrar umut aşılayan kıvılcımlar olmuştu. Onun çalışmalarını bir sonraki adıma taşımak için beklediğim ilhamın gelmesi uzun zaman almış olsa da suda oluşan kristalleri yüzde sekseni su olan insan beyni ile nasıl ilişkilendirebileceğimi deneyleri gördüğüm ilk andan itibaren düşünmeye başlamıştım. Ameliyat yapan bir cerrah titizliğiyle insanların anı kesitlerini katılaştırıp önlerine sunduğum ve dünyanın tüm ilgisini çekmeyi başardığım o günden bu yana gördüğüm saygıya, nefrete ve dolup taşan banka hesaplarıma halen alışamadığımı söylemeliyim.
Aşırı ilgiden bunaldığımda çalışmalarımı artık sürdürmeyeceğimi açıklayıp kendi kabuğuma çekilmek istemiş olsam da bu mümkün olmadı ve eşim tüm dünyaya vefat ettiğim yalanını söylemek zorunda kaldı. Henüz herkesin gözünde bir ölü değilken, hayatımdaki asıl kırılma noktası katılaştırıcıyı tamamladığım o gün olmuştu. Beynin amigdala bölgesindeki su moleküllerinin zihinde en çok iz bırakan anıları ve rüyaları depolayan birer katı disk gibi çalıştığını keşfettiğim an insanlık için de bir dönüm noktasıydı. Beynin bu bölümünden bir nano-şırınga yardımıyla çektiğim suyu dondurup kristallerini mors alfabesine benzer bir sistemde kodlamış ve anıları görüntülere dönüştürmeyi başarmıştım. Tek boyutlu görüntülerle yetinmemiş, anıların içine girilebilir bir şekilde üç boyutlu halde modellenmelerini de sağlamıştım. Buluşuma tınısı kulağıma halen tuhaf gelen “Katılaştırıcı” ismi verildi. Geçen yıllar içerisinde ünlü olmanın doğal bir sonucu olan meraklı gözlerden ve nostalji meraklısı milyarderlerin tekliflerinden sıkılmıştım. Her bilim insanı gibi sıra dışı buluşların iyiliğin yanında kötülüğü de beraberinde getireceğini bilsem de içimde kök salan bilinmeyeni her ne pahasına olursa olsun ortaya çıkartma isteğine engel olamamış ve moda haline gelen tabiriyle “kaybolacak” olanları düşünmemiştim.
Çocuğu şu veya bu sebeple ölen ebeveynler, âşık olduğu kadın veya adam hayatından çıktıktan sonra bir daha kendilerini toparlayamayanlar, hayatlarının kırılma noktası olabileceğine inandıkları fırsatları kaçırmış olanların geçmişlerini izlerken yok olup gidebileceklerini bilemezdim. İzlerken kendilerinden geçtikleri hologramları karşısında kafalarında kurşun deliği açanları, gerçeklikten koparak hologramın içinde yaşadıklarına inanmaya başlayanları ve yaşıyor görünseler de geçmişlerinin kara deliklerinde kaybolarak birer hayalete dönüşecek olanları öngörememiştim. Bu kaybolma kavramı da tıpkı katılaştırıcı ismi gibi tuhaf geliyor halen kulağıma. Bu ismi “kaybolanlar” başlıklarıyla haber yapan yayın organları koymuştu. Kaybolanların yakınlarını peşime düşürenler de yaptıkları izlenme oranı kaygılı ve kötü niyetli haberlerle yine onlardı.
Özünde hiçbir zaman mükemmel olamayacak hayatın mükemmele en yakın noktalarını sürekli yaşama arzusu insanlar üzerinde bir nevi uyuşturucu bağımlılığı etkisi yapıyordu. Benim uyuşturucum ise insanlara bu imkânı sunmak için sürekli çalışmak ve bu yolla tanrı kompleksimi tatmin etmekti. Kaybolacak olanları tahmin edebilseydim bile ulaştığım noktayı insanlığa açıklamadan göçüp gitmeyeceğime emindim. Bunca düşman kazanmamın, yakalanıp idam edilmek istenmemin ve herkese öldüğümün söylenmesinin sebebi keşfettiklerimi kendime saklayamamamdı. Ölen çocuklarını, eşlerini, bataklığa batmadan önceki hayatlarını anılarını katılaştırarak geri getirdiğim devlet adamlarının koruması altında olmasam ölümümü anlatan onca haber şimdiye kadar çoktan gerçek olmuştu.
Şimdi, hologramın içerisinde hapsolmuş gençliğimize bakıp pişmanlıkların ve vicdan azabının getirdiği burukluğu hissederken günün birinde diğerleri gibi kaybolma ihtimalimi düşünüyorum. Huzmelerin arasından geçen kırmızı ışık demetinin halen tam olarak aydınlanmamış odamın duvarına tekrar yansıdığını fark ediyorum. Yorgun gözlerimin beni bu kez yanılttığını sanmıyorum. Ayağa kalkıp sırtımı duvara yasladığım anda ince lazer ışığının önce alnıma oradan da göğsüme doğru indiğini görüyorum. Beresiyle kapadığı yüzünü göremediğim katilimin silahının dürbününe doğru düz bir örümcek ağı gibi uzayan yoğun ve keskin ışığa şaşkınlıkla bakıyorum. Susturuculu silahının tetiğini çektiğinde çıkan tiz sesi hızını artıran asit yağmuruna rağmen duyabiliyorum. Gömleğimin orta yerinden etrafına doğru yayılan koyu kıvamlı kanın izine ve sesten birkaç milisaniye sonra camda açılan kurşun deliğine takılıyor sırasıyla gözlerim. Düşmemek için yalpalıyor, masaya tutunmaya çalışıyorum. Hayatım boyunca onlara tutunarak yaşamaya çalıştığım, çalışmalarımla dolu defterlerimden birkaç tanesi benimle birlikte yere düşüp etrafa saçılıyor. Zemine sert bir şekilde kapaklanıyorum. Hayatım en önemli anlarıyla gözlerimin önünden bir film şeridi gibi geçerken perdede nedense Doktor Emoto’yu değil Doktor Frankenstein’ı ve Boris Karloff’u görüyorum. Çocukluğumda babamın dokunmamı yasakladığı manyetik bantlı videokasetlerden oluşan arşivinden kaçırarak defalarca izlediğim ilk Frankenstein filmini anımsıyorum. Başımı kaldırıp hologramıma, ellerimle yarattığım canavara son kez baktığımda o ilkbahar sabahında oltamı attığım nehrin yüzeyinde yine yüzünü görüyorum. Hiç kimsenin ömür boyu bir başkasına hasret duyarak yaşadığımı görmesini istemediğim için anı ve rüya disklerini ellerimde kalan son bir güçle kırıyorum. Hayatı sürdüren suyun hafızasında bu kez kendi sonumla yer ediyor, ikinci ve son kez ölüyorum.