Menu
EXIT
Öykü • EXIT

EXIT

Otuz milyondan fazla insanın yaşadığı bir kentin en kalabalık yerlerinden birinde, Tokyo'nun Shibuya meydanında ansızın düşmüştün aklıma. Yaya geçidine bakan kaldırımlardan birinin üzerinde dikilip yolun ortasındaki kalın beyaz çizgilere dalmış, bir sel misali akan insanları izliyordum. Zihnimde açılan pencereden geçmişime bakıp yaşananları düşünürken yüzüme hiç bakmayarak bana aslında bir hayalet olduğumu hatırlatan diğer yüzlere boş bir ifadeyle bakıyordum. Kendilerini bir canavara -belki de çocukluklarından bu yana ölesiye korktukları icatları Godzilla'ya- dönüştüreceğini düşündükleri virüslerden korunmak için ağızlarına taktıkları o beyaz doktor maskelerine bir türlü alışamadığım ifadesiz onca yüze bakarken çocukluğumun Pazar kahvaltılarında izlediğim çizgi filmlerden birinin içinde bulmuştum kendimi. Her sabah vagonlarına üst üste yığıldıkları, kurşun adını verdikleri hızlı metrolarında ayakta uyumayı başarabilen insanlar eve dönüş yolunda gün boyu aldıkları kafeinin de etkisiyle epey dinç görünüyorlardı. Çoğu yeşil diyotlarla renklenen ve etrafa bakındığımda anlayabildiğim tek ibare olan EXIT yazılı tabelalara doğru koşar adım ilerliyorlardı. EXIT'leri takip ederek meydana çıktım. Meydanda bir gökdelenin ortasına yerleştirilmiş devasa ekrana dalmışken ne durumda olduğunu merak etmiştim. Bedenin çoktan toprak olmuş, kemiklerin yeniden bir araya gelecekleri günü beklemeye başlamışlardı. Buna inanmayı ilk kez sen öğretmiştin bana. Komşular ve akrabalar bir süreliğine bizim de tekrar edeceğimiz o cümleyi söylemeden edememişlerdi bu dünyadan gittiğinde: "Öldü de kurtuldu!". Tüm tanıdıklarını yitirmiştin. Tanıdıkların ve tanımadıkların da seni. Bu düşünce trenini zihnimin istasyonuna getiren meydandaki o büyük ekran olmalıydı. Sürekli Nefes Alan Dünya'yı gösterdikleri o heybetli ekrana baktığım bir buçuk dakikanın sonunda üç yüz yirmi insan doğmuş, yüz elli beş insan göçüp gitmişti dünyanın farklı duraklarında. O an yine sorgu meleklerine ne yanıt verdiğini, ömrünün son yıllarını yatağa bağımlı bir halde geçirmenin kalan günahlarının kefareti olup olmadığını düşünmüştüm. Dünyaları dolaşsam da dinmeyecekmiş gibi gelen o ilk gençlikteki özgürlük arzuma engel olup ikimizi yirmi metrekarelik bir odaya hapsettiğini düşündüğüm kaderlerimize de epeyce sövmüştüm zamanında. Daha sonra yaşanacakların her şeyin ilahi bir planın parçası olduğu gerçeğini anlamamaktaki direncimi kıracağını bilemezdim elbette.

Bunları düşünürken inceden bir yağmur başlamıştı. Yağışsız havalarda da birbirlerinin yüzüne bakmayan bu düşünceli insanlar yere bir kaç damla yağmur düştüğünde şemsiyelerini çıkartır, birbirlerinden korkarak ve şemsiyelerini kalkanları yaparak evlerine dönmeye çalışırlardı. Yağmur hızını artırmış, insan selinin damlaları türlü renkteki şemsiyelerini yine açmışlardı. Sarı, siyah, kırmızı, mor ve şeffaf binlerce şemsiyenin uyumsuz uyumu caddeleri kaplamıştı.

Bir kaç akşam önce uykum kaçtığında odamın camını açıp karanfilli bir sigara yakmış, çektiğim ilk nefesi kırmızıya çalan gökyüzünü kaplayan gri bulutlara doğru üflemiştim. Odada sigara yasaktı ve illâki içilecekse oteldeki onca EXIT'ten birinin hemen dışında içilmeliydi. Dünyanın bugünkü ortak dilini kullansam da söylediklerimi anlamayan, tek amacı çalışmak olan -ki Çehov'a bile sözünü "Bizi kararında çalışmak kurtarır!" diye değiştirtecek yoğunlukta bir çalışma- ve şimdiden bir asır ötede yaşayan insanların ülkesinde bir filmin içinde gibiydim. Anlamını bilmediğim neon tabelaların yerde biriken yağmur suyuna yansıyarak bükülen harflerine bakarken henüz küçük bir çocukken elimde gazozum ve cipsimle bir VHS kasetten izlediğim Bıçak Sırtı filminin içindeydim yıllar sonra. Her ne kadar geçmişle bağlarımı koparmamam gerektiğini düşünsem de anı kumbarasına attıklarımın beni bugünü geçmişte biriktirdiklerinden ibaret birine dönüştürmesinden de korkuyordum. Unutmanın alışmanın önkoşulu olduğunu bilsem de o klişe deyişle kalabalıklar içinde onca yalnızlık çekerken unutmak günden güne zorlaşıyordu.

Odamın telefonu günlerdir çalmıyor, kayıt masası görevlisi bir önceki gece internet bağlantılarının dünyanın en hızlısı oluşu ile övünmüş olsa da bilgisayarımın kapağını kaldırıp ekranına bakmak gelmiyordu içimden. Oysa geçmişe doğru bir yolculuğa çıkmak için değil bilgisayarımın ekranına kilitlenip çalışmak için geçmiştim okyanusu. Duvara asılmış, orijinalinden kopyalanarak yeniden üretilmiş bir resim Sait Faik'in hikayelerini anımsatıyordu. İçinde deniz de yoktu oysa. Başak tarlasının saman sarısı rengini doğala çok yakın bir tonda vermeyi başarmıştı ressam. Üstelik karanlıkta bile seçilebilen bir gerçeklikte. Belki de buydu bilinçaltımın kurduğu bu ilişkinin nedeni.

Gözlerimi kapayınca ayçiçeği tarlamızda bir gün geçirmek için yola çıkmayı beklediğim o günü hatırlıyordum sonra. Sofada yüzüme vuran, yaz güneşinin etkisini azaltan meltemi ve gugukçuk kuşlarının seslerini yeniden duyuyordum dünyanın öteki ucunda. Başka bir hikayeciyi hatırlıyordum bu kez. "Bilmediğin, düşünde bile göremeyeceğin dev uçaklara binip okyanuslar aştı, uğultulu kentlerin caddelerinde, parklarında dolaştı..." diyordu cenazesine yetişemediği annesine yaşadıklarını geç de olsa anlatırken. Dev bir uçakta okuduğum satırları yeniden düşüyordu aklıma.

Yıllar sonra yine, elimde artık yaşamayan başka birinin nüfus cüzdanı ile onun bu dünyadan ayrılışını onaylatmak için bekliyorum bir hastanede sıramı. Günlük koşuşturmaların arasında unuttuğum hayat ve ölüm dengesi Shibuya meydanındaki ekranı geri getiriyor gözlerimin önüne. Halen Nefes Alan Dünya'yı gösterip göstermediğini, o büyük ekrana baktığım günden beri doğup ölenlerin sayısının ne olduğunu ve aslında makineler için sadece birer istatistik oluşumuzu düşünüyorum. Soğuk, beyaz duvarlar arasında işi ölenleri kaydetmek olan ve buna korkutucu derecede alışmış kadın da bakmıyor yüzüme. Demek ki halen bir hayaletim. Tükenmiş bir hayatı, tükenmez bir kalemle sayfanın en üstüne yazıyor.

Başka bir dilde dört harften ibaret yazdığı:

EXIT.

Diğer Yazıları