Çağdaş Türk resminde imgenin bilinçaltını inceleyen çalışmalarıyla tanınan dilbilimci ve sanat kuramcısı Prof. Zeynep Sayın, Hilye-i Şerif geleneğinin felsefi zeminini anlatıyor
*Hilye-i Şerif, suret yasağından, bir zorunluluktan ortaya çıkan bir estetik üretim midir?
Hiç ilgisi yok. Bu bir tercih. Bu tercihin arkasında ontolojik anlayışı olan bir zemin var. Allah’ın hilkatten önce üzerinde boşluk, altında boşluk bulunan, amâ denen koyu bir bulutta olduğunu söyleyen bir hadis-i şerif var.
Tıpkı insanın nefesinde sözlerin şekil kazanması gibi, Allah, bu bulutun içinden nefesiyle, Kün emriyle bütün evreni üflüyor. Nefesu’r-rahman. Dolayısıyla evreninin bizatihi kendisi harflerden oluşuyor.
Evrenin harflerden, Tanrı’nın soluğuyla oluşması bana harikulade geliyor. Harfler Tanrı’nın soluğuna sahip. Böyle bakınca bu harfleri birer Çin ideogramı gibi aynı anda okunmak ve bakmak için yapılmış olan canlı varlıklar olduğunu görüyoruz. Aynen Tao Te Ching’in yazdığı gibi.
Chi enerjisi, gibi... Reiki’nin ki’si gibi... Harfler, evreni canlandırma yetisine sahip olan enerji düğümleri, potansiyellikleri.
Dolayısıyla suret yasağı hurafesinin yanısıra İslamiyette yaratıcılık da yasaktır da bir hurafe. Harflerin, hilyelerde ya da yazı resimlerde bir araya gelmesi, ontolojik bir tasavvurdan kaynaklanan bir şey. Suret yasağından değil. Suret yasağı diye bir şey yok. Olsaydı, Hz. Muhammed’in peçesiz tavsirlerinden başlayarak geriye kalan bütün kutsal kişilerin görselleri olmazdı. Siyer-i nebiler, miraç tavsirleri olmazdı. Hilye, suretin yokluğundan değil, harfin yaratıcılığından kaynaklanıyor. Peygamber suretleri gani gani var yoksa...
Sadece Şiada değil, Osmanlı’da, Emeviler’den başlayarak her yerde, her çağda... Hilye-i Şerif ise peygamberin güzel niteliklerini betimlerken ontolojik bir tasavvurdan hareket ediyor.
* Bu sergide Hilye-i Şerif’in yeni örnekleriyle karşı karşıyayız. Gelenek nasıl güncellenir? Bunu yaparken başka bir şeye dönüşmez mi?
Güzel bir soru. Gelenek sürdürülür. Nasıl ayakkabı yapmak sürdürülüyorsa... Burada şuna dikkat etmek gerekiyor. Hilye-i Şerif geleneğini, olmadığı bir alana atfederek sanat alanına sokmamak.
Yani Hz. Muhammed’in özelliklerini betimleyen Hilye-i Şerif’i sanat yapıtı diye duvara asmak bana meselenin kendisiyle çelişiyor gibi geliyor.
* Böyle bir koleksiyonun, çok sayıda hilyenin yan yana sergilenmesi onu okumaktan ziyade bakmaya indirgemek değil mi?
Hilye-i şerif bir imge ve iki şey üzerine kurulu. Figüratif bir değer olan harf, bakmak ve aynı zamanda okunmak için. Ama harfler bir araya gelip figürasyona dönüştüğünde, kim ne derse desin bütün bu hilye-i şerifler sonuçta plastik değerler olarak kaligrama özgü bir çelişkiden solup alıp veriyorlar: Okundukları anda bakılamıyorlar, bakıldıkları anda okunamıyorlar. Bizler Arapça bilmiyoruz.
Biz Türkler, Arapça bilmediğimiz noktada bunların o gerilimini yok ederek onları tümüyle bakılabilir değerlere indirgiyoruz. Bu da bana tuhaf geliyor. Son derece oryantalist bir tavır bence.
Avrupalı’dan bu anlamda farkımız yok. Muhafazakârmış gibi görünüyorum belki bu sözlerimle ama öyle... Bu da dindarlıkla yüzde yüz örtüşmeyen bir tavır bence.
Geçmişi ve tarihi öldürmek
* Sizin çağdaş resimde geleneği kullananlara karşı bir tavrınız var. Erol Akyavaş’tan itibaren bu tavrı sorunlu buluyorsunuz...
İran’daki ve Arap dünyasındaki çağdaş sanat da bunu yapıyor maalesef... Resimlerini kendi folklorik öğelerine indirgeyerek kendilerine bir kimlik tesis etmeye çalışıyorlar. Lam’ı, vav’ı birebir alıp tuvalde kullanmak harfin ontolojik canlılığını ölü bir plastik figüre indirgemek, natürmort yapmak demek. Geçmişi, tarihi de öldürmüş oluyor bunu yapan... Erol Akyavaş başta olmak üzere herkes bunu yaptı. İçsel bir sorumluluktan, tepkiden gelerek yapmış olsa bile yaptığı budur.
Erol Akyavaş, Arapça bilmiyor mesela... Bütün bu harfleri Türkiye’de plastik öge olarak kullananlar Arapça bilmiyor.
MİLLİYET, 10.02.2013, SÖYLEŞEN: AYŞEGÜL SÖNMEZ