Menu
YILIDIRIM TORUN'DAN
Haberler • YILIDIRIM TORUN'DAN "KLASİK ANARŞİZM"... ÇIKTI

YILIDIRIM TORUN'DAN "KLASİK ANARŞİZM"... ÇIKTI



Yıldırım Torun'un "KLASİK ANARŞİZM" adlı kitabı,Savaş Yayınları arasından çıktı (Ankara, 2009)
Godvin, Proudhon, Bakunin ile Kropotkin'in anarşizm konusundaki kuram ve felsefeleri üstünden klasik anarşizminincelendiği eserin "giriş yazısı":
Siyaset felsefesinin problem alanı itibariyle iki temel soruya yöneldiğinden bahsedilir. Bunlardan birincisi, toplum halinde yaşayan insanların haklarının belirlenmesini öngören “kimin neye hakkı olacak?”, ikincisi ise, siyasal erki kullanma salahiyetini elinde bulundurma anlamında “herkes adına kim konuşacak?” sorusudur.1 Bu sorulardan ikincisi, yani siyasal erki kullanma salahiyetinin kime ait olduğu problemi, doğrudan doğruya devlet diye tanımlanan kurumsal otoriteyle alâkalıdır. Dolayısıyla bu sorun, devletin gerekliliği tartışmasını ve toplumsal örgütlenmenin mahiyeti problemini de beraberinde getirir. Zira bu soruya verilen cevap da toplumsal birlikteliği düzenleyici ilkeleri uygulayacak üst bir otoriteye ihtiyaç duyulup duyulmayacağını ve şayet böyle bir gereksinim kaçınılmaz ise, bu üst otoritenin yetkileri ile kişilerin hakları arasındaki ilişkinin hangi minval üzere kurulacağını açıklama maksadını taşır.
“Herkes adına kim konuşacak?” sorusu, böylece ilk etapta devlet problemini çözmeyi amaçlar. Buna bağlı olarak da “insan doğasının niteliği”, “bu doğanın insan ilişkilerine getireceği ivme” ve “bu ilişkileri düzenleyici ilke ve kurumların uygulanışı” gibi konuların açıklanmasına çalışır. Ancak bu sorunların çözümüne

yönelik önerilerin farklılaşması, ilk önce devletin gerekliliği problemini tartışmaya açar. Nitekim nasıl bir siyasal formun tercih edilebilir olduğu sorusu, devletin gerekli olup olmadığına ilişkin sorunun cevaplanmasının ardından ehemmiyet kazanır. Dolayısıyla bu noktada, “devlet gerekli üst bir otorite midir?”, “Eğer gerekli ise en ideal formu ne olmalıdır?” ve buna karşın “Eğer gereksiz ise devletin işlevlerini üstlenecek başka bir yapı kurulabilir mi?” türünden sorular ortaya çıkar.

Devlete yönelik analizlerde iki tür sorunun ortaya çıktığı görülmektedir. Bunlardan birincisi, “Devlet ne olmalıdır ve ne yapmalıdır?” şeklinde beliren normatif ya da değerlendirmeci bir sorudur. Bu tür bir soru, siyasal otoritenin kurulmasından sürdürülmesine, devlet ile mensupları arasındaki doğru ilişkiden devlet eylemlerinin kabul edilebilirlik sınırlarına kadar geniş bir yelpaze açar. İkincisi ise, “Devlet gerçekte neye benzer?” şeklinde ortaya çıkan, olguya dayalı ya da empirik nitelikli bir sorudur. Bu sorulardan birincisi, siyaset düşünürleri tarafından ortaya konulurken ikincisi, siyaset bilimciler ve siyaset sosyologları tarafından ele alınan soru biçimleridir.2

Yukarıda ifade edilen soruların yanıtlanabilmesi adına ilk etapta devlet kavramının ne anlam ifade ettiğine dair bir tanımlamanın yapılması kanaatimizce gereklidir. Bir kurumlar bütünü, bir toprak birliği, felsefî bir düşünce, bir zorlama ya da baskı aracı gibi farklı şekillerde anlaşılan ve ele alınan devlete yönelik üç farklı perspektifin var olduğu düşünülür. NFL; idealist, fonksiyonalist ve örgütsel perspektiflerdir. İdealist yaklaşımın en tipik örneklerinden birini yansıtan Hegel, sırasıyla aile ve sivil toplum kavramlarıyla açıkladığı sosyal var oluşu, devlet unsuruyla tamamlamaktadır. İnsanların, çocukları ya da yaşlı akrabalarının iyiliği adına kendi çıkarlarını bir kenara ittikleri “özel altruizm”in hâkim olduğu aileye karşılık, sivil toplumda insanlar, kendi çıkarlarını diğerlerinin üstünde gördükleri için evrensel bir egoizm alanı yaratırlar. Yani sivil toplumu. Devleti ise, Hegel, bu açıdan, karşılıklı sempati yani evrensel altruizmle temellenen etik bir topluluk şeklinde kabul eder. Ancak Hegel’in düşüncelerinde örneklenen idealist perspektifin, devlete eleştirel tavır sergilemeyen bir saygıyı barındırması, bir eksiklik olarak görülmüştür. Fonksiyonalist yaklaşım açısından ise, devlet kurumlarının rolü ve amacı ön plana çıkmaktadır. Burada devletin, sosyal düzenin idamesi gibi temel bir işlevi üstlendiği kabulü söz konusudur. Zira bu yaklaşım açısından devlet, düzeni desteklediği gibi sosyal istikrarı da sağlayan kurumlar dizisi biçiminde özetlenir. Fonksiyonalist devlet görüşüne yönelik eleştiri ise, aile, medya, sendikalar ve kilise gibi düzen sağlayıcı kurumları devletle birleştirmesidir. Son olarak örgütsel yaklaşım, geniş anlamıyla ele alındığında, devleti, bir hükümet aygıtı şeklinde tanımlayarak sosyal varlığın kolektif örgütlenmesinden sorumlu olduğu, giderleri toplum tarafından karşılanan ve neticede bir dizi kamusal kurumun adıdır. Devletle sivil toplumu birbirinden ayırması hasebiyle bu yaklaşımın başarılı olduğu iddia edilmektedir. 3

Devlete ilişkin farklı tanım ve açıklamalar, siyasal teorilerin de kaynağını teşkil etmesi açısından önemlidir. Mesela; Marks, devleti, “egemen gücün toplumdaki diğer sınıfları ezmek için kullandığı bir baskı aracı”4 şeklinde tanımlarken, Weber, modern devlete gönderme yaparak tanımladığı devleti5, “meşru şiddeti tekelinde bulunduran kurum” biçiminde görür.6 Ancak farklı şekillerde tanımlansa da devleti, en genel anlamıyla, belirli sınırlar içerisinde egemen bir hükümet yetkisi tesis ederek kamusal olarak tanımlanabilen ve kamu tarafından finanse edilen kurumları vasıtasıyla otorite uygulayan siyasî bir birlik biçiminde tanımlamak mümkündür.7

Devlet sorunu, tarihi süreç içerisinde farklı şekillerde ele alınmış, bazen reddedilmiş, bazen gerekli kabul edilmiş ve buna paralel olarak da fonksiyonları ve mahiyeti itibariyle farklı şekillerde kurgulanmıştır. Bu kurgular içerisinde otoriteryan siyasal formların yanı sıra devletin işlevlerini minimal seviyeye indirgeyen siyasal form talepleri de ortaya çıkmıştır. Ancak devletin mahiyetinin belirlenmesini öngören bu farklı siyasal form taleplerinden önce “niçin devlet?” sorusunun cevaplanması gerekmektedir.

Devletin gerekliliği tartışması, devletin olmadığı bir durumun tercih edilebilir bir durum olup olmayacağı sorusu üzerine yoğunlaşmaktadır. Devleti gerekli gören siyaset felsefelerinin birçoğunda devlet, kendisinin olmadığı bir duruma nispetle daha ideal bir hayat için gerekli görülmüştür. Devlete sınırlı bir fonksiyon atfeden minimal devlet savunucuları bile, devleti, devletsiz bir duruma tercih etmişlerdir. İlkçağ düşünürlerinden Platon ile başlayarak modern felsefe içerisinde tartışılan siyasal form yaklaşımlarına kadar geçen süreç içerisinde, birbirinden farklı argümantasyonlara dayandırılsa da devletin gerekliliği fikri üzerinde mutabakata varılmıştır. Devletin niçin var olduğu ya da olması gerektiği problemi üzerinde belki de ilk duran düşünürlerden Platon, bu sorunun cevabını, işbölümü esasına dayandırmıştır. İnsanların var oluş itibariyle farklı doğalara ve yeteneklere sahip olarak dünyaya geldiğine inanan Platon, toplumun insanların yaşamlarını devam ettirebilmek ve temel ihtiyaçlarını karşılamak amacıyla benzerleriyle bir araya gelmesinden doğduğunu düşünmüştür. Çünkü insanlar var oluş itibariyle farklı doğalara ve dolayısıyla farklı yeteneklere ve eğilimlere sahip olduklarından, benzerleriyle bir arada yaşama ihtiyacı içerisindedirler. Nitekim çiftçi marangozun, marangoz da çiftçinin ürettiklerine muhtaçtır.8 İnsanlar arasında var olduğu öngörülen “işbölümü”, toplumun oluşumunda öncü etkenlerden birisidir.  İşbölümüne dayalı toplumda her insan doğasına uygun bir işle meşgul olarak belirli bir sınıf içerisinde yer alır. İnsanların kalıtımsal olarak farklı doğalara sahip oldukları düşüncesi ve bunun sonucunda ortaya çıkan işbölümü, sınıflı ve eşitsizlikçi bir toplum tasavvurunu ortaya çıkarır. Farklı doğalara sahip insanların oluşturduğu toplum, bu çerçevede besleyiciler, koruyucular ve yönetenler olmak üzere üç sınıftan müteşekkildir. Her insan, mensup olduğu sınıfın bir üyesi olarak yükümlülüklerini yerine getirir ve topluma katkıda bulunur. Yarı kast sisteminin hâkim olduğu bu toplum, Platon’a göre ideal toplumdur. Toplumun varlığı ise, devlet denen birlikteliğe zemin hazırlamıştır. 9

İnsanı politik bir hayvan, devleti ise doğal bir yapı şeklinde değerlendiren Aristoteles ise, her insanın sosyal olma eğilimi taşıdığını ve temel ihtiyaçlarını karşılamak üzere toplum yaşamına yöneldiğini savunur. 10 Devletin en üstün birlik biçiminde algılanması ise, insan doğasına atfedilen niteliklerle açıklanabilir. İnsanın ahlâkî doğası devlet diye tanımlanan birliktelikte tamamlanır. Bu açıdan bakıldığında insan devletten ayrı değildir ve ona karşı herhangi bir üstünlüğü de yoktur. 11

İlkçağ felsefesinde Platon ve Aristoteles’te örneklenen devletin gerekliliği fikri, modern felsefeye gelindiğinde doğa durumu varsayımıyla ilişkilendirilerek şekil kazanmıştır. Grotius’tan Hobbes’a, Locke’tan Rousseau’ya birçok düşünür, doğa durumu varsayımıyla devletin kabul edilebilirliğine zemin hazırlamışlardır. Devlet, Grotius’a göre ortak ilgilerin ve hakların yaşanması amacıyla özgür insanların bir araya gelerek oluşturdukları bir birlikteliktir.12 Grotius’a göre insanlar, sivil toplum oluşturma gayesi çerçevesinde bir araya gelmişlerdir. Ancak bu birliktelik, Tanrı’nın emri değil, insan iradesinin bir sonucudur. Bu bir araya gelme isteğinin kaynağında yatan neden ise insanların tek başlarına kendilerini savunamamaları ve tehlikeye açık olmalarıdır. Bu yüzden insanlar, temel ihtiyaçlarını karşılamak ve güvenli bir yaşam kurabilmek uğruna sivil toplumu kurmuşlardır. Bu birliktelik, devlet gücünün de doğmasının sebebidir.13

İnsanların doğuştan eşit olduğunu savunan Hobbes’a göre ise, doğa insanları bedensel ve zihinsel anlamda eşit yaratmıştır. Ancak bu eşitlik güvensizliği, güvensizlik ise, devletin olmadığı doğa durumunda savaşı tetiklemiştir. Devletin olmaması, toplum içerisinde yaşayan herkesin birbiriyle savaşmasına neden olur ve bu savaşta da adalete aykırı hiçbir şey yoktur. Savaş durumu şeklinde tanımlanan doğa durumunda geçerli yasa ise, doğal hukuktur. Doğal hukuk, Hobbes’a göre, akılla belirlenen, insanların hayatlarını koruyabilmelerini sağlayan ve kendileri için zararlı şeyleri yasaklayan genel kurallardır. Doğal hakka gelince, bu,NBA, insanın, doğasını ya da hayatını koruyabilme adına sahip olduğu gücü kullanması, bu amaca ulaşmak için akıl yoluyla bulduğu her türlü metodu kullanma özgürlüğünü elinde tutmasıdır.14 Bu haklar; hayat, hürriyet, mülkiyet ve güvenlik haklarıdır.  İnsanlar, temel ve doğal haklarını korumak adına devleti kurmuşlardır.15 Sonuç itibariyle Hobbes açısından devletin varlığı, doğa durumunun problem teşkil eden bir yapıya sahip olmasından ileri gelir. İnsanlar hayatlarını ve temel haklarını koruyabilme adına devleti kurmuşlardır.

Locke’a göre de doğa durumu, hiçbir insanın bir başka insan üzerinde egemenlik hakkının olmadığı bir eşitlik durumudur. Bu yüzden doğa durumunda, insanlar için bağlayıcı olan üst bir otoritenin varlığından bahsedilemez. Aynı zamanda özgürlük durumu olarak da adlandırılan doğa durumunda, her insanın, yargılama ve otorite hakkı vardır. Sivil bir otorite olmadığı için de her insan, kendi davasının yargılamasını kendisi yapmak zorundadır. Yani insanların, problemlerini çözmek ve temel ve doğal haklarını muhafaza etmek adına güç kullanma hakları mevcuttur. Bu nitelikleriyle doğa durumu, bir savaş durumu olmasa bile savaş durumuna dönüşme tehlikesi taşır.16 Bu tehlikeden dolayıdır ki insanlar sivil bir otorite kurma yoluna gitmişler ve devleti kurmuşlardır.

Rousseau’nun tasarladığı doğa durumu ise, Locke’unki kadar iyimser, Hobbes’unki kadar da kötümser değildir. Ona göre doğa durumunda yaşayan her insan, bireysel yararını koruyabilme amacına yönelmiştir. Doğa durumunun buna imkân vermeyecek bir hale gelmesiyle birlikte, insanlar toplumsal bir sözleşmeyle siyasal iktidarı belirleme yoluna gitmişlerdir.17

Aşağı yukarı aynı argümanlardan, yani doğa durumundan daha güvenli ve yaşanabilir bir duruma geçme arzusundaki insanların devleti kurduğu yaklaşımından hareket eden bu düşünürler, sonuçta farklı siyasal formları öngörseler de yukarıda da ifade edildiği gibi, devletin var olması gerektiğine inanmışlardır. Üstelik bunu -Grotius hariç- varsayımsal bir tarzda tanımladıkları doğa durumundan hareketle temellendirmişlerdir.

Özetlemek gerekirse, devletin gerekli olup olmadığı sorusu, siyaset felsefesi içerisinde, temelde iki farklı yaklaşım tarafından değerlendirilmiş ve sorunun niteliği itibariyle de olumlu ve olumsuz olmak üzere iki cevap verilmiştir. Bu soruya devletin gerekliliğini savunma anlamında olumlu cevap verenler, siyasal erkin meşruiyetine yönelik argümanları itibariyle birbirinden ayrılmış ve bireyci, komüniteryan vb. sistemlerin savunusuna yönelmiştir. Bununla birlikte devlete karşı olumsuz tavır belirleyen siyasal anlayışlar, devletin gerekliliği fikrini reddetmiş ve onu ortadan kaldırılması gereken bir yapı şeklinde görmüşlerdir. Bu yaklaşımlar arasında en önemli yer ise Anarşizme aittir. Bu çalışmada yapılacak olan ise, devlete karşı olumsuz bir tavır sergileyen ve onu ortadan kaldırılması gereken bir yapı şeklinde değerlendiren bu yaklaşımı irdelemek ve temel argümanlarını açıklamaya çalışmaktır.

Bu çerçevede, Klasik Anarşizm başlığını taşıyan birinci bölümde, anarşizmin ne olduğu, devlet, toplum, özgürlük ve mülkiyet gibi konulara yönelik değerlendirmeleri ele alınacaktır. Klasik Anarşist Düşünürler başlıklı ikinci bölümde ise, başlıca dört klasik anarşist düşünür; Godwin, Proudhon, Bakunin ve Kropotkin’in düşünceleri ayrı ayrı ele alınacaktır.