Semiha Kavak: Öykü sanatının insanlık kadar kadim, dil kadar eski oluşu; öykü anlatımının gerçeklikle, zarafet arayışının ikilemi olduğu hakikatini değiştirir mi?
Ertuğrul Emin Akgül: Baktığımız yüzyılın perspektifine göre değişebilen bir hal alıyor; gerçeklik ve zarafet. Bu nedenle aslını düşünecek olursak hakiki olan bir alanın birliği tasdik ettiğini rahatlıkla görebiliriz ve bu ikilemin yapay / üretilmiş olduğu gerçeğine bizi ulaştırabilir. Büyük sezgi değişmez olduğundan ikilemden yola çıkarak oluşturulacak sorular da boşluğa düşecektir. Bu sorudaki eski tanımının tecrübeyle kuvvetli bir bağı olduğunu söyleyebiliriz. Buraya yaslanarak gerçekle, zarafet tanımlarının birbirinden ayrı olmadığını görmeye çalışmak gerek. Biz dergi olarak çalışıyoruz.
Semiha Kavak: Geleneksel öykü ile öykünün gelenek halini alışı arasında, yazar ve okuyucu arasında ne gibi geçişkenlikler mevcut. Siyasal, sosyal ve iktisadi yansımalar okuyucunun ruh halini rehabilite etmeye matuf bir sanat dalı halini alabilir mi öykü vasıtası ile?
Arda Arel: Öncelikle, geleneksel öyküden ne kastediyoruz, bunu tartışmalıyız. Geleneksel öykü çok havada bir tabir, bizim geleneğimizde öykü yok. Biz öyküyü batıdan aldık. Ve öykü yazarlarının, geçen zamanla, batıdaki biçem değişikliklerini takip etmesiyle öykücülüğümüz şekillendi, dahası şekillenmeye devam ediyor. Bu durumda öykünün gelenek halini alması da söz konusu değil. Çünkü günümüzde öykücülük, yine yazarının üslup anlayışına göre çeşitlilik göstermekte yani ortak bir kaide yok. Burada değinmek istediğimiz nokta veya ‘gelenek’ten kastettiğimiz şey İslami öykü ya da diğer bir deyişle Müslüman yazarın öyküsüyse… Ama yine aynı kapıya çıkıyoruz. Klasik anlatıyla tevhidi kovalayan yazar da post-modern anlatıyla tevhidi kovalamasa da bol bol gönderme yapan yazar da elimizde mevcut. Konuyu bu bağlamda ele alırsak yazar ile okuyucu arasındaki ‘geçişkenlik’lerden söz etmeye başlayabiliriz. Modern öyküyle İslami öykünün zıt kutuplardan yola çıktığını da düşünürsek, geriye sadece klasik ve post-modern tekniklerle yazılmış öykülerdeki yazar-okur ilişkisini sorgulamak kalıyor. Bu noktada, klasik öykülerin, post-modern öykülere nazaran, okurla aralarında kurduğu ilişki daha mesafeli ve ciddi olsa bile, okuru rehabilite etme noktasında, post-modern öykülere göre, daha idealist bir tutum içinde olduğunu görebiliyoruz. Bu durum, özellikle İslami kaygı güden, klasik teknikle yazılmış öykülerde had safhada mevcut. (ibret alma, hikmet bulma vs.) Post-modern tekniklerle çalışan öykü sevdasına kapılmış yazarların konuya aynı refleksle yaklaştığını düşünmüyorum. Ama İslami bir kaygı yine post-modern teknikleri kullanan yazarda da söz konusu ise meselesizliklerini/meselesizliklerimizi parodi, pastiş, gönderme gibi metotları kullanarak, yani klasik / geleneksel metinlerle kendi metni arasında bağ kurarak okura bir şeyler verme arzusuna matuf (matufu kullanmasam çatlayacaktım) olduğunu söylemek abes kaçmaz. Öyküyle tanışıklığımız henüz çok yeni, bundan dolayı hali hazırda bugüne kadar gelmiş ve devam edecek bir süreç hakkında yorum yapmak, bana pek sağlıklı gözükmüyor. Yine de bu yolda kalıcılığımızı da ciddiyetimizi de zaman gösterecektir.
Semiha Kavak: Grimm Kardeşler: Dağlık Almancasında bir öykü yüzeysel bir berraklığa sahip olursa, "lezzetini kaybeder ve çekirdek anlamı kaybolur." Bu tespit hem Doğu hem de Batı hikâyesi için ne gibi handikaplar içerir?
Burcu Bayer: İnsan bir şey söylerken hep başka bir şey anlatmak ister. Ya da beylik ifadeyi yumuşatarak söylersek, insan zihni, söylenenin arkasında başka bir anlam, daha derin, daha farklı ikincil, üçüncül anlamlar aramak eğilimindedir. Tüm mecazlar, semboller, istihareler, mazmunlar, alegoriler ve metaforların kaynağında insanın bu temel temayülünü görmek mümkündür. Yer ve yön fark etmeksizin modern öncesi tüm edebi metinlerde, masallarda, fabllarda, mesnevilerde ya da romanslarda bu izleği takip edebiliyoruz. Yüzeysellik, anlamın boşaltılıp yalnızca dışarının cilalanması, derinliği olmayan iki boyutlu metinler yeni zamanların başımıza açtığı belalardan biri. Çokça kullanılıp eskitilmiş bir benzetmeyle söylersek, istiridyenin kabuğunun parlaklığı ve güzelliğiyle yetinip, içini açmaya tenezzül etmeyip inciye ulaşmamak modern zamanın trendi. Belki de şimdiki istiridyelerin içinde inci de yoktur. Onu bilemiyoruz. Ama bir de şöyle düşünün, biz insanın doğalı beri taşıdığı meraka güveniyoruz: Merak size o istiridyeyi açtırır, inciyi buldurur. İster hermeneutik, ister yorumbilim yahut okur-merkezli eleştiri diyelim, bunların hepsi okurun metinle ister istemez bir yorum ilişkisine gireceğine bizi ikna etmeye uğraşıyor, biz de pek karşı çıkmıyoruz açıkçası, katılıyoruz bile. O nedenle, metinle girilen yorum ilişkisi, öykü ister yüzeysel olsun, ister pek alegorik, kaçınılmaz olarak gerçekleşecektir.
Bu yorum ilişkisinde de birkaç handikap olabilir. Biri, kabuğun parlaklığıyla yetinip içini açmaya yanaşmamak olacaktır. İkincisi ise, kabuğun içinden inci çıkmaması. Her iki durumda da yazar ya da metin neye niyet ederse etsin, anlam olarak okurun eline geçen ancak okurun müktesabatı kadarıncadır. Yani herkes denizden kendi kabınca doldurur. O yüzden Doğunun ve Batının ister en yetenekli yazarları en girift öyküleri yazsınlar, ister pop-artçılar en yüzeysel metinleri yayımlasınlar, bunun okurdaki karşılığından emin olamazlar.
Semiha Kavak: Öykülerinizde postmodern özellikler belirgin, ama derginizde geniş bir Âmâk-ı Hayal dosyası yaptınız. Bu dosyayı gelenekle moderniteyi barıştırıp ondan sonra post-modernite ile buluşturma gayreti olarak anlayabilir miyiz?
Ertuğrul Emin Akgün: Bu tip dönemsel ayrımların -dergi ekibi olarak-, bir takım çalışma disiplinlerini ve bazı baskın ideolojik dönemleri konuşurken kolaylık sağlamasından öteye bir anlam taşıyıp taşımadığından emin değiliz. Burkina Faso bozkırında göçebe hayatı süren bir kabile çağdaş batılı düşünceye mi ya da Afrika’ya mı dahildir ya da aynı kabileyi yönetenlerin lüks Japon arabalara binmelerini neyle açıklayacağız? Bu ayrımların onlar için hiçbir önemi olmadığını da düşünecek olursak tanımların sadece bizi bağladığı ortaya çıkıyor. Barıştırmaya çalışmıyoruz. Barışmak için gereken küslük hangi konuda ortaya çıktı ya da hangi kavganın sonunda ortaya çıktı onu da tespit edemedik. Bu süreçlerdeki kötü tarafların tamamının insanın zaaflarından kaynaklandığı ve ilk cinayetten beri de aynı hesaba tabii olduğumuzu görebiliriz. Bir şeylerin iyi ya da kötü olmasını dönemleriyle değil insanlarla ilişkilendirmek daha doğru bir sonuca ulaştırabilir. Bu yüzden iyi/ güzel her zaman aynıdır.
Semiha Kavak: Üçünüzün öyküsünde de biçim öne çıkıyor. Sanki öyküler biçim için yazılıyor gibi. Biçim-öz tartışması kadim bir meseledir. Siz bu konuda neler söylemek istersiniz?
Arda Arel: Biçim-öz meselesinin kadim bir mesele olduğunu düşünmüyorum. Öz tek başına kadim olarak kabul edilebilir. Ama biçim, birilerinin onu zorlaması, bilindik olanı yıkmaya çalışmasıyla gündeme gelmiş bir mesele. Bu da, Modernizm’in sınırları aşma, tabuları yıkma, engellere boyun eğmeme aşkından kaynaklanıyor. Bizim böyle bir iddiamız yok. Az çok dilimizdeki güzel kavramının, ‘gerçek’ güzele yaklaşması için bulanıklıktan, kaostan uzaklaşıp belirli bir nizama yerleşmesi gerektiğini düşünen insanlarız. Kaosun ince çalımlar ve ufak sürprizler taşıdığını ben şahsım adına düşünsem de, -ki yazarın bile bazen yakalayamadığı şık hareketler bunlar- sonuç olarak top oynayacağımız sahanın çizgilerini çizmekte fayda var. Bizim, ekip olarak, ortak kanaatimizin şu olduğu düşüncesindeyim, sahanın çizgileri çizildikten sonra içeride biçimi zorlayabildiğimiz kadar zorlamalıyız ama yine gelişi güzel değil, hikâyeyi destekleyecek ve güçlendirecek doğrultuda. Sözü daha da uzatmayıp sadede getirirsek biçimsel hareketler, hikâyeyi zenginleştirmek, özü taşımak için var. Bu konuyu daha da uzatıp Aykut abiyle fikir ayrılığına düştüğümüzü açık etmek istemiyorum.
AA: Ya ne alakası var abi?
AE: Hikâye ne olum o zaman, öykü ne açıkla bana?
AA: Ya abi!
AA: Bırak yaa!
Semiha Kavak: Tolstoy'un dediği gibi yetenek, bir yere yoğunlaşan dikkati, konu üzerine yönlendirebilme becerisidir. "Öbürlerinin göremediğini görebilme yeteneğidir." Bu meyanda sizin için bu topraklarda yetenek asli vazifesini hakkıyla yerine getiriyor mu?
Burcu Bayer: Yeteneğin sınıfsız, imtiyazsız, bütünleşmiş bir kitle olduğunu düşünmüyoruz. Bizim dergide de, halen eser üretmeye devam eden yazar çizerlerimizde de, farklı farklı yetenekler müşahede ediyoruz. Bazılarında müthiş bir öykücü gözü var. Siz baktığınızda sıradan bir olay gördüğünüzde, onlar orada insan ilişkilerinin dinamiklerini gözlemliyorlar, ya da bazıları en alelade olayda bir fevkaladelik görüyor. Kimisi bu gözlemi olağanüstü bir sadelik ve bu sadeliğin çarpıcılığıyla ifade etmeyi beceriyor, kimisi de üslubunun inceliğiyle. Bazılarımızda yazının tekniğine dair matematiksel denebilecek bir zekayla olay örgüsünü ve kurguyu ince ince örme yeteneği, bazılarımızda ise hikaye etmeye dair çok insiyaki bir yetenek mevcut. Önemli olan ise, bu yetenekleri teşhis ve takdir edecek yeteneğe sahip olmak ki, ülkemizde en az yetişen yemişlerin başında geliyor. Yazık ki, ithal de edemiyoruz. Bir yerde bir güzellik, fevkaladelik gördüğünde şahsi kaprisleriyle üstünü örtmek yerine takdir etmeye yavaş yavaş da olsa başlasak, ilerletsek, bize bu yeter.
Ayna İnsan Sayı:14
İstanbul doğumlu. Edebiyat alanında, kitap eleştiri, analiz, deneme yazıları yazıyor. Ayna İnsan Kültür ve Edebiyat Dergisi'nin İmtiyaz Sahibi ve Genel Yayın Yönetmenliğini yaptı. Halen serbest düzeltmenlik ve editoryal çalışmalar yapıyor. Star Gazetesi, Yeni Şafak Gazetesi, Karar Gazetesi, Hece Edebiyat Dergisi, İtibar, Şiar, MOCCA Dergisi, Edebistan'da aktif olarak çalışmalarını sürdürmektedir. Yazarın spesifik portre çalışmaları da bulunmaktadır.