“Ayaklarınla sımsıkı yeryüzüne tutun, kalbinle gör, aklın ise doğayla bütünleşmiş olarak, sadece Tanrısal olana yönelsin.”
Tatil mesaisinde sinemaya gitmek adettendir. Tamamen kadınları ilgilendiren bir filme gitmek ise kadınların adetidir. Erkek izleyici bulmak biraz güçtür.
Julia Roberts ve Richard Jenkins’in başrolde oynadığı Eat, Pray, Love (Ye, Dua Et, Sev) filmi de görünürde böyle bir film. Fakat film arka katmanlarını okuduğumuzda aynı isimdeki kitaba gerek bırakmadan kendi ipuçlarını veriyor.
Genel olarak filmin konusu şöyle: New York’un göbeğinde hayatla ilgili hesaplarını yapmış olan yazar Elizabeth Gilbert’in hayatı sorgulayışının sonucunda ortaya çıkan bir boşanma ve boşanmanın onu sürüklediği depresif havanın dağılabilmesi için çıktığı serüven anlatılıyor.
Gerek filmi izleyen sıradan bir izleyici gerekse filmin uyarlandığı kitabı okuyan standart bir okuyucu olarak görünen sahne yukarıdaki satırlara sığdırılan kadardır. Fakat, bu film için söylenecek daha başka şeyler de var.
Arayış insanlık tarihi kadar eskidir ve insanla başlamıştır. Hayat kurucu olarak, medeniyet inşa edici olarak ve yaşamı renklendirici olarak insan sürekli hareketlilik içerisindedir. Kendi tarihi de bundan dolayı çok renklidir. Ama ne zaman ki ego bu renge kendi rengini hâkim kılmaya çalışır ve sahiplenme duygusuyla derin yaralar açmaya başlar, işte o zaman hayat siyah rengini göstermeye başlar. Hayatın katlanılmaz oluşu da bu siyah renkte gizlidir.
Cenneti yaratanın da o yaratılan cenneti cehenneme çevirenin de insanın kendisi olduğu gerçeğinden hareket edersek bu filmin üst katmanlarını daha iyi anlarız.
Budizmin, yeryüzü son islam öğretisiyle aydınlanmadan önce insanları derinden etkilediği bilinmektedir. Hatta Budha’nın ilk öğretilerinin (ruhban sınıflarca yozlaştırılmadan önce) insanlığa sunduğu temel öğretilerin insan doğasına ne kadar uygun olduğu görülebilir. Bu filmde en genel anlamıyla yukarıdaki argümanların büyük bir denge içerisinde işlediğini görmekteyiz.
Bali hakkındaki bir makale yazmak isteyen Liz, Bali’ye gidip orada bir ermiş (Ketut) ile konuşur. Ketut onu tanımadığı halde onun arayışını samimi bulur ve ona bir harita verir. Bu harita insan bedeninin doğa ile uyumunu ortaya çıkaran Doğu Mistisizmi’ne ait bir haritadır. Haritada bir insan görünümü vardır. Dört ayak üzerinde duran kalbinde iri bir göz, başı ise gökyüzüne yükselen ağaç yaprakları ile kuşatılmış gizemli bir haritadır. Filmde bu harita yalnızca iki kez görünür. Ama Liz’in çantasındadır. Film ilerledikçe Ketut’un aslında Liz için o haritayı uygulamaktan başka dileği olmadığı görülür. Harita şunu söylemektedir: “Ayaklarınla sımsıkı yeryüzüne tutun, kalbinle gör, aklın ise doğayla bütünleşmiş olarak, sadece Tanrısal olana yönelsin.” Bütün şifre budur. Liz, acılarını, yaralanmışlıklarını, kırılmış kalbini, katı realist aklını bu öğretinin etrafında dolaştırarak kendi gerçeğini aramaya çalışır. Aradığı kendisidir. Bulmak istediği kendisidir. Ve gittiği yol kendi yolu olacaktır.
Aslında Liz kendisini hiçbir zaman adayamamıştır. Bir evliliğe, bebeğe, işe, eve, dekorasyona, hayata adayamamıştır. Bütün sorun da buradan kaynaklanmaktadır. Çünkü kendisini hayata adayamayan bir kadının henüz kendisini bulamamış olduğu gerçeği ile yüzyüze geldiğini görürüz. Adayamamak bulamamaktan kaynaklanır. Liz bunu farkettiği an, çantasını sırtına alır ve kendisini bulmak için yola çıkar.
İtalya iyi bir durak olabilir mi? Makarnalarıyla evet. Liz’in ilk serüveni İtalya ile başlarken, açlıktan karnı guruldayan izleyiciler olabilir. Mükemmel İtalyan mutfağının görsel bir şölene dönüştüğü biraz da bizim geleneksel kültürümüze benzeyen İtalyan sokakları Liz için oldukça eğlenceli bir hale gelir. Gece gündüz yer, içer, gezer, eğlenir.
Fakat bir Roma tapınağı Liz’i yeniden içindeki uçuruma çeker. Roma’nın yıkılışının, bu şehrin değişmesine olanak sağladığını gördüğü zaman kendi hayatındaki yıkılışın da değişimlere gebe olduğunu farkeder. Anlar ki, gece gündüz yemek, içmek, gezip eğlenmek aradığı şey değildir. Her şehrin bir adı vardır. Roma bir aşk şehridir, ama Liz’in aradığı ad bu değildir. Ve kendi kelimesini aramaya başlar.
Hayat hep aynıdır aslında, nereye gidersen git bu böyle! Duygular ve zihin değişmedikçe her yerde insan aynı sorgulayışlar ve arayışlar içerisine girer. Korkmanın değişimi engellediği ve sefalete neden olduğu Liz’in deneyimleriyle tek tek ortaya çıkmaya başlar.
Artık Bali’ye gitmeye karar vermiştir. Hindistan bütün bir Doğu mistisizmini kuşanmış olarak Liz’i beklemektedir. Hindistan’la ilk karşılaştığı şey bir düğündür. Onbeş yaşında bir kız çocuğu evlendirilecektir. Normal Amerikan filmlerinde boşanma gibi bir dramı yaşayan bir kadının onbeş yaşında bir genç kızın evliliğine engel olacağı ve bu çerçevede bir kahramanlık gösterisine gireceği beklenir. Fakat Liz bunu yapmaz. Amerikan mantalitesini hiçe sayan bir çıkışla sessizliğe bürünür ve onbeş yaşındaki kıza şunu söyler: “Gurigitamı sana adadım.” Bu şu demektir: “Ayin esnasında seni ve evlenecek eşini düşünerek zihnimi size odakladım ve gördüm ki siz mutlu olacaksınız.” Bunu duyan onbeş yaşındaki genç kız mutlu olur ve Liz’e “Sana inanıyorum” der. Liz bu inanç karşısında hayrete düşer ve kendi yarattığı düşsele daha çok inanmaya başlar. Çünkü aslında kızı teselli etmek niyetindedir. Ama inanç tesellinin önüne geçerek onu büyütmüştür. Teselli artık gerçeğe dönüşmüştür. Teslimiyet Liz’in karşılaştığı ve isteyerek kabul ettiği ilk duygu olur.
Hindistan serüveni bir maceraya dönüşmeden bir değişime yavaş yavaş fırsat vermektedir. Liz’in burada karşılaştığı her insan onun için bir şeyler öğrenmesine neden olur. Sağduyuyu öğrenir, samimiyeti, içtenliği, komin halinde yaşamayı ve Seva(özverili çalışma)’yı öğretir. Ketut ise, her gün akıl danışmaya gittiği gurusu olarak filmin en sevimli karakteri olmaya devam edecektir.
Ye, Dua Et, Sev filminin “Ye” kısmı İtalya’da bitmişken, “Dua Et” kısmı Hindistan’dadır. Peki “Sev” kısmı nerededir? Bunun için bir adres verilebilir mi? Yoksa Hindistan “Sev”e de yetecek midir?
Felipe (Javier Bardem), filmin son sözcüğü olabilir mi? O da kalbi yaralanmış olarak bir evliliği bitirmiştir. O da arayıştadır ve o da kendini bulmak üzere Hindistan’a Bali’ye gelmiştir.
Büyük denge için küçük dengelerinin bozulması gerekebilir. Küçük dengelerden birisi aşk olabilir mi?
Eat, Pray, Love (Ye, Dua Et, Sev)
Yönetmen: Ryan Murphy 2010
(Edebistan Aralık 2010)
İstanbul doğumlu. Edebiyat alanında, kitap eleştiri, analiz, deneme yazıları yazıyor. Ayna İnsan Kültür ve Edebiyat Dergisi'nin İmtiyaz Sahibi ve Genel Yayın Yönetmenliğini yaptı. Halen serbest düzeltmenlik ve editoryal çalışmalar yapıyor. Star Gazetesi, Yeni Şafak Gazetesi, Karar Gazetesi, Hece Edebiyat Dergisi, İtibar, Şiar, MOCCA Dergisi, Edebistan'da aktif olarak çalışmalarını sürdürmektedir. Yazarın spesifik portre çalışmaları da bulunmaktadır.