’50 kuşağı öykücülerinden Orhan Duru 25 Ocak 2009 tarihinde İstanbul’da vefat etti. Tam adıyla Mehmet Orhan Duru, 1933’te İstanbul’da doğmuş, Çankırı İlkokulu’nu (1945), İstanbul Beşiktaş Birinci Erkek Ortaokulu’nu (1948), Afyon Lisesi’ni (1951), AÜ Veteriner Fakültesi’ni (1956) bitirmişti.
Urfa ve Ankara’da iki yıl veteriner olarak çalıştıktan sonra, mezun olduğu fakülteye asistan olarak girmiş (1958), 27 Mayıs darbesinde üniversitedeki görevine son verilince (1960) gazeteciliğe başlamış, Ulus, Cumhuriyet, Milliyet, Güneş, Hürriyet ve Yeni Yüzyıl gazetelerinde çalışmış, röportajlar ve dizi yazılar hazırlamış, İnterstar televizyonunda haber müdürlüğü yaparak (1991-93) emekliye ayrılmıştı.
Bir süre Yeni Yüzyıl gazetesinde haftalık eleşitiri ve kitap tanıtma yazıları yazmış olan Orhan Duru, edebiyat hayatına, 1953’te Küçük Dergi’de yayınlanan bir öyküsüyle başlamış, öykü ve yazıları Mavi, Evrim, Yeni Ufuklar, Pazar Postası, Seçilmiş Hikâyeler, Türk Dili, Yelken, Dost, Varlık, Soyut, Milliyet Sanat, Gergedan, Argos, Kitap-lık, Adam Öylü ve Gösteri dergilerinde yer almıştı.
Öykü kitapları dışında, Hormonlu Kafalar (1992), İstanbulin (1995), Tango Geceleri (1999), Durgun ve İşsiz (2004) adlı deneme, Kıyı Kıyı Kent (1977), Kısas-ı Enbiya (1979), O Pera’daki Hayalet (1995) adlı derleme, Amerikan Gizli Belgeleriyle Türkiye’nin Kurtuluş Yılları (1978), Dünya Batıyor mu? (S. Duru ile, 1975), Ecevit’in Çilesi (1995) adlı inceleme, B. Traven, Prokipius, W. Heisensberg, A. Ginsberg – L. Ferlighetti’den çeviri kitapları bulunuyordu.
Ağır İşçiler’iyle 1970 TRT Başarı Ödülü’nü, Sarmal’ıyla 1996 Sedat Simavi Edebiyat Ödülü’nü, Fırtına’sıyla 1998 Sait Faik Hikaye Armağanı'nı (Erdal Öz ile paylaşmalı) kazanmıştı.
Öykülerini, Bırakılmış Biri (Açık Oturum, Ankara 1959), Denge Uzmanı (Düşün, İstanbul 1962), Ağır İşçiler (Soyut, İstanbul 1974), Yoksullar Geliyor (Ada, İstanbul 1982), Şişe (Ada, İstanbul 1989), Bir Büyülü Ortamda (Remzi, İstanbul 1991), Sarmal (Toplu Öyküler, YKY, İstanbul 1996), Fırtına (YKY, İstanbul 1997), Yeni ve Sert Öyküler (İş Bankası, İstanbul 2001), Düşümde ve Dışımda (İş Bankası, İstanbul 2003), Kazı (Dünya, İstanbul 2006) adlı kitaplarında toplayan Orhan Duru, Sosyal realizme çokça vurgu yaptığı halde 25. sayısında sosyal realizmin organı olmadığı açıklamasını yapan Mavi dergisine katılarak, sanat hayatının daha ilk yıllarında edebî tercihini sosyal gerçekçilikten ve “sol” eksenli bir dünya görüşünden yana yapmıştı.
“Yaşamaya umut vermiyen, kurmaya veya düzeltmeye yaramıyan bir sanat” ta ısrar ettiği için Tahir Alangu tarafından eleştirilen (Varlık Yıllığı 1963) Orhan Duru, öykü anlayışını tam da eleştirildiği noktada oluşturmuştu: “Öyküde davranışlar, olaylar, durumlar önemlidir, kişilikler değil. Kişilikleri ortaya çıkarmak ise romanın işi. Romanla öykü arasındaki en önemli ayrım bence bu. Öykü, yüzeyseldir ve daha çok anlatıma ve kurguya dayanır. Ayrıntılara girmez fazla. Hiç olmazsa gereksiz ayrıntılara. Çehov’un dediği gibi bir öykünün başında bir tüfekten söz edilmişse, bu tüfek patlamalıdır öykünün bir yerinde, ortasında ya da sonunda. Öyleyse öykü, yoğun bir anlatım çabasıdır bir bakıma. Gevezeliklere yer yoktur orada. Olayın ve kurgunun çözümlenişi içinde gereksiz ve her söz kapsam dışı bırakılmalıdır ki, öykü öykülüğünü bulsun. Yani bir bakıma çifte kavrulmuş lokum gibidir öykü. Çiğnenmesi zordur ama tadına doyulmaz. Öykü, saf, yoğun ve damıtık olmalıdır kısacası. Kendine özgü küçük bir gerçeği vardır öykünün. Bu gerçek ile hayattaki gerçek benzemez birbirine. O yüzden “hayat-ı hakikiye hikâyeleri” yani olmuş öyküler tatsızdır ve yansıtmaz gerçeği. Öykünün kendi içindeki, kendine özgü gerçeği kaçırdınız mı, hayattaki gerçeği de kaçırmış olursunuz bir bakıma. Öyküdeki gerçek, hayatta olan bitenlere benzemez de kimseyi yadırgatmaz bu. Başınızdan geçen bir olayı aynen yazmağa çalışırsanız da bu defa kimse inanmaz ona. Öykünün kendi gerçeği başka bir şeydir. Kendi yasaları, kendi kuralları ve mantığı vardır öykünün. Bunlar da değişiktir her öykü için. Yazmaya başlayınca sezilir ve ortaya çıkar. En iyisi onlara uymaktır gerçeği kaçırmamak ve inandırıcı olmak için.” (Soyut dergisi-69-70, Nisan-Mayıs 1974).
Orhan Duru, onca ’50 kuşağı vurgusuna rağmen, “Ben kalıpların ve şablonların dışına çıkmak istiyordum. Gerçekçiliğin dışına çıkmak değildi bu. Şunu anlamıştım önce, anılara, güncel izlenimlere dayanarak yazılan, gündelik yaşamın ayrıntılarına saplanan bir öykü, bir ölçüde gerçeklerden uzaklaşıyordu. Gerçekler anlatılıyordu belki ama tam gerçek olmuyordu bu. İnandırıcı da olmuyordu. Aslında öykünün ya da başka bir yazınsal ürünün kendi gerçeği vardı. Bu gerçek yakalanmalıydı bence. Alınan sonuç istediğimiz bildiriye uyumlu bir biçime ulaşıyorsa sorun yoktu artık. Böylece öykücülüğümüzün daha yaratıcı boyutlara ulaşacağına inanıyordum. Bu çabamı bugün de sürdürüyorum. Belirli kalıplardan kurtulmak ve yazının önünü açmak istiyordum. (Cumhuriyet Kitap, 2 Temmuz 1998) yalaşımlarıya, o kuşaktaki öykücülerden çok, Haldun Taner’e ve Feyyaz Kayacan’a çok daha yakın durmuştu.. Çünkü, o da her iki yazar gibi, mevcut teamülün aksine Toplumcu Gerçekçiliğin şematik yapısını benimsememiş, öyküsel gerçekçiliğin, sanatçıya mahsus içsel zorunlulukların izinde yürümeyi seçmişti.
İronik üslubunu, öyküsel yoğunluğun önüne geçmeyen tonu açık tutulmuş bir felsefeyle besleyen Orhan Duru, kişisel tanıklarını çağrışımlar eşliğinde “öteki”nin tecrübesine dönüştürerek sunmuş, genelde edebiyatın, özelde öykünün çeşitlenmesi adına yeni biçim ve içerik denemelerinde ısrarlı olmuş, bilgece söyleyişleri, dilsel oyunlarla seçkinleşen çağrışımları, saçmanın içindeki gizli realiteyi, olağanüstülüklerde barınan olağanı öykü evrenine taşımıştı.
Kara mizahı geleneksel anlatının imkanlarıyla ve ilginç kurgularla taçlandırarak kendi öyküsünü kuran Orhan Duru, “Devrik cümleler dinamik bir yapı getiriyordu dilimize. Kalıplardan ve geleneklerden kurtarmanın savaşını veriyorsak dil üzerinde de durmalıydık. Bu hem genel düşüncelerime uygun geliyordu, hem de kendime özgü bir anlatım biçimi, bir üslup yakalamak içindi. (…) Osmanlı döneminden gelen kalıplaşmış Türkçe yeterli olamazdı. İmparatorluk kurulmadan 14. Yüzyıldan kalma yapıtları okursanız onlarda daha dinamik, özgür bir Türkçe bulursunuz. Bunun en önemli örneklerinden biri Mercimek Ahmet'in ‘Kabusname’sidir. Osmanlı döneminde de üst tabaka tarafından pek beğenilmeyen yazarlar, örneğin Evliya Çelebi daha özgür bir anlatım tutturmuştur. Ama Osmanlı İmparatorluğu kendi düzenine göre katı ve hiç değişmeyen bir cümle yapısı getirdi. Daha yakın zamana dek bu yapı etkin oldu. Ben de onu kırmak için bir atılım yaptım. Bu çabam bugün de sürüyor. Nasıl içerikte yenilikler yapıyorsak, aynı yeniliği dilde ve anlatımda yapmalıyız. (Cumhuriyet Kitap, 2 Temmuz 1998)” sözleriyle dil işçiliğini sağlam damarlar üstünde gezinerek sürdürmüştü.