Menu
BÜYÜYENAY'DAN 'HZ. ALİ CENKLERİ'
Haberler • BÜYÜYENAY'DAN 'HZ. ALİ CENKLERİ'

BÜYÜYENAY'DAN 'HZ. ALİ CENKLERİ'

"Hz. Ali Cenkleri" Büyüyenay Yayınları arasından çıktı...

İsmail Toprak tarafından el yazması ve matbu metinlerden özenle Türkçe alfabeye aktarılan metinler, çocukluğumuzun metinlerindeki dil zevkini aynıyla yaşatmaktadır.

İsmail Toprak tarafından yazılan aşağıdaki "önsöz"ü, Hz. Ali Cenkleri'nin içeriğiyle ilgili merak edilebilecek her hususa karşılık düşmesi nedeniyle aynen alıntılıyoruz:

Önsöz

“Çocukluğumuz

...

Babamın uzun kış geceleri hazırladığı cenklerde

Binmiş gelirdi Ali bir kırata

Ali ve at, gelip kurtarırdı bizi darağacından

Asya'da, Afrika'da, geçmişte gelecekte

Biz o atın tozuna kapanır ağlardık

Güneş kaçardı, ay düşerdi, yıldızlar büyürdü

Çocuklarla oynarken paylaşamazdık Ali rolünü

Ali güneşin doğduğu yerden battığı yere kadar kahraman

Ali olmaktan bir sedef her çocukta

Babam lambanın ışığında okurdu

Kaleler kuşatırdık, bir mümin ölse ağlardık

Fetihlerde bayram yapardık

İslam bir sevinçti kaplardı içimizi

Peygamber’in günümüzde küçük sahabileri biz çocuklardık

Bedir’i, Hayber’i, Mekke’yi özlerdik, sabaha kadar uyumazdık

Mekke’nin derin kuyulardan iniltisi gelirdi

...

Sezai Karakoç” (Gün Doğmadan, Diriliş Yayınları, 6. Baskı, Ekim 2007, Sayfa: 97-98)

Giriş

Bir Edebî Tür Olarak Cenknâmeler

Türk destan geleneğinin İslâmi devresi mahsullerinden olan Cenknâmeler, Müslümanlar ile Müslüman olmayanlar arasındaki savaşları konu edinen hikâyelerdir. İslâmiyet’ten önceki destan geleneğinin bir devamı gibi görülebilirse de, çıkış noktalarını Kur’an ve hadisler başta olmak üzere İslâm tarihi oluşturmaktadır. İslâmiyet paydasında Arap ve Fars kültürleriyle harmanlanmış Türk sözlü kültürünün anlatıları, daha çok manzum hikâyeler olarak kaleme alınmış, içerdikleri unsurlar dolayısıyla da toplumun her kesiminden ilgi görmüştür. Cenknâmelerde Müslümanlar ile Müslüman olmayanlar arasında geçen savaşlar ve kahramanların bu savaşlarda verdikleri mücadeleler anlatılır. Bu mücadeleler bazen tarihi vakalar olduğu gibi, bazen de destansı öğelerle birleşir. Ki bu savaşların yegane gayesi her zaman ve her durumda dini tebliğdir. Cenknâmeler İslâm’ın yayılmasının efsaneleridir. Hikâye edilen savaşlar ve serüvenler Hazreti Muhammed (s.a.v.) zamanında olmuş gibi gösterilerek O’nun önderliği hep canlı tutulur.

Önceleri meddah tarzında anlatılarak nakledilen Cenknâ-meler yazılı metinlerin yaygınlaşmasıyla birlikte  bu anlatılar bir dinleyiciler topluluğu huzurunda okunmak üzere kaleme alınmıştır. Diğer tabirle bu kitaplar sözlü halk edebiyatı ürünlerinin yazıya geçirilmiş şekilleridir. Cenknâmelerin dışında da Dede Korkut Hikâyeleri, Köroğlu Destanı, Tahir ile Zühre, Seyfü’l-Mülûk Hikâyesi, Ferhad ile Şirin, Leyla ile Mecnun gibi anlatı kitapları XIII.-XIV. yüzyıllarda kaleme alınmıştır. XIX. yüzyıldan itibaren de bu eserlerin matbu nüshaları basılır olmuştur. Hikâyelerin bir müellifi yoktur. Bazı nüshalarda o nüshayı yazanın ismi bulunmaktadır ki bunlar yayına esas aldığımız nüshalar bölümünde gösterilmiştir.

Cenknâmelerin amacının; dini tebliğ ve yayma, dinî-ahlakî bilgi verme, toplumda gazâ ruhunu canlı tutma olduğu söylenebilir. İnsanın kendine ve başkalarına karşı olan yükümlülüklerini yerine getirmesini, güzel huylar edinip kötülüklerden kaçınmasını amaçlayan Cenknâmelerde, etnik unsur, mezhep ve meşrep gözetilmeksizin herkes için İslamî bir ahlâk sistemi öğütlenmektedir. Başta Hazreti Ali olmak üzere hikayelerdeki kahramanlar; sözünde duran, cömert, hak etmediği şeye dokunmayan, ekmeğini yediği kimseye ilişmeyen, zalimlere karşı mazlumları koruyan şahsiyetler olarak tasvir edilir.

Türk kültüründe “Cenknâme-i Ebu Müslim”, “Cenknâme-i Seyit Battal Gazi”, “Cenknâme-i Emir Hamza” gibi kitaplar da yaygın olmakla birlikte Cenknâme tabiri daha çok Hazreti Ali etrafında teşekkül etmiş dinî-kahramanlık hikâyeleri için kullanılmaktadır. Cenknâmeler, özellikle Hazreti Muhammed, Hazreti Ali ve çocukları etrafında şekillenir.

Bu Cenknâmelerde, Hz. Ali’nin hayat hikâyesi, kerametleri ve onun etrafında cereyan etmiş olaylar anlatıldığı gibi, diğer İslam büyüklerinin kahramanlıklarına da yer verilmiştir. Cenknâmeler, tarihî olaylara dayanan, ilhamını tarihten alan hikâyeler olmakla birlikte tarihî gerçekleri tam yansıtmazlar. Hz. Ali ve oğulları çevresinde teşekkül eden Cenknâmelerden bazıları tarihi bir hadiseyi anlatmakta veya bir tarihi hadiseye işaret etmektedir. Böylece bir taraftan Hz. Ali ve oğullarının kahramanlıkları anlatılırken, bir taraftan da söz konusu yerlerin Müslümanlarca fethedilmesi izah edilmektedir. Cenknamlerde temsil edilen ve başta Hz. Ali, Hz. Hasan, Hz. Hüseyin ve Muhammed Hanife olmak üzere bahadır, pehlivan gibi sıfatlar ile anılan cengâver şahsiyetler, bilhassa Anadolu’nun İslâmlaşması ile beraber millet muhayyilesinde en yüce yeri işgal eden gazi tipinin –ki padişahların da bu unvanla anılmaları gazâya ne denli ehemmiyet atfedildiğine işaret eder– temsilcileri olarak ön plandadır. Gazâ ruhunun çıkış noktasını temsil eden Hz. Muhammed’i merkez alan Cenknâmeler, sürekli onun çevresinde cereyan eden vakalar halinde devam eder.

Cenknâmelerde Hz. Ali’nin tam bir tanımı yapılmaz. Bu anlatılarda Hz. Ali, kimi zaman hayalî ve destansı, kimi zaman da gerçek ve tarihî kimliği ile İslâmiyet’i yayma ve zulüm gören Müslüman halkı kurtarma amacı doğrultusunda çeşitli mücadeleler içerisine girmektedir. Hz. Ali, vakalarda her daim en önde yer alan örnek cengâver-gazi tipini temsil etmektedir. Savaştığı kişiyi öldürmeden önce mutlaka İslam’a davet etmesi, Müslüman olanlara ilk olarak İslam’ın şartını, namazı, abdesti öğretmesi, savaşlardaki tek gayenin İslam’ı yaymak olduğunu göstermek içindir.

10511085_10202708723216048_3704299155057722266_nOnu, halkı kötü güçlerden koruyan, darda kalan insanların imdadına yetişen, onları düşman zulmünden koruyup kollayan, halkın sevdiği ve yücelttiği bir kahraman veya olağanüstü güçleri bulunan biri olarak görürüz. Diğer taraftan o, Cenknâmlerde ejderhalarla, devlerle ve cadılarla da savaşır. Buradaki dev ve ejderhalar, kötü güçleri sembolize etmektedir. Dünyanın her yerindeki destan ve masal geleneğinde kahramanlar bu varlıklarla mücadele etmekte olup, Cenknâmeler İslâmiyet öncesi destan kültürünün devamı mahiyetinde bir özellik göstermektedir. Bu yönleriyle Hazreti Ali Cenknâmelerinin, İslâm Tarihi, Fars Kültürü, Arap hikâye geleneği ve Türk kültüründen öğeleri bir araya getirip birleştirmektedir.

Osmanlı döneminde yaygın olarak kültürümüze giren Cenknâmeler köy konaklarından saraya, medrese ve mekteplerden asker ocaklarına kadar her muhitte ilgi görmüş, özellikle tekke ve dergâhlarda, köy odalarında ve kahvehanelerde (Bir nüshanın sonunda: “İşbu kitap Bahçekapısı’nda Harputlu Esat Ağa’nın kahvesinde kıraat olunmuştur. 20 Kanunusani 305 [Milâdî: 1 Şubat 1890]” notu yer almaktadır.) yoğun bir şekilde okunmuş; Hz. Ali’nin, İslâm’ın yayılması için yaptığı mücadeleleri anlatan menkıbeler, insanlarımızın zihin ve gönüllerine nakış nakış dokunmuştur. Sezai Karakoç’un epigraf olarak aldığımız şiirinde dile getirdiği duygular sadece kişisel bir tecrübeden ibaret değildir. Osmanlı coğrafyasında yer alan her bölgede büyüklerinden dinledikleri cenk hikâyelerini anlatan insanlara rastlamak mümkündür.

Hazreti Ali Cenknâmelerinin XIII. yüzyıldan itibaren Türkçede; tercüme, telif ve adaptasyon yoluyla yer aldığı kabul edilen bir görüş ise de bununla ilgili kesin kayıtlar yoktur. Fuat Köprülü, Türk Edebiyatı Tarihi’nde, “bize kadar gelememiş XIII. yüzyıl eserleri” içerisinde “Şayyad İsa adlı eski bir şairin –tahminimize göre XIII. yüzyılda– yazmış olduğu” Salsalnâme isimli bir cenk kitabının olduğunu söylüyor. Salsalnâme’nin sonraki yüzyıllarda birçok versiyonu ortaya çıkmıştır. İbn Hüsam tarafından XIV. yüzyılda Farsça yazılmış olan Havernâme’nin de yine tahminen XV. yüzyılda Türkçe’ye çevrildiği düşünülmektedir. Bilinen bir husus vardır ki ilk Türkçe Cenknâme müelliflerinden olan Kirdeci Ali ve Tursun Fakih (Fakı) XIV. yüzyılda yaşamışlardır.

Cenknâmeler önceleri manzum menkıbeler şeklinde anlatılmış XV. yüzyıldan itibaren bir kısmı mensur hikâyeler tarzında yazılmıştır. Biz bu mensur hikâyelerden ulaşabildiklerimizi yayına hazırladık. Yayına esas aldığımız nüshalardan, içinde sadece Havernâme hikâyesi bulunan birincisinin tarihi, hikâyenin sonunda 1 Rebiyülevvel 1267 olarak yazılmıştır ki bunun miladi takvimdeki karşılığı 5 Ocak 1851’dir. Dördüncü nüsha olan taş baskı metnin sonunda muhtemelen yazıldığı tarih olan “293” rakamı yer almakta. Bu da miladi olarak 1877-1878 yıllarına denk düşmektedir. Metinlerin özelliklerine bakılacak olursa diğer nüshaların da bu tarih aralığında basıldığı kanaatindeyiz. Havernâme dışındaki hikâyelerin yer aldığı dördüncü nüsha bu nüshaların ilki olup diğer baskılara kaynaklık etmiş olmalıdır.

Yayına Hazırlamada Esas Aldığımız Nüshalar

1Hikâye-i Ali İbn Ebi Talib: (12903/Y023.02, Marmara Üniversitesi Merkez Kütüphanesi) Yazma nüshanın kütüphane kaydı bu isimle olmakla birlikte hikâyenin sonunda “Havernâme tamam oldu” şeklinde bir ifade yer almaktadır. Her sayfada on beş satır olmak üzere nesih hatla yazılmıştır. Yazma 186 varak olup ilk 30 varakta Hikâye-i Bayezit Bestamî vardır. Yazana ait herhangi bir kayıt yoktur.

Havernâme, 15. yüzyılda İbn Hüsam’ın Farsça yazdığı manzum hikâyenin mensur olarak Türkçeye tercümesidir. Ne zaman ve kim tarafından tercüme edildiğine dair kesin bir kayıt bulunmamakta olup kütüphanelerde farklı yazma nüshaları vardır.

2Gazavât-ı Hazreti Ali (Hazreti Hasan ve Hüseyin) Mecmuası: (607/297.941-797, Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Kütüphanesi) Bu kitap 240 sayfadır. Ana metin ve derkenar olmak üzere iki farklı kısımda, birbirinden bağımsız şekilde ilerleyen cenk anlatılarından mürekkeptir. Orta kısımlar genellikle 21 satırdan, derkenar kısımlar ise genellikle 40 satırdan müteşekkildir. 1. sayfanın dört köşesinde “Ebubekir” “Ömer” “Osman” “Ali” isimleri yazılıdır. Sayfanın ortasında “La fetâ illa Ali la seyfe illa Zülfikâr la gazâ ille’l-gaza’l-Murtaza bi’l-iktidar esedullahi’l-galib Ali ibn-i Ebi Talib” yazısı ile oluşturulan çerçeve içerisinde kitapta yer alan cenklerin adı şu şekilde tanıtılmıştır:

“İşbu kitapta sekiz adet gazavat cem olunmuş. Birinci derunda Billur-ı Azam; ikinci haşiyede Hayber Kalesi; üçüncü haşiyede Kan Kalesi; dördüncü haşiyede Berber Kalesi; beşinci haşiyede Muhammed Hanife Bâ Gazanfer; altıncı haşiyede Bâ Ejderha der Mağrip; yedinci haşiyede Gazâvât-ı İmam Hasan; sekizinci haşiyede Gazâvât-ı İmam Hüseyin cem ve tertip olunmuştur.”

Kitap içerisinde “Mucizatu’n-Nebi Aleyhisselam” da yer almasına rağmen burada zikredilmemiştir. Ayrıca 237-239 sayfaların ana metin bölümünde “Destan-ı Deve” isimli bir manzume vardır. Taş baskı olan bu kitap, harekeli bir nesihle yazılmıştır.

Metinlerin müellifi yahut müstensihi olarak Berber Kalesi cenginin sonunda:

“İlahî! Kadir-i Perverdigar kudretin hakkı için bu Şems-i Hâkî’yi habibin Muhammed Mustafa’nın aşkına ve çar yar-i güzin ve cümle ehl-i beyti hürmetine rahmetinden nasipsiz bırakma”

Muhammed Hanife cenginin sonunda:

“ve kitabın müellifi Şems-i Hâkî dervişi hayır dua ile yad edene Hak Teâlâ rahmet eylesin”

ifadeleri yer almaktadır. Mahlas olduğunu düşündüğümüz bu ismi bu metinler dışında hiçbir yerde göremedik.

3Mecmua-i Gazâvât:  (016MEC, Marmara Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Kütüphanesi) Bu kitap genel olarak 2. nüsha ile aynıdır. 2. nüshada sorunlu gibi görünen bazı cümlelerin düzeltilmiş olması bu nüshanın daha sonra basıldığı intibaını doğurmaktadır. Nüshalar arasındaki farklılıklardan birkaç örnek aşağıda gösterilecektir.

4Gazâ-i Feth-i Hayber Kalesi: (1392-297.2, Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Kütüphanesi, Kütüphane kaydında yanlış olarak Feth-i Hayber Gaza Kal’ası şeklinde kaydedilmiştir) Kitap 144 sayfadır. Ana metin ve derkenar olmak üzere iki farklı kısımda, birbirinden bağımsız şekilde ilerleyen cenk anlatılarından mürekkeptir. “La fetâ illa Ali la seyfe illa Zülfikâr la gazâ ille’l-gaza’l-Murtaza bi’l-iktidar esedullahi’l-galib Ali ibn-i Ebi Talib” yazısı içerisinde kitapta yer alan cenklerin adı şu şekilde tanıtılmıştır:

“İşbu kitapta yedi adet gazavat cem olunmuş. Birinci haşiyede Kan Kalesi; ikinci derunda Hayber Kalesi; üçüncü derunda Kale-i Berber Bâ Zümür Ateşperest; dördüncü haşiyede Muhammed Hanife Bâ Gazanfer; beşinci derunda Ba Ejderha Der Mağrip; altıncı haşiyede Gazâvât-ı İmam Hasan; yedinci derunda İmam Hüseyin Gazâvâtı cem ve tertip olunmuştur.”

Bu nüshada da “Mucizatu’n-Nebi Aleyhisselam” yer almasına rağmen burada zikredilmemiştir. 144. Sayfada metnin sonunda muhtemelen yazım tarihi olan “293” rakamı vardır.

5Hayber Kalesinin Fethi: (00374/297.9, Süleymaniye Yazma Eserler Kütüphanesi) Kitabın kapağında her hangi bir yazı bulunmayıp ilk varağında başlık olarak “Gazâvât-ı Hazreti Resul Aleyhisselam Ya Feth-i Kale-i Hayber” ibaresi vardır. Tarih kaydının bulunması muhtemel olan son sayfasının yarısı yırtılmıştır. Yazar olarak Hayber Gazâsı’nın sona erdiği 65. sayfada Hayber Gazâsı’nın sonunda “... bu kıssayı tercüme eden dahi yazan Şemsü’l-Hâkî’dir ...” ve Berber Kalesi Cengi’nin sona erdiği 125. sayfada “... bu fakir Şems-i Hâkî ...” ifadeleri yer almaktadır. Her sayfada 13 satırın yer aldığı kitap 233 yapraktır. Eser içerisinde 4. nüshada yer alan gazalar vardır.

6 - Hikaye-i Hazreti Şah-ı Velayet (Kan Kalesi): (Atatürk Kitaplığı, Belediye Yazmaları, Bel. Yz. K. 001225, 398.21) Doksan iki varaktan oluşan bu nüshada her sayfada nesih hat ile 15 satır yazılmış olup diğer nüshalarla kıyaslandığında hiç yazım yanlışı yok denilebilir. Nüshada herhangi bir tarih kaydı olmamakla birlikte dilinin daha sade ve düzgün olması diğer nüshalardan sonra kaleme alındığı intibaını vermektedir.

7 - Garibname-i Muhammed Hanifiye ve Ceng-i İmlak ve Katran Cengi: (Atatürk Kitaplığı, Belediye Yazmaları, Bel. Yz. K. 001193) Nüsha, 17 varak olup harekeli nesih ile yazılmıştır. Sonunda rakam ve yazı ile 943 tarihi vardır. Hikayenin başında kırmızı mürekkeple:

“Garibname-i Muhammed Hanifiye ve Ceng-i İmlak ve Katran Cengi ve Cumhur Cengi ve Dev Sefid Cengi Zeyne’l-Arab’ı Dev Sefid uğurladı ve Muhammed Hanifiye Dev’i çaldı Zeyne’l-Arab’ı İmlak aldı malıyla kaçtı. Emirzâde kuyuda kaldı âhir halas oldu.”

yazısı yer almaktadır.

Hikâye, üç yol ayrımında kardeşlerin vedalaşmalarına kadar Muhammed Hanife cenginde olduğu gibidir. Buradan sonra ise İmam Hasan Cengi anlatılmakta olup sonunda: “ve Hüseyin ve Muhammed Hanife kıssası kaldı onu dahi beyan edelim inşallah” ifadesi vardır.

Havernâme hikâyesini birinci nüshayı esas alarak hazırladık. Ancak hikâyenin baş kahramanlarından Hazreti Ali’nin oğlunun ismini sadece bu nüshada yer aldığı şekliyle Ebu’l-Mihcen olarak değil de diğer nüshalarda yazdığı şekliyle Ebu’l-Muhsin olarak yazmayı uygun gördük. Havernâme’nin başka nüshalarında Ebu’l-Muhsin’in, Hazreti Ali’nin Yemen Şah’ının kızı ile olan evliliğinden doğduğu yazılıyorsa da tarihi kayıtlarda Hazreti Ali’nin çocukları arasında Ebu’l-Muhsin yer almamaktadır. Ancak Kan Kalesi cenginde Hazreti Ali’nin telkiniyle Müslüman olan Ebu’l-Muhsin’i evlat edindiği zikredilmektedir. Havernâme dışındaki hikâyelerde ikinci nüshayı temel aldıysak da yer yer diğer nüshalardan yararlandık. Bu nüshalar arasında küçük nüanslar dışında fark yoktur. Metinler, beşinci nüsha dışında yukarıda verdiğimiz sıralamaya göre her defasında biraz daha düzeltilip yayınlanmış intibaını vermektedir. Nüshalar arasındaki farkları tek tek göstermedik. Bu farklılıklar şu ve benzeri şekillerdedir:

Hikâyede farklılık:

2. nüsha: “Çadırın ardına dolaştı. Gördü ki kendi geldiği yola gider. Pîr de kılıcını çekmiş ardından gelir görünce hemen Şehzâde’ye hamle eyledi. Şehzâde, Pîre hamle eyledi ki vura. Pîr gördü ki bu pehlivana cevap veremez. Yalvarıp dedi: “Dinin hakkı için ardımca gelme.” Şehzâde işitti, döndü. Hemen Pîr kaçtı.”

4. nüsha: “Çadırın ardına dolandı gidiyor Şehzâde yürüyüp yakasından kapıp kılıç çekip: “Nereye gidersin ve sen kimsin? Doğru söyle!” derken hemen elinden kaçıp görünmedi.”

Cümlede farklılık:

2. nüsha: “tuz ekmek hakkını helal eylesinler”

3. nüsha: “hakkımda dualar etsinler”

Cümlede düzeltme:

3. nüsha: “Her ne ki dilerse Hak o olur”

4. nüsha: “Hak Teâlâ nasıl dilerse öyle olur”

Metinler hakkında önemli ipuçları verdiğini düşündüğümüz bazı hususları dipnotlarla gösterdik.

Metinlerin dil ve üslubunu olduğu gibi korumaya, tamamen konuşma şeklinde hazırlanmış metinleri mümkün mertebe tekrarlardan arındırıp düzenlemeye gayret ettik. Şu örnekler bu hususta bir fikir verebilir:

“Gazâvât-ı Hazreti Resul Aleyhisselam Ya Feth-i Kala-i Hayber”

“Selam Üzerine Olsun Hazreti Resulün Hayber Kalesi Fethi”



“... kanden gelip bunda bunca iş işledin burada İbni Kilap olam sen burada bunca iş edesin şunun gibi pehlivanı horluk ile öldüresin yanına kala mı sanasın can elimden kande halas edesin ...”

“Nereden gelip burada bunca iş işledin. Burada ben İbn-i Kilap olayım. Sen burada bunca iş edesin, şunun gibi pehlivanı horluk ile öldüresin. Yanına kalır mı sanasın. Şimdi canını elimden nasıl kurtarırsın?”



“... bu gazâ ol gazâdır ki İmam Hasan ve İmam Hüseyin ve İmam Muhammed Hanife rıdvanullahi aleyhim ecmain bu üç biraderler üç yola düşüp her birisi bir yolu ihtiyar edip her biri bir yolda ne vaki oldu ise ve ettikleri gazadır ki beyan olunur ...”

“Bu  gazada; üç biraderler İmam Hasan, İmam Hüseyin ve İmam Muhammed Hanife radiyallahuanhum’un üç yol ağzına geldiklerinde her birisinin bir yolu tercih edip gitmeleri ve bu yolda vaki olan cenklerden İmamzâde Muhammed Hanife’nin vukuatı beyan olunur.”



“... varıp gördü ki bir il on bin kadar var bir yere konmuşlardır sığır deve attır koyun rızıktır bîhad kıyas ve her bir evin önünde bir at bağlı ve bir süngü dikilmiş hazır durur orta yerde bir taht kurulmuş üzerinde adam misali put durur ve bir keşiş o putu her tarafa döndürür put döndükçe kafirler ona secde ederler bir cemiyettir yemek ve içmek iş işret temaşadır ki demek olmaz İmam Hasan radıyallahuanh bunu görünce bir deve güder oğlana sordu ...”

“Varıp gördü ki on bin kadar bir topluluk var. Bir yere konmuşlar. Sığır deve at koyun, sınırsız erzak. Her bir evin önünde bir at bağlı ve bir süngü dikilmiş hazır durur. Orta yerde bir taht kurulmuş üzerinde adam misali bir put durur. Bir keşiş o putu her tarafa döndürür. Put döndükçe kafirler ona secde ederler. Yemek ve içmek îş işret temaşâdır ki demek olmaz. İmam Hasan (radiyallahuanh) bunu görünce deve güden bir oğlana sordu:”



Metinlerde Hazreti Ali için kullanılan; “Şah-ı Merdan, Şah-ı Velayet, Merd-i Meydan, Şîr-i Yezdan, Emiru’l Müminin, Civanmerd, Şîr-i Huda, Haydar-ı Kerrar, Esedullahi’l-Galib, Ebû Türab, Sahib-i Velayet Şah-ı Süvar Sahib-i Zülfikâr, Sahibü’z-Zaman, İmamü’l-Muttakin” gibi ifadelerle Hazreti Muhammed (s.a.v.) için kullanılan; “Habib-i Seyyidi’l-Mürselin, Hazreti Habibullah Muhammed Mustafa, Server-i Kainat ve Mefhar-i Mevcudat, Sultan-ı Urefa Müzekki Mücteba Muhammed Mustafa, Seyyid-i Kevneyn Muhammed Mustafa (s.a.v.)” gibi ifadeleri ve hikâyelere giriş bölümlerini aynen koruduk.

Hazreti Ali Cenkleri’nde Peygamber Ailesi

Hazreti Ali Cenkleri’nin merkezinde her daim Hazreti Peygamber bulunur. O’nun emriyle ya da izniyle cenge çıkılır ve cenk sonunda O’na dönülür. Bu sırada Peygamber’in aile fertleri de hadiseye dahildir. Peygamber ailesine mensup kişilerin kısa tercüme-i hallerini ayrı bir başlık altında vermeyi uygun gördük. Cenklerde ismi zikredilen sahabenin kısa tercüme-i halleri ise isimlerinin ilk geçtiği yerde dipnot olarak verilmiştir.

Hazreti Ali

Hicretten yaklaşık yirmi iki yıl önce (m. 600) Mekke’de doğduğu rivayet edilmektedir. Hazreti Peygamber’in amcası Ebû Tâlib’in en küçük oğludur. Hz. Ali beş yaşından itibaren hicrete kadar Hazreti Peygamber’in yanında büyümüştür. Hz. Muhammed’in peygamberliğine ilk iman edip O’nunla birlikte ilk namaz kılan kişidir. Hicretin 2. yılında Hazreti Fâtıma ile evlenmiştir. Bu evlilikten Hasan, Hüseyin ve ölü doğan Muhsin adlı erkek çocukları ile Zeynep ve Ümmü Gülsüm adlı kız çocukları olmuştur. Hz. Ali, Hz. Fâtıma’nın sağlığında başka evlilik yapmamıştır. Hz. Ali, Bedir, Uhud, Hendek ve Hayber başta olmak üzere hemen bütün gazve ve seriyyelere katılmış, bu savaşlarda Resul-i Ekrem’in sancaktarlığını yapmış ve daha sonraları da büyük kahramanlıklar göstermiştir. Uhud’da ve Huneyn’de çeşitli yerlerinden yara almasına rağmen Hz. Peygamber’i bütün gücüyle korumuş, Hayber’de ağır bir demir kapıyı kalkan olarak kullanmış ve bu seferin zaferle sonuçlanarak Yahudilere galebe çalınmasında büyük payı olmuştur. Fedek’te Benî Sa’d’a karşı gönderilen seriyyeyi (6/628) ve Yemen’e yapılan seferi (10/632) sevk ve idare etmiştir. Bu sonuncu sefer üzerine Benî Hemdân kabilesi Müslümanlığı kabul etmiştir. Tebük Gazvesinde ise Hz. Peygamber’in vekili olarak Medine’de kalmıştır. Hz. Ali, Hz. Peygamber’e kâtiplik ve vahiy kâtipliği yapmış, Hudeybiye Antlaşmasını da o yazmıştır. Evs, Hazrec ve Tay kabilelerinin taptıkları putlarla, Mekke’nin fethinden sonra Kâbe’deki putları imha etme görevi ona verilmiştir. Hz. Peygamber vefat ettiğinde Benî Sâide avlusunda toplanan Ensar ve muhacirin Hz. Ebu Bekir’i halifeliğe seçince Hazreti Ali ona, Hz. Fâtıma’nın altı ay sonra vuku bulan vefatına kadar biat etmemiştir. Hz. Ali ilk üç halife döneminde ne bir idarî görevde bulunmuş, ne de yapılan savaşlara katılmıştır. Sadece Halife Hazreti Ömer’in Filistin ve Suriye seyahati sırasında Medine’de askerî vali olarak kalmış, Medine’de ikamet edip dinî ilimlerle uğraşmayı diğer görevlere tercih etmiştir. İkinci halife Hazreti Ömer’in 23 (644) yılında, vefat etmeden önce halife seçimi işini havale ettiği şûranın bir üyesi de Hazreti Ali idi. O, bu şûra tarafından halifeliğe getirilen Hz. Osman zamanında cereyan eden bazı uygulamalar hakkında çeşitli tenkitlerde bulunmuştur. Hz. Osman şehit edilince Abdullah bin Ömer, Sa’d bin Ebû Vakkâs. Mugire bin Şu’be, Muhammed bin Mesleme ve Üsâme bin Zeyd’in de aralarında bulunduğu ashap mescitte toplanarak yeni halife seçimine gitmişlerdir. Hazreti Ali kendisine yapılan hilâfet teklifini orada bulunan Talha ve Zübeyr’e yöneltmiş, fakat ısrar üzerine biatı kabul etmiştir. Hz. Ali, önceleri Hz. Osman’a karşı muhalefeti desteklerken onun ölümünden sonra kendisini halife olarak tanımak istemeyen Hz. Âişe’yi, ayrıca dört ay sonra Âişe’nin saflarına katılan Talha ve Zübeyr’i itaate davet için acele kuvvet toplamak ve Basra üzerine yürümek zorunda kaldı. Tarihte Cemel Vakası adıyla meşhur olan savaş sonunda Hz. Ali galip geldi, Talha ve Zübeyr de dahil olmak üzere pek çok Müslüman öldü. Ardından Sıffin’de meydana gelen savaşın sonunda Hakem hadisesiyle Muaviye halifeliğini ilan etti. Hz. Ali hakem olayından sonra Kûfe’ye çekilip Muâviye’ye karşı yeni bir sefer için hazırlıklara başlamış, fakat savaşmaktan bıkmış sebatsız Iraklı askerlerden yeterli destek görememişti. Nihayet büyük gayret sarf ederek 40.000 kişilik bir ordu teşkil edebilmiş ve sefere hazırlanmıştı. Ancak Kûfe’de, intikam arzusu ile yanıp tutuşan Hâricî Abdurrahman bin Mülcem tarafından zehirli bir hançerle sabah namazında yaralanmış, aldığı yaranın tesiriyle iki gün sonra 19 veya 21 Ramazan 40’ta (26 veya 28 Ocak 661) vefat etmiş ve Kûfe’ye (bugünkü Necef) defnedilmiştir.

Ali bin Ebû Tâlib ortaya yakın kısa boylu, koyu esmer tenli, iri siyah gözlü olup sakalı sık ve genişti; yüzü güzeldi, gülümserken dişleri görünürdü. Onun, İslam’ın yayılış tarihinde ve Müslümanlar arasındaki ilim, takvâ, ihlâs, samimiyet, fedakârlık, şefkat, kahramanlık ve şecaat gibi yüksek ahlâki ve insanî vasıflar bakımından müstesna bir mevkie sahip bulunduğunu, Kur’ân ve Sünneti en iyi bilenlerden biri olduğunu hemen bütün kaynaklar ittifakla belirtirler.

Hazreti Hasan

Hz. Fâtıma ile Hz. Ali’nin büyük oğlu olan Hazreti Hasan Hicretin  3. yılında Medine’de doğdu. Babası ona Harb adını koymayı düşünmüşse de Hz. Peygamber, Câhiliye döneminde bilinmeyen Hasan adını ve Ebu Muhammed künyesini vermiş ve kulağına bizzat ezan okumuştur. Hasan, kardeşi Hüseyin gibi ilk halife döneminde cereyan eden önemli olaylarda fiilen yer almamıştır. Hz. Osman’ın hilâfeti sırasında kardeşiyle birlikte Saîd bin Âs’ın Horasan seferine (651) katılmış daha sonra da babası tarafından yine kardeşiyle birlikte Hz. Osman’ı isyancılara karşı korumak ve evine su taşımakla görevlendirilmiştir. Babası hilâfete geldikten sonra Hasan, Talha bin Ubeydullah ve Zübeyr bin Avvâm’ın ona karşı çıkmaları üzerine, Kûfelileri babasının yanında yer almaya ikna etmek için Ammâr bin Yâsir ile birlikte Kûfe’ye gitti. Cemel Vakası ve Sıffîn Savaşı’nda da babasının yanında bulundu. Hz. Ali’nin şehit edilmesinin ardından Kûfe’de kendisine biat edildi. Bunu haber alan Muâviye bin Ebû Süfyân’ın kendisi ile savaşması üzerine hilâfeti belirli şartlarla Muâviye’ye devretti. Hz. Hasan daha sonra ailesiyle birlikte Medine’ye gitti ve hayatının geri kalan kısmını orada siyasetten uzak bir şekilde geçirdi. Ancak sonunda, rivayete göre Yezîd bin Muâviye ile evlendirilmek vaadiyle kandırılan eşlerinden Ca’de bint Eş’as bin Kays tarafından zehirlendi ve 28 Safer 49 (7 Nisan 669) tarihinde vefat etti. “Müctebâ, takı, zekî” ve “sıbt” lakaplarıyla tanınan Hz. Hasan halim selim, cömert, sakin, vakarlı, siyaset ve fitneden kaçınan bir yaratılışa sahipti.

Hazreti Hüseyin

Hz. Fâtıma ile Hz. Ali’nin küçük oğlu, Kerbelâ şehidi. Hicretin 4. yılında Medine’de doğdu. Hz. Hüseyin de ağabeyi Hasan gibi ilk iki halife döneminde cereyan eden önemli olaylarda fiilen yer almadı. Hz. Osman zamanında Saîd bin Âs’ın Kûfe’den Horasan’a yaptığı sefere (30/651) ağabeyi ile birlikte katıldı. Daha sonra Hz. Osman’ın evini kuşatan isyancılara karşı babası Hz. Ali tarafından yine ağabeyi ile birlikte halifeyi korumak ve evine su taşımak üzere görevlendirildi. Babasının halifeliği sırasında Hz. Hüseyin, Küfe’ye giderek onun bütün seferlerine katıldı; şehadetinden sonra da yine onun vasiyetine uyarak ağabeyine itaat etti. Hz. Hasan, Muâviye ile anlaşmaya karar verdiği zaman ona karşı çıkmak istediyse de itirazının reddedilmesi üzerine vazgeçti ve beraberinde Medine’ye gitti. Daha sonra Hz. Hüseyin bu anlaşma dolayısıyla Muâviye’nin tahsis ettiği yıllık 2 milyon dirhemi onun vefatına kadar aldı ve daima ağabeyinin yanında bulundu. Muâviye’nin ölümü üzerine Hz. Hüseyin Yezîd’e biat etmeyip Mekke’ye gitti. Hadiselerden haber alması için Kûfe’ye  yolladığı Müslim bin Akıl, Kûfe’de Hz. Hüseyin adına biat almaya başladı. Önceleri Hazreti Hüseyin’e biat eden Kufeliler, Yezid’in baskıları üzerine sözlerinden döndüler. Yaşanan gelişmeler sonunda Müslim, Yezid’in askerleri tarafından öldürüldü (60/680). Hz. Hüseyin yeni gelişen olaylardan habersiz, ailesi ve bazı taraftarlarıyla birlikte Kûfe’ye hareket etti. Yolda Müslim’in öldürüldüğünü öğrenince geri dönmek istedi; fakat bu defa da Müslim’in oğulları ve kardeşlerinin ısrarı üzerine yola devam etmeye mecbur oldu. Bu arada taraftarlarına isteyenlerin ayrılabileceğini söyledi, onlar da ayrıldılar; yanında sadece aile fertleriyle birlikte yaklaşık yetmiş kişi Kerbela’ya vardı (61/680).

Denk olmayan bu kuvvetler arasında cereyan eden savaş sonunda Hazreti Hüseyin ve yanındakiler şehit edildi.

Muhammed Hanife (1)

Hz. Ali’nin Havle bint Ca’fer el-Hanefiyye isimli hanımından doğan oğlu. 16 (637) yılında Medine’de doğdu. Hz. Ali’nin halife seçildiği günlerde yirmi yaşlarında olan Muhammed Hanife cesaret ve kahramanlığıyla tanındı. Cemel Vak’ası ve Sıffîn Savaşı’nda babasının sancağını taşıdı. Muaviye bin Ebû Süfyân’ın ölümü sırasında Medine’de bulunan Muhammed Hanife, Yezîd’e biat etti. Hz. Hüseyin’in Kerbela’da şehadetine çok üzülmesine rağmen Yezid’e yaptığı biatı bozmadı. Muhammed Hanife, Abdullah bin Abbas ile birlikte Mekke’de bulundukları sırada Yezîd’in ölüm haberi üzerine Abdullah bin Zübeyir, halifeliğini ilan ederek Muhammed Hanife ve Abdullah bin Abbas’ı biate davet etti. Fakat onlar bu teklifi reddedip Abdullah Taif’e, Muhammed Hanife de Medine’ye döndü.

Muhammed Hanife, 66 (686) yılında hac maksadıyla Mekke’ye gittiğinde Abdullah bin Zübeyir kendisine biat etmesini teklif etti. Ancak o yine bunu reddetti. Abdullah bu defa zorla biat almak istedi. Bunun üzerine Mekke’den ayrılıp Mina’ya giden ve bir süre orada ikamet eden Muhammed Hanife oradan Tâif’e gitti. Haccâc, 72 (692) yılında Mekke’yi muhasarası sırasında Muhammed Hanife’ye haber gönderip Abdülmelik’e biat etmesini istedi. Başlangıçta teklifi reddeden Muhammed Hanife, Abdullah bin Zübeyir’in öldürülmesinin (73/692) ardından Abdülmelik’e biat etti. Muhammed Hanife bundan sonraki yıllarını Medine’de öğretimle geçirdi. 81’de (700) vefat etti ve Cennetü’l-baki’ Mezarlığı’na defnedildi.

Hazreti Hatice

Milâdî 556 yılında Mekke’de doğdu. Hz. Peygamber ile evlenmeden önce iki evlilik yapmıştı. Bu evlilik sırasında Hz. Hatice muhtemelen kırk yaşlarında bulunuyordu. Hz. Muhammed ile Hz. Hatice’nin ilk çocukları Kasım olup iki yaşına kadar yaşadı. Resul-i Ekrem, Ebü’I-Kâsım künyesini onun adından almıştır. En büyük çocuklarının Zeynep olduğu da söylenmektedir. Daha sonra Rukıyye, Ümmü Gülsüm ve Fâtıma doğdu. Çocuklarından Abdullah, peygamberlikten önce vefat etti. Hz. Hatice’nin Resûlullah’ın hayatındaki en önemli rollerinden biri, peygamberlik geldiği zaman kendisine herkesten önce iman etmesi ve onu bütün varlığı ile desteklemesidir. Hz. Hatice, yeryüzünde sadece üç Müslümanın bulunduğu İslamiyet’in ilk günlerinde Resûlullah ve Hz. Ali ile beraber bazen Kâbe civarında, bazen evinde ibadet etti. Hz. Hatice, yirmi beş yıl kadar süren evlilik hayatından sonra hicretten üç yıl kadar önce vefat etti.

Hazreti Fâtıma

609’da Mekke’de doğdu. On beş yaşında Hz. Ali evlendi. Düğünleri Resulullah’ın Hz. Âişe ile evlenmesinden dört buçuk ay sonra Hicretin 2. yılında gerçekleşti. 3. yılın Ramazan ayında ilk çocuğu olan Hasan’ı, bir yıl sonra da Hüseyin’i dünyaya getirdi. Uhud Gazvesi’nde on hanımla birlikte gazilere yiyecek ve su taşıyan Hz. Fâtıma aynı zamanda yaralıları tedavi etti. Hz. Fâtıma, Resulullah’ın ölümünden beş buçuk ay sonra, 23 yaşında iken  3 Ramazan 11 (22 Kasım 632) tarihinde vefat etti.

Hazreti Ayşe

614 yılında Mekke’de doğdu. Hicretin 2. yılında Hz. Peygamber’le evlendi. Uhud Gazvesi’nde sırtında su taşıma, haber toplama ve yaralılara bakma gibi geri hizmetlerde çalışmıştır. Hendek Savaşı’nda ise Benî Hârise kabilesinin kalesinde Sa’d bin Muâz’ın annesiyle birlikte bulunmuştur. Hudeybiye Anlaşması’na da katılmış, Hayber’in fethinden sonra Hz. Peygamber diğer hanımlarıyla birlikte ona da bir miktar hisse ayırmıştır. Mekke fethi için hazırlıklara başladığında seferin ne tarafa olacağını herkesten gizleyen Hz. Peygamber bunu sadece Ayşe’ye bildirmiş, Hz. Ebû Bekir, bu hazırlığın Mekke için olduğunu kızından öğrenmiştir. Hicretin 10. yılında yapılan Veda haccına diğer ümmehâ-tü’l-mü’minîn ile birlikte katılmıştır. Hz. Peygamber hicretin 11. yılı Safer
ayının (Mayıs 632) son haftasında rahatsızlanınca, diğer hanımlarının iznini alarak Hz. Ayşe’nin odasına geçti ve mübarek başı onun kucağında olduğu halde vefat etti ve onun odasına defnedildi. Hz. Peygamber’den sonra kırk yedi yıl daha yaşadı ve 66 yaşında iken Medine’de vefat etti.

Hz. Ayşe, Hz. Ebû Bekir ile Hz. Ömer’in halifeliği sırasında herhangi bir siyasî faaliyette bulunmadı. Hz. Osman’ın bazı karar ve tasarruflarının aleyhinde bulunanların yanında yer aldı. Böylece siyasî olaylara karışan Hz. Ayşe, Hz. Osman’ın öldürülmesinden sonra onun katillerini cezalandırmak ve Müslümanları içinde bulundukları fitneden kurtarmak için Basra’ya hareket gitti. Bu dönemde Hz. Ayşe ile Hz. Ali arasında çeşitli mektuplaşmalar ve müzakereler olmuşsa da Müslümanlar arasındaki ilk kanlı çarpışma engellenemedi. Bu olay, Hz. Ayşe’nin savaşı devesinin üzerinde idare etmesinden dolayı Cemel Vak’ası diye meşhur oldu. Cemel Vak’ası’ndan sonra Medine’ye dönmüş, bir daha siyasete karışmamış ve Hz. Ali ile barışmıştır. Kuvvetli hâfızası sayesinde Hz. Peygamber’in hadis ve sünnetinin daha sonraki nesillere ulaştırılmasında emsalsiz hizmetler ifa etti.

Hazreti Ali Cenkleri’nin İki Kadim Kahramanı

Zülfikâr

Hz. Ali’nin iki tarafı keskin, ortası yivli kılıcının adıdır. Hz. Peygamber, Bedir Gazvesi’nde ele geçirilen ganimetleri savaşa katılanlar arasında taksim ederken uzunluğu yedi karış, eni bir karış olduğu belirtilen boğumlu bir kılıcı kendine ayırmıştı. Kabzasının ucu gümüşten, başında bir halkası, ortasında da gümüşten bir süs topuzcuğu bulunan Zülfikâr’ın Merzûk es-Sakîl adlı bir kılıç ustası tarafından yapıldığı rivayet edilir. Resulullah Zülfikâr’ı Hz. Ali’ye verinceye kadar kendisi kullanmıştır. Resul-i Ekrem Zülfikâr’ı Hz. Ali’ye Uhud Gazvesi’nde verdiği ve bu sırada, “Lâ fetâ illâ Ali, lâ seyfe illâ ZülfikârAli’den başkka yiğit, Zülfikâr’dan başka kılıç yoktur.” diye nidâ edildiği ileri sürülmektedir. Zülfikâr Hz. Ali’den sonra Hasan ve Hüseyin’e, Hüseyin’den sonra Ali evladına intikal etmiştir. Muhammed bin Abdullah el-Mehdî, Abbasî Halifesi Ebû Ca‘fer el-Mansûr’a karşı Medine’de isyan ettiğinde Zülfikâr onun elinde bulunuyordu. Savaş esnasında Abbasî ordusundan atılan bir okla yaralanan Muhammed bin Abdullah öleceğini anlayınca Zülfikâr’ı kendisine 400 dinar borçlu olduğu tüccara vermek istemiş, Ebu Talip neslinden onunla karşılaşacak bir kişinin borcu ödeyip kılıcı geri alacaklarını söylemiştir. Cafer bin Süleyman bin Ali, Yemen ve Medine valiliğine getirilince Zülfikâr’ı 400 dinar vererek almıştır. Sonra Harun Reşid’e intikal eden kılıcı o da kumandanlarından Yezîd bin Mezyed’e hediye etmiştir. Zülfikâr’ın akıbetine dair bir rivayete göre kılıç Necef denizine bırakılmıştır. İbn Mülcem tarafından zehirli bir hançerle yaralanan Ali çocuklarına bazı vasiyetlerde bulunmuş ve Düldül’ün sahraya, Zülfikâr’ın da Necef denizine bırakılmasını emretmiştir. Bir diğer inanışa göre Hz. Ali, Resul-i Ekrem’in ölümünden sonra Zülfikâr’ı hiç taşımamıştır. Aleviliğin muteber kaynaklarından Yemînî’nin Fazîletnâme’sinde bu konu şöyle anlatılmaktadır:

Resulullah vasiyet eylemiştir

Ali’ye son deminde söylemiştir

Kuşanma Zülfikâr’ı ba‘de benden

Ki ben razı olam her halde senden.

Hikâyelere göre bu kılıç düşmanın konumuna göre bazen 40, bazen de 150 arşın uzunluktadır. Kan Kalesi Cengi’nde Zülfikâr’ın on kişi tarafından taşınamayacak kadar ağır olduğu, Umman Cengi’nde bir fili binicisiyle beraber ikiye bölerek yerin 60 arşın derinliğine saplandığı, kırk kişiyi birden biçecek kudrete sahip bulunduğu ve düşmanın boynuna büyük bir gürültü ile indiği anlatılmaktadır. Zülfikâr taşı kesecek kadar keskindir. Zülfikâr’ın en çok söz konusu edildiği metinlerin başında Hazreti Ali Cenkleri gelmektedir. Bu cenklerde Hz. Ali Zülfikâr’la ve atı Düldül’le büyük kahramanlıklar gösterir. İslam ülkelerinin edebiyat ve kültürlerinde Zülfikâr’a geniş yer verilmiş, Osmanlı sanatında çeşitli malzemeler üzerine Zülfikâr resmedilmiştir. Padişahlar ve devlet ricâli hakkında yazılan kasidelerde övülen kişinin kılıcı ekseriyetle Zülfikâr’a benzetilir. Türk edebiyatında daima Hz. Ali’ye izafe edilerek anılan Zülfikâr, Düldül’le birlikte ona Allah tarafından bahşedilen efsanevî bir kılıç olarak yer almıştır. Bunlardan birkaç örnek:

Biner idi Düldül’e belinde Zülfekâr’ı

Erenler açdı dini Tanrı Arslan’ı kanı

Yunus Emre

Belinde Zülfikâr altında Düldül

Önünce bile Kanber ol Şah’a kul

Yemînî

Yolumuz on iki imama çıkar

Mürşidim Muhammed Ahmed-i Muhtâr

Rehberim Ali’dir sahib-i Zülfikâr

Kulundur Şâhiyâ divana geldim

Şâhî

Yunus’un deryaya daldığı zaman

Kırk gündüz kırk gece kaldığı zaman

Ali Zülfikâr’ı çaldığı zaman

Hayber Kalesi’nde kolunda idim

Pîr Sultan Abdal

Lâ fetâ illâ Ali lâ seyfe illâ Zülfikâr

Kenz-i mahfîdir sana kân-ı hidayet Murtazâ.

Ümmî Sinan

Sıdk ile Sıddîkiyem Fârûkiyem Osmâniyem

Haydarîyem elde hâmem Zülfikâr’ımdır benim

Müştak Baba

Pehlivanlık göstereydi zülfikâr-ı bend ile

Dehr meydanıda özün düldül-i Haydar kılar.

Şeyhî

Gâh açar ihsan elini Haydar-ı Kerrâr-veş

Gâh olur rûz-ı gazâ kudret elinde zülfikâr

Taşlıcalı Yahya Bey

Gerçi evvelde oldur meydân-ı  hüsnün Hayder’i

Zülfikâr-ı gamzesi hâl-i siyahı Kanberî

Lâedrî

Atı önünce yürüyüben Kanber-i âlem

Binse o yâr çün ki Ali gibi Düldül’e

Kanûnî Sultan Süleyman

Eyler hücum düşman-ı dine

Şimşîr-i hûn-feşânı kılar kâr-ı Zülfikâr.

Bâkî,

Şöyle kâr eyler adûya tîr-i ser-tîzi anın

Etse anı Zülfikâr-ı Haydar-ı Kerrar eder

Enderunlu Vâsıf

Sıdk ile Sıddîkiyem Fârûkiyem Osmâniyem

Haydarîyem elde hâmem Zülfikâr’ımdır benim

Müştak Baba

Nola ol münkiri duâ-yı velî

Kesse mânend-i Zülfikâr-ı Ali

Aziz Mahmud Hüdâyî

Görünür zülfikârı elde Ali

Dövüşür Kaf Dağı’nda devlerle

Orhan Seyfi Orhon

Mevlevî âyîninde her Mevlevî  Ali’nin zülfikârı olur.

Ahmet Hamdi Tanpınar

Düldül

Mısır Hükümdarı Mukavkıs’ın, Hicretin 6. yılında (627) Hz. Peygamber’e gönderdiği kıymetli hediyeler arasında bulunan ata hızlı yürüyüşü ve çevikliği dolayısıyla “kirpi” anlamına gelen Düldül adı verilmiştir. Hz. Peygamber, hem savaşlarda hem de diğer zamanlarda bindiği Düldül’ün idaresini, ileride Mısır valiliği de yapacak olan Ukbe bin Âmir el-Cühenî’ye vermişti. Daha sonra Hz. Ali’ye bağışladığı Düldül ondan oğulları Hasan ve Hüseyin’e, ardından da diğer oğlu Muhammed bin Hanife’ye intikal etmiştir. Hz. Ali’nin Haricîlerle çarpışırken Düldül’e bindiği yolundaki rivayetlere kaynaklarında yer verilmiştir.

Düldül, Hazreti Ali cenklerinde mühim bir yer tutar. Bu hikâyelerde Hz. Ali’nin bir yardımcısı olarak bulunur. Kafirlerle yapılan savaşlarda olağanüstü yetenekleri ve sürati Düldül’ün özelliklerindendir. Bu hikayelerde Düldül, ihtiyaç durumunda kırk günlük yolu bir günde kateder.

Hz. Ali Fars edebiyatı ile Türk edebiyatının klasik, tasavvufî, dinî-destanî metinlerinde genellikle Zülfikâr ve Düldül ile birlikte anılmaktadır. Hz. Ali savaşlarda, özellikle de savaş başlamadan önce yapılan mübarezelerde hasımlarını Zülfikâr ve Düldül’ün heybeti ile alteder. Edebî metinlerde Düldül, güçlü süvarisi Hazreti Ali ile özdeşleşmiştir:

Nazım:

Server-i din pâdişâh-ı nâmdâr

Haydar-ı hasm-efgen ü düldül-süvâr.

Padişahlarla önemli devlet adamlarının bindikleri hayvanlar hakkında yazılmış şiirlerde bu hayvanların vasıflarını anlatmak için Düldül zikredilmiştir.



Dipnotlarda verdiğimiz kelime karşılıklarını Ferit Devellioğlu’nun Osmanlıca sözlüğü, Kubbealtı Neşriyat (İlhan Ayverdi) ve Ötüken Yayınları’nın (Yaşar Çağbayır) Türkçe sözlükleri ile Mehmet Kanar’ın Eski Anadolu Türkçesi Sözlüğü’nden; kişiler hakkındaki bilgileri Türkiye Diyanet Vekfı İslam Ansiklobedisi’nden yazdık.

Osmanlı Türkçesinde yer alan yazma ve matbu mensur Cenknâmeleri Hazreti Ali Cenkleri adıyla bir kitapta bütünlüğe kavuşturarak yayına hazırladık. Çalışmamız bu yönüyle günümüz Türkçesinde ilk  defa yayımlanmaktadır. Hazreti Ali Cenknâmeleri ile ilgili çalışmalar yapıldıysa da tespit edebildiğimiz kadarıyla bu çalışmalar daha çok manzum metinler üzerinden yapılmıştır. Mensur Cenknâmeler ise tarihi özelliklerinden soyutlanıp yeniden yazma yoluyla hikâye edilmiştir. Bu tarzda hazırlanan Cenk hikâyelerinin nasıl bir işleme tabi tutulduğunu göstermesi bakımından bazı örnekleri metin içerisinde dipnotlarla gösterdik. Hazreti Ali Cenknâmelerini yazma ve matbu Osmanlıca metinlerde olduğu şekliyle ilk defa olarak Latin harfli Türkçeye aktardığımız bu çalışmanın eksiklikleri anlayışla karşılanmalıdır. Türk kültüründe yadsınamayacak bir mevki edinmiş olan Hazreti Ali Cenkleri’nin bir takım iddialı Türk Edebiyatı çalışmalarında adının bile zikredilmemiş olması hayreti mucip değil midir? Çalışmamızın bu alanda yapılacak daha kapsayıcı inceleme ve araştırmalara bir adım teşkil etmesini umuyoruz.

Son olarak yazma nüshaların müstensihi Şemsü’l-Hâkî’yi minnetle anıyor, O’na rahmetler diliyoruz.

Gayret bizden muvaffakiyet Allah’tan!

İsmail Toprak

Nisan 2014, Üsküdar

NOT:

1-İslam Ansiklopedisinde Muhammed Hanefiyye olarak yazılan ismi esas aldığımız nüshalarda yazıldığı şekilde Muhammed Hanife yazdık.