Menu
BU YAZIYI CAHİT KOYTAK YAZDI
Haberler • BU YAZIYI CAHİT KOYTAK YAZDI

BU YAZIYI CAHİT KOYTAK YAZDI

AŞAĞIDAKİ YAZIYI CAHİT KOYTAK YAZDI. YAZI, ŞAİR İLE SOYTARI ARASINDAKİ 21 FARKI DA İÇERİYOR. İBRET-İ ALEM İÇİN OKUMAZSANIZ, BU 21 FARKI BULMAK İÇİN OKUYUNUZ:

17 nisan günü Dolmabahçede Açılım Toplantısında Başbakana sunulan görüşler

Cahit koytak

Önce, böyle bir buluşmayı, bir şair olarak, halkın yüreğine yakın bir yerden, hem halkın, hem de, kavradığım kadarıyla, hakkın sesini duyurmak için bulunmaz bir fırsat olarak gördüğümü ifade etmeliyim. Bunun içindir ki, oturdum, biraz dersime çalıştım ve bazı notlar aldım. Bir gazetede, ‘Yoksullar ve Siviller için Tezler’ isimli bir köşenin şairi olarak da, söz sırası bana gelirse, bu toplantıda, yine o köşeden konuşmaya devam ederim, dedim kendi kendime. Ve böylece, Sayın Başbakan’ın uzgörüsünün açık bir örneği olarak düzenlenen ve bireyin, toplumun, devletin, siyasetin, sanatın ve düşüncenin olağanüstü ilginç ve işlevsel bir temsilini yansıtan bu seri toplantılardan birinde okumak üzere yazdığım, tezlerimin en yenisi, bu “BAHAR TEZİ” ortaya çıktı. Ama korkarım, yazarken fazla heyecan duymuş olmalıyım ki, düşüncelerimi Sayın Başbakan’a ve davetlilere derli toplu bir biçimde ulaştırabilmek ve onların huzurlarında okumak için yazılan bu metin, derli toplu olmak şöyle dursun, okunamayacak kadar da uzun oldu. Binaenaleyh, vaktinizi almamak için, izninizle, onu, hem Sayın Başbakan’a, hem de değerli davetlilere bir lâyiha dosyası halinde, yazılı olarak takdim edeceğim. Şöyle ki,

Kim ne derse desin, güzel şeyler oluyor bu ülkede; güzel şeyler olacak, olmak zorunda artık.

Çünkü  rüzgârı tutabilir misiniz, gök gürültüsünü susturabilir misiniz?

Yağmuru durdurabilir misiniz, baharı durdurabilir misiniz?

Bakın, dağları bombalayabilirsiniz, bu doğru; dağları bombalayabilir, otları, çiçekleri, ağaçları yakıp yok edebilirsiniz; kuşları öldürebilirsiniz, geyikleri, dağ keçilerini... ama baharı durdurabilir misiniz, sorarım size, baharı durdurabilir misiniz?

Tarlaları, bahçeleri, şehirleri çitlerle, duvarlarla bölebilirsiniz, kafaları, kalpleri ve ruhları mayınlı fikirlerle, mayınlı sınırlarla bölebilirsiniz, ama sınırın iki yanına da aynı anda, aynı renklerle ve aynı çağıltılarla baharın gelişini önleyebilir misiniz, sorarım size, önleyebilir misiniz onu?

Çok güçlü ordularınız olabilir, huysuz generalleriniz, şımartılmış generalleriniz, yalancı generalleriniz ve kuş uçurtmayan güvenlik güçleriniz...

Çok yüksek mahkemeleriniz olabilir, asık yüzlü, kalın kafalı yargıçlarınız ve geçit vermeyebilirsiniz taş atan çocuklara, onların başörtülü ablalarına, dağlara sürgün ağabeylerine; geçit vermeyebilirsiniz, yurduna dönmek isteyen fidanlara, fukaralara...

Geçit vermeyebilirsiniz, onların gün ışığında, yurtlarında, köylerinde, mekteplerinde akranlarıyla birlikte büyümelerine, yargıç, polis, işçi, yazar yahut başbakan olmalarına, ve çocuklarının yanında yaşlanmalarına, ve bağlarında, bahçelerinde, evlerinde ölmelerine, ve küçük, büyük kendi oyunlarında, acı, tatlı kendi hikâyelerinde...

Geçit vermeyebilirsiniz, akla, şiire, koşulsuz sevgiye, herkes için onura, özgürlüğe, herkes için bolluğa, esenliğe, yaşama sevincine ve yaratma coşkusuna, geçit vermeyebilirsiniz, bütün bunlara kapılarınızı kapatabilirsiniz, tamam, kalplerinizi kapatabilirsiniz, ruhlarınızı kapatabilirsiniz, eyvallah, ama baharı durdurabilir misiniz, sorarım size, baharın gelişini önleyebilir misiniz?

Kim ne derse desin, güzel şeyler oluyor Türkiye’de, güzel şeyler olacak, olmak zorunda artık!

Çünkü Türkiye, ayağına bağlı zincirleri söktü yerinden; şimdi bütün sorun, bütün sıkıntı, koşarken geleceğe, zincirlerini de sürükleyip götürsün ayağında istiyor birileri, zincirlerini ve onların bağlı olduğu kazığı, o kazığın çakılı olduğu beton kafalarla birlikte...

Sadece Türkiye’de değil elbet; güzel şeyler oluyor Yeryüzünde de. Güzel şeyler olacak, olmak zorunda artık. İnsanlığın, sonunda, kendini bir ‘İnsanlık Ailesi’ olarak yeniden ve derinden keşfetmeye başladığına dair güçlü işaretler var.

Zaman içinde, insan soyunun ortak dehası, emeği ve ortak inkişafıyla, önce bilimin, teknolojinin, ekonominin sınırları, sonra kültürün sınırları, sonra zihniyetlerin sınırları esnedi, genişledi, flulaştı. Ve bu esneme, flulaşma giderek toprağın, siyasetin ve devletin sınırlarına dayandı. İnsan soyunun kaydettiği gelişim, bu sınırların, ilke olarak büsbütün kalkması yönünde ilerliyor, ilerleyecek, bence.

Çünkü, bakın, bütün peygamberler, bütün büyük sanat ve düşünce insanları, büyük ‘fatihler’ yani, bu sınırları esnetmeye ya da genişletmeye değil, hayır, gerçekte, sınırları bütün bütün kaldırmaya gelmediler mi zaten, bunu bir düşünelim!

Resullerin, bilgelerin, büyük toplum önderlerinin ve sanatçıların, bu ‘fatihler’in işleri o sınırları bütün bütün kaldırmanın yollarını aramak değil miydi zaten, bunu bir düşünelim!

Ve o sınırların ötesinde, dünyanın, insanın ve hayatın varabileceği büyük güzelliği, uyumu, bütünlüğü düşlemek, tasarlamak, tecrübe etmek değil miydi, onların bütün çabası?

İki yerde ‘fatihler’ dedim. Bu sözcüğü özellikle kullandım ve bununla ‘açılımcılar’ demek istedim.‘Fetih’ sözcüğünün Türkçede tam karşılığı ‘açılım’ demektir, ‘açılma’ demektir çünkü. Bunu hiç düşündünüz mü? Çitlerin açılması, duvarların açılması, sınırların açılması...

Büyük dinlerin de, büyük düşüncelerin de, büyük sanat atılımlarının özünde, bütün Rönesansların, bütün uyanma, aydınlanma hareketlerinin de özünde kesinlikle bu büyük açılım fikri, bu sarhoş edici ‘yitik cennet’ ve oraya dönüş tasavvuru vardır. Ve gerçekte, cennet, burada, yakınımızdadır.

Ve gerçekte, cennet, iktidar düşkünlerinin, fasıkların, zalimlerin, zorbaların, yani güzelim ‘yeryüzü oyunu’nu bozmaya kalkan arızî figürlerin koyduğu sınırlar, duvarlar ve perdeler olmasa, gözümüzle görebileceğimiz, elimizle dokunabileceğimiz kadar burada, yakınımızda ve şimdiki zamandadır.

‘İktidar düşkünleri, fasıklar, zalimler, zorbalar’ dedim. Bu sözcüklerin hepsi, bugün artık psikiyatrik kodlarıyla anılan bir takım ruh hastalıklarının eski isimleridir. Daha başkalarını da ekleyebilirim bu hastalıklı ruhlar listesine: mesela, köyleri yakanlar, hapishanelerde mahkûmlara dışkı yedirenler, on yedi bin küsur ‘faili saklı’ cinayeti örtbas etmeye çalışanlar, bir halkı savaş koşullarını bahane ederek topyekûn Allah’ın arzından sürüp çıkaranlar ve çor çocuk yollarda kıranlar, kırdıranlar ve saire, ve saire...

Dönelim biz yine, gerçekte, burada, yakınımızda olduğunu söylediğimiz ‘cennet’ hasbıhaline. ‘Dünya’ sözcüğü, yakın yurt demektir. Ben bundan, yakın bahçe, yakın cennet anlamını çıkarıyorum. Ve büyük geleneğe, kadim hukuk öğretisine göre “eşyanın aslı ibahedir.” Bu, en yalın ve geniş anlamıyla şu demektir: İnsanın şeylerle ilişkisi, sınırsız ve yasaksız bir başlangıca dayanmaktadır. Sınırlar ve yasaklar arızî, istisnai ve muhdestir, yani sonradan çıkarılmışlardır.

O halde, dinsel öğretinin de, siyasi düşüncenin de, felsefe ve sanatın da yönelebileceği en aslî ve doğal hedef, zihinlere konan sınırların, insanlar arasına konan sınırların, toplumlar arasına konan sınırların, ırklar, dinler, renkler ve cinsiyetler arasında, insanlık ailesinin fertleri arasında ihdas edilen sınırların kaldırılmasıdır.

Burada, ‘İnsanlık Ailesi’ tabiri yerine, size biraz şaşırtıcı  gelebilecek bir sözcüğü, ‘Ümmet’ sözcüğünü özellikle kullanmak isterdim. Nedeni şu, ‘Ümmet’ sözcüğü, Kur’anî anlam örgüsü içinde, sanılanın tersine, münhasıran bir dine ya da peygambere bağlı insanlar topluluğunu değil, fakat inananı, inanmayanıyla, peygamberî çağrının ve peygamberî sorumluluğun yöneldiği bütün bir ‘İnsanlık Ailesi’ni ifade etmektedir. Şimdi düşünün, o kitabın, bütün insanlığın Rabbi olan Yüce müellifi, bu sözcüğü başka anlamda kullanmış olabilir miydi zaten?

Ne muhteşem bir vüs’at, ne engin bir ufuk, ne büyük bir zenginlik, ne görkemli bir krallık! Öyle değil mi ama! Bir kardeşim siyah, bir kardeşim sarı, bir kardeşim buğday tenli; bazılarının konuşma dillerini anlayamıyorum, ama gözlerindeki ışığın dilini, yüreklerinin vuruşunu tanıyorum. Bu vuruşların ritmi tıpkı benimkiler gibi!

Bazıları  ‘Musa’ diyor, bazıları ‘İsa’ diyor, bazıları Muhammed... Ama bunların hepsi gece uykuya geçerken ruhlarını aynı tanrıya emanet ediyorlar. Başka bazıları Zerdüşt’e inanıyor, bazıları Buda’ya, bazıları ateşe, bazıları ağaca, bazıları suya... Ama hepsi, bunlarla, aşkın olanı arıyor, yitik cenneti düşlüyorlar. Bazıları da hiçbir tanrıya inanmıyor. Galiba, yaratıcı yokluğa inanıyor onlar; yalnızlığa, mutlak yok oluşun gizemine, hiçliğin büyüsüne... Pek anlayamıyorum doğrusu onları. Ama, hisseder gibiyim, yitik bir cennetin peşinde onlar da.

Aile çok geniş ve karışık. Ama bu, oyunun zevkini kaçırmıyor, tersine tadını, rengini ve inandırıcılığını artırıyor. Karışımda hayat vardır çünkü, kaosta hayat vardır. Uyum ve bütünlük kaosun dudağında beklettiği terennümdür, o kadar! Ağzının kıyısına ya da kulağına iliştirdiği mine çiçeği...

Ve gerçekte, ‘sizin’ medeniyetiniz, ‘bizim’ medeniyetimiz yoktur, büyük harflerle yazılan ‘Medeniyet’vardır! İnsanlığın ortak acılarının, çilelerinin, tutku ve dehasının ürünü, ortak irfanın ve ortak yaratıcılığın muhassalası, ‘Büyük Medeniyet’...

Ve cennet, benim inancım odur ki, şeylerin ve nefislerin, yaratılışlarının aslına, yani Tanrının yaratıcı soluğuna döndükleri, onu teneffüs ettikleri sınırsız ve yasaksız bahçe demektir. Öyleyse, sınırları ve yasakları kaldırdığımız ölçüde yaklaşacağız demektir yitirdiğimiz cennete.

Çünkü cennet, hiç değilse şiirin lügatinde, Kur’anî karşılığıyla, dur durak bilmeyen ‘fetih’ demektir, dur durak bilmeyen ‘açılım / açılma’... İnsan ruhunun, ufkunun ve istikbalinin sonsuza ve sınırsız olana açılması... Ve bu açılımı, yeryüzündeki cenneti, iyi niyetli çabaların; ünsiyet, samimiyet, ülfet ve aşkla ortaya konan yaratıcı atılımların bir ödülü olarak, Büyük Yaratıcı, Büyük Sanatçı bahşedecektir insanoğluna. O’nun vaadi budur.

O’nun en büyük sanatı nedir, peki, bunu biliyor musunuz? O’nun en büyük sanatı, yaratıcılık değil, hayır, rahmettir, rahmet! ‘Rahmet sanatı’dır, bence!

Büyük Usta’ya ait bu büyük sanatın, ‘rahmet sanatı’nın, çömeze, O’nun yeryüzündeki halifesi –sözcüğün Türkçeleşmiş haliyle, kalfası- olan insana yakışan biçimi nedir peki, sizce? Merhamettir, bence, merhamet! Büyük Merhamet Sanatı!

Sevgili Başbakan, şairleri, yazarları, sanatçıları, ailenin sorunları için bir aile toplantısına çağırmayı düşünen ilk başbakan oldunuz. Burada dile getirilecek düşüncelerden yararlanma arzunuzun samimiyetinden kimsenin kuşku duymaya hakkı olamaz. İşte bu samimiyetinizden güç alarak, izninizle, şimdi size sormak istiyorum:

Sanatçıları sevdiğinize, onların düşüncelerine, reylerine değer verdiğinize göre, siz de bir sanatçı olmayı istemez misiniz, peki? Yaptığınız işlerde onlar gibi siz de, zihinleri, kalpleri, ruhları, güzel ve uyumlu olana açan ve rahmeti, bir bahar rüzgârı gibi, bütün yeryüzüne, bütün insanlığa üleştiren birsiyaset sanatçısı olmayı istemez misiniz?

Merhametli bir insan ve merhametli bir halk evladısınız, sevgili Başbakan. Bu, hesapsız, riyasız üslubunuz, hasbî tutumlarınız, herkes için apaçık ortada. Peki, madem merhametle bu kadar ele ele, kol kolasınız, o halde, bir rahmet sanatçısı olmak istemez misiniz? Merhametin, sizinle, bir siyaset sanatına, bir liderlik sanatına dönüşmesini istemez misiniz?

Size emanet edilen rahmeti, merhametsiz muktedirleri değil, Rahman ve Rahîm Olan’ın mağdur kullarını kayırmak için ve sonuç olarak Rahman ve Rahîm Olan’ı hoşnut etmek için, ama bu sefer onu bir sanat duyarlılığı, sanat rikkati içinde kullanmak istemez misiniz?

Bunun için de, esasları merhametsiz muktedirler tarafından belirlenen milli siyaset belgelerini, köhnemiş yasaları, tozlu telakkileri üst üste, üst üste, üst üste koyup, hepsinin üzerine çıkarak, oradan, merhamet sanatının incelttiği, yumuşattığı bir sesle, en uzaktaki mağdurlara:

“Ey, yurtlarını, yurtlarından zorla çıkarıldıklarını, yolda çoluk çocuk kıyıma uğratıldıklarını unutamayan dünya Ermenileri, Ermeni kardeşlerim benim! Ben de unutamıyorum, zalimlerin sahnelediği o faciayı, o büyük insanlık suçunu. Ah, biz insanlar!

Bu bizim suçumuz! Hayır, bu bir Ermeni trajedisi değil; bu, bizim hepimizin hikâyesi, hepimizin trajedisi!

Peki, şimdi, yurdunuzdan çıkarıldığınıza göre, oraya dönmek istemez misiniz? Önce ihkak-ı hak, öyle ya! Hakkın iadesinde zaman aşımı mı olurmuş! Yurdunuza dönseniz, bu, biraz olsun yaralarınızı kapatır, acılarınızı dindirir mi? O zaman Allah’ın arzı elbette hâlâ geniş ve bereketli. Bizi doyuran toprak sizi de doyuracaktır! Burası sizin de yurdunuz; buyurun yurdunuza, buyurun evinize!

Bir de, şu soykırım tartışması vardı, değil mi? Ama, soykırım da ne demek! Değil, bir halkı topyekûn yok etmeye kalkışmak, bir tek insanın canına kıymak bile bütün bir insanlığı katletmek gibidir bizim inancımıza göre. Ben bütün insanlığın katlinden söz ediyorum size ve onun verdiği acıdan, kardeşlerim. Soykırımın lafı mı olur!” diye seslenmek istemez misiniz, sevgili Başbakanım? Bunu, bunları, dünyada herkesin duyacağı tarzda yüksek sesle söylemek istemez misiniz? Bir yolunu, bir üslubunu bulup, bunları söylediğinizi düşünün! O zaman, adaleti parlamentolarda, soykırımoylamalarında arayan kimse kalır mı dünyada, düşünün! Arayan olsa da, bunun bir anlamı olur mu?

Ve tam kıble tarafındaki dağlara dönüp de, sevgili Başbakan, o dağlarda, dudaklarında acılı, hoyrat türküler, kahırlar, küfürler, ellerinde tehlikeli oyuncaklarla dolaşan gençlere ve onların köyde, kentte, yürekleri kızgın küle gömülü bekleyen analarına babalarına, “Gelin, siz, size ve yakınlarınıza yapılan kıyımlar için, onlara karşı işlenen kötülükler için bağışlayıcı, kendi yaptıklarınız için de tövbekâr olmaya çalışın; biz de kendi yaptıklarımız için tövbekâr, sizin yaptıklarınız için bağışlayıcı olalım. Ve oturup aile içinde birlikte saralım yaralarımızı!” diye seslenmek istemez misiniz? Böyle bir seslenişin, güven veren bir tonlamayla, o dağlarda, o köylerin, kentlerin sokaklarında, meydanlarında yankılandığını düşünün, Sevgili Başbakanım! O zaman, dağda kimseyi tutabilir mi, varsa, tutmak isteyenler?

“Siz ey, yufka yürekli peygamber Yakub’un oğulları, hikmet ve bilgi verilmiş Yusuf’un, sanat verilmiş Kafka’nın, ilim verilmiş Einstein’ın kardeşleri! Ey, Zion’u sevgisizliğin, güvensizliğin duvarıyla çevirip, kendi kendilerini İsrail denen o hapishaneye kapatan Musevî kardeşlerim! Altmış sene öncesine kadar, belki iki bin, üç bin yıl boyunca itilip, kakılıp, oradan oraya sürüldünüz. Bunun içindir ki, şimdi de, kendinizi kapattığınız o hapishanede, o duvarların ardında bile güvende hissetmiyorsunuz? Ve bunun için saldırıyorsunuz kuzenlerinize, kardeşlerinize, öyle değil mi ama, öyle değil mi? Öyleyse, gelin, birlikte yıkalım o hapishanenin duvarlarını! Biz yetmiş iki milyon Türkiyeli, bizim himayemizdesiniz bundan böyle. Sizi biz koruyacağız korkularınıza karşı, biz kollayacağız umacılarınıza karşı!” diye seslenmek istemez misiniz, Sevgili Başbakanım? Bir yolunu, yöntemini, üslubunu bulup bunu yapsanız, işte o zaman, Yakub’a söyleyecek sözleri, Yusuf’a oynayacak oyunları kalır mı, Yusuf’un bu yolunu şaşırmış, kardeşlerinin?

(Size hep ‘sevgili Başbakanım’ diye hitap ettim, dikkatinizi çekti mi? Birileri bunu yandaş intelijensiya belirtisi olarak değerlendireceklerdir. Aldırmam. Bize, “Sevgili Başbakanım!” diyebileceğimiz yakınlıkta, emin ve yüzü halkın yüzüne benzeyen bir başbakan lazım! Ben de işte, bunun için, yani o soğuk ve törensel‘sayın’ sözcüğünün, sizinle, halkın bulunduğu, halkın durduğu, yani sevginin, içtenliğin, şiirin ve hikmetin gezip tozduğu yerden konuşmak isteyen birinin dudaklarına pek yakışmadığını hissettiğim içindir ki, ‘sevgili’ sözcüğünü kullanıyorum.)

Ve diyorum ki, ah, Başbakanım, sevgili Başbakanım, siyasete uzak biri olarak ben, merhamet sanatına ilişkin, kimilerine ilk bakışta uçuk gelebilecek türden de olsa, bir solukta yukarıdaki gibi bir dolu örnekler bulabildiğime göre, siz, güçlü uzgörünüz, engin siyasî deneyiminizle ve size, yüksek karihaları, zengin müktesebatları ve yaratıcı düşünceleriyle güç verdiklerini bildiğim değerli yol arkadaşlarınızın, mütebahhir danışmanlarınızın katkılarıyla, bu sanata, kim bilir, daha ne güzel örnekler, ne güzel ve büyük ‘sünne’ler katabilirsiniz! Bundan hiç kuşkum yok benim. Bir yan kazanç olarak, İslamofobia ile baş etmenin de en güzel, en etkili biçimi bu olurdu, eminim.

Sözlerim çok uzadı. Bazen sözün en doğrusuna erişmek için, denize kadar, işte böyle, koşmak gerekiyor:

Yeryüzünün neresinde olursa olsun, merhametsiz güçlülerin, iktidar düşkünlerinin, cahillerin, kalın kafalıların, fanatiklerin işledikleri cürümlerin sonucu olarak canı yanan, dünyası kararan, onuru incinen, yoksulluk ve darlık içinde bırakılan, itilen kakılan herkes için sözün doğrusu da şu:

“De ki: “İnsanların Rabbine sığınırım / İnsanların Yaratıcı-Ustasına,

Eğitmenine,Yönetmenine,

İnsanlar üzerinde koşulsuz erk ve egemenlik sahibi olana!

İnsanların Biricik Tanrısına sığınırım, insanların içine kötü düşünceler fısıldayan kısık sesli sinsi ayartıcıdan, ayartıcı dürtünün sürükleyebileceği kötülüklerden!

O ayartıcı dürtü ki, duyu-ötesi varlıklardan, bilinç ötesi süreçlerden de güç alıyor olabilir, insanlardan ve insan ilişkilerindeki çarpıklıklardan da...”

* Şair / [email protected]

(TARAF, 19 NİSAN 2010)