Menu
BİR SÜKÛT MAHZENİ (YAHŞİBEY MAHALLESİ)
Haberler • BİR SÜKÛT MAHZENİ (YAHŞİBEY MAHALLESİ)

BİR SÜKÛT MAHZENİ (YAHŞİBEY MAHALLESİ)

http://www.youtube.com/watch?v=XzeKtiZ1UN8

Bursa'nın en eski mahallelerinden biri Yahşibey Mahallesi... Hisar'dan bakıldığında batıda, Muradiye, Hamzabey ve Kocanaib mahalleleri arasında yanmış bir fotoğraf gibi zamanı beklemekte...

Mahalle; kuzeyden İkincimurat, güneyden Kaplıca caddesi arasına sıkışmış isli bir lâmba gibi yanar... Bu isli lambanın ortasından bir fitil gibi geçen Cilimboz Deresi ise kışın gümrah bir ırmak gibi u/yanarak çağlasa da, bu fitil yazın kurak günlerinde cılızlaşarak âdeta söner!

Arşivin tozlu sayfalarında ilk 1467 tarihli belgelerde rastlamak mümkün adına...

Sokağın başındayım...

Sanki upuzun bir hikâyenin başlangıcında!

Yitik bir şey var aradığım sanki bu tozlu sokaklarda! Antik bir kenti bulmak için toprağı kazımak yeterlidir. Ancak, şehrin ruhunu bulup, kalbini hissetmek için taşların mermerlerin, duvarların, bahçelerin, mezarların içine düşüp, çınarların kökleriyle birlikte yerin maden samarlarında gezinmek lâzımmış, Bursa sokaklarını her gezişimde bunu öğrendim...

Mahalle ismini I. Murad Hân'ın eşi, Gülçiçek Hatun'un oğlu Yahşi Bey'den almış. Gülçiçek Hatun aynı zamanda Yıldırım Bayezid Hân'ın annesi, demek ki ikisi kardeşler...

Türbe; Fetret devrinin bir samyeli gibi kavurduğu o dönemde, yanmış bir filmin kopuk bir karesi gibi saklanıp kalmış mahallenin bu çıkmaz köşeciğine.

Mermer söveli girişin iki yanında bulunan sütunlar türbeyi terk ederek gitmişler sanki... Sütunlar gidince, bu hüzünle iyice içine kapanmış türbe... Ne ki, insanlardan kaçıp murakabeye dalacak münzevilerini bekliyor şimdilerde...

Duvarlar üç sıra tuğla, bir sıra kesme taşla örülü. Bu taşlar, bu duvarlar dilsiz bir deniz gibi dalgalanıp duruyor da kimseler duymuyor, ne yazık ki!

Tabelasında 1399 veya 1400 yıllarında yaptırıldığı tahmin edildiği yazıyor.

Adı konulamamış bir zamanda yapılmış olan bu türbe, padişah anaları için yaptırılan türbelerin ilki imiş aynı zamanda. Kare planlı yapının üzerine çekilmiş bir kubbe altında Gülçiçek Hatun'dan başka kime ait oldukları bilinmeyen üç sanduka daha var. Ne garip... Her biri kendi öyküsünün kubbesi altında, başlarına sonsuzluğu bir yorgan gibi çekmiş uyuyorlar...

Gülçiçek Hatun'u merak ediyorum.

Gözlerine sürmeler çekmiş bu hatun anne, siyah kadifeden göz kapaklarını bir aralayıp baksa, belki de göreceğim bu sanduka içinden kendisini de.

Türbeye girenler var hayret! Hâlbuki çok fazla ziyaretçisi olmaz buranın. Rehber, Gülçiçek Hatun'u ve oğlu Yahşibey'i anlatıyor kısaca, çünkü gezilecek daha çok yer var Muradiye de daha...

Beni görmelerini sitemiyorum! Oturduğum pencerede gözlerimi kapayıp saklanmak istiyorum sandukanın içine... Seslerini duyuyorum sadece... Ne tuhaf... Sanduka'dan bakıldığında; bir ölü, başka ölülere klavuzluk yapıyor gibi... Bunların bakıp durdukları bu kesme taşlar ve yosun tutmuş eski mermerlerden anladıkları ne acaba?

Tarihi, sadece tozlu sayfalardan okumak yetmez, bu taşların da kalbine inmek gerek! Çünkü hafızamızın yitik mirası, taşların kalbine gömülü; asıl onları okumak gerek! Taşların hafızasına sinmiş bu tarihi okumak ve anlamak için de sonsuz bir bakış lâzım.

Pencerelerine güvercinlerin sığındığı, türbe girişinde kedilerin uzanıp keyf çattığı ve ara sıra benim gibi insanlardan kaçan münzevilerin saklandığı bu türbe aslında bir sınır çizgisi bu hayatla öte arasında. Ne bileyim, belki bir kanat sesi ya da içli bir ağıt duyabilir istese insan. Ama önce istemeli ve sonra dinlemeli taşların kalbini... Hatta dinlemeyi öğrenmeli...

Ziyaretçiler çoktan gitmişler, farkında değilim.

Bir kaç damla gözyaşı ve Fatihalar bırakarak ben de çıkıyorum türbeden.

Fetret Devri'nin fırtına sonrası bıraktığı izlerden sonra gümüş kanatlarını açan kelimeler sanki buralarda bir yere gizlenmiş... Dur bakayım.... Nerede... Nerede... Hah, işte orası! Tam köşede, en derinde!

Hani bazen bir tek kelime anofor gibi yakalar ve bütün bir gün savurur ya insanı peşinden?... Yahşibey Türbesi de öyle işte... Önce belli belirsiz çağırır, bir dehliz gibi içine çeker; dünle bugüne iç içe geçirip alabora eder! Sonra ansızın dışarı fırlatır... Ne olduğunu bilmezsin, tek hissettiğin bir nebze "arınmış" olduğundur...

Geniş bir tuğla tonoz ile örtülü türbe yerden bir hayli içeridedir. Tonozun üst bölümüne yapılan camdan ışık alan bu türbe, adeta bir sükût mahzeni gibidir. Gözünü her açtığında kararan bir resim gibi dünya burada hatlarını tamamen kaybetmiştir. Yerin altından büyük bir denize doğru akan bir yeraltı nehri gibi, acaba yetmiş bin evliya da şehrin kalbinden böyle mi akar?

Yoo, karanlık değil, derinlik size bahsettiğim... Derinliğin içinde bir nur... İşte taşın ve şehrin kalbi... Nisyan buhuru tüten bu kimsesizliğin yurdunda, parmaklarımı mezar taşına soksam dua niyetine, acaba yanar mıyım? Ellerime bakıyorum!.. Parmakları bir ağacın kökleri gibi taşa geçmiş bu yaratık hep derine doğru gitmekten başka ne yapabilir ki!.. İşte yazarlık öyküm benim!

Yasin-i Şerif okuduğum yaprakları eskimiş dua kitabını dağınık, tozlu rafa bırakıp geri geri çekiliyorum...Hayır, adeta yukarı fırlatılıyorum!...

Sokakta kediler, komşumuz Zekiye Teyze'nin önlerine koyduğu ciğerli ekmeği yiyorlar.

Gülçiçek Hatun'la karşı karşıya oturan Tûba Nine, türbelerin gönüllü türbedarı, nurlu simasını çevreleyen yeşil örtüsüyle sokağın başında görünüyor. Belli ki yine "okumaktan" geliyor. Kendisi yokken gelenler mahrum kalıp dönmesinler diye açık bırakmış türbeleri. Karanfil kokan elleriyle yanağımı okşayan bu eski Bursa Hanımefendisi, avucuma tarçın kokulu bir şeker bırakıyor...

Başımı çevirip gökyüzüne bakıyorum. Şehrin başucundan çocuğunu her an izler gibi bakan Uludağ'a göz kırpıyorum...

Nim Sofyan bir ikindi gölgesinin inmek üzere olduğu sokakta her şey sessiz... Yalnızca türbenin yanındaki kocaman çınar kollarını açmış bir çocuk gibi geçmiş zamanları geri çağırıyor.

İlerliyorum...

Ahşap evler yerine, betonörme evlerin birbirine yaslandığı dar sokaktan geçierek mahallenin dinmeyen "şırıltısına" ulaşıyorum.

Cilimboz Deresi, çocukluğumdan beri hep "gel" der bana. İşte burası Bursa'nın yetiştirdiği son mutasavvıflardan ve benim "Hazret Dede" diyerek kucağında büyüdüğüm Hasan Burkay Hüdaverdi Hazretleri'nin en alt katı büyük bir mescit olan evi... Dere, küçük kubbecikler dizili mescidin eteklerinden akıyor...

Bu dere sanki Bursa'nın her yerine mütemadiyen akıyor, her deliğe sızlıyor, her dehlizden geçiyor...

Geldiğim yoldan geri dönerek Sarıklı Değirmen Sokağından sağa, eski sokağa saparak evime doğru yürüyorum. Eskiden büyük bahçelerin içinde bulunan bu ahşap konaklarda kim bilir kimler yaşayıp göçmüş? Acaba ipekböceği yetiştirildiği için mi bahçeler bu kadar büyükmüş? Zaten Muradiye zengin ve köklü ailelerin oturduğu bir semt imiş. İbrahim Efendi Konağı'nda yaşayan ve esasında köle olan Canduz, Balaban ve Şirin'in hikâyesi yazmam için hâlâ beni bekliyor.

Ne garip... Eskiden Rumların ve Müslümanların iç içe yaşadığı bu semtte hiç Rum kalmamış. Belki şu sokakta Vasil Efendi yaşamıştı. Belki de şu bahçe şişko yanaklı Tanaş'a ait. Ama Nuhbe Nine'nin anlattığına göre karşı ahşap konak eskiden Havlucu Dimitri Efendilere ait imiş...

İkindi hızla ilerliyor...

Adımlarım da... Günlerdir kar düşleri gören eski sokağımız üşümeye başladı bile. Gökyüzü dipsiz bir göl uzaklarda... Şehrin şairleri birazdan mısralar damıtacaklar o gölün derinliklerinden... Kelimeler yanacak... Belki de u/yanacak şairler...

Bense... Bense kalem tutuşturulan bu ellerimle ne şehri çözebilir ne de sırrını bilen arrâfı tanıtabilirim sizlere...

Yalnızca, taşın tozlu dudaklarından dökülen yanmış ve yarım yamalak sözleri yazabilirim işte böyle dilim döndüğünce...

Âhirimizin evvelimizden hayırlı olması niyâzıyla...