Kemalde zevali aramak ya da zevalde kemali. Bitimde bitmemişliği, bitmemişlikte bitimi yani. Hayat ve yaşantılar her daim bir parça nakıs, eksik ve yarım. Hiçbir söz, renk ve nakış tamam değil, zeval ile malul.
İnsanlığın ezeli trajedisi: zevalde kemali, geçicide sonsuzu, fanide bakiyi bulmaya çalışmak ve bu çabada akıl almaz bir ısrar göstermek. Bitimsiz olanı bitimli olan içine sığıştırmaya çalışmak.
‘Sessiz çalışmak ve mahzun yaşamak’ sadece Haşim’in kaderi değil, o kumaşı taşıyan bütün cins kafaların ortak kaderidir. Yahya Kemal, çok mu mesut ve bahtiyardı, tilmizi Tanpınar, rahat yüzü gördü mü, ya Abdülhak Şinasi, Mehmet Rauf, Fikret, Fazıl ve Peyami bir gece rahatça yumuşak bir döşeğe uzanır gibi uzanabildiler mi, mutluluğun kucağına?
Bu bedbahtlık, bu talihsizlik, bu mutsuzluk düşünen ve duyumsayan her insanın rahatça paylaşacağı soylu duygular. ‘Bilirim, hayatında beni bir dakika sevmedin, bir dakika havamda rahat etmedin, bir dakika bana dost sıfatını tamamen vermedin. Ben bunu bilerek dostun oldum ve hâlâ dostunum, çünkü biliyorum ki ruhun benim ruhumun cinsindendi, çünkü biliyorum ki bedbahtsın ve mesut olmayacaksın, tıpkı benim gibi.’
Ne acı bir sitem değil mi? Elimizden gelse ve dürüst olsak, hepimiz kendimize ruh bakımından yakın hissettiğimiz bütün dostlarımıza aynı serzeniş dolu bir mektup göndermeyi tercih ederdik. ‘Ah beni kimsecikler bilmiyor’ diyordu Atilla İlhan, kelimeler kifayetsiz, dost biperva, felek acımasız, sınav çetin.
Her badireyi başarıyla geçip saadet sarayına varmak kaç kişiye nasip olmuş? ‘Kimler geldi, kimler geçti’ ama hangisi kazandı hangisi kaybetti? Bunu bilmek olanaksız fakat şu rahatlıkla söylenebilir: kaybedenler büyük bir ihtimalle sanatçılardır.
Hayyamlar, Haşimler, Kemaller, Safalar, Fikretler, Nazımlar, Stefanlar, Tolstoylar, Balzaclar, Stendhaller, Heminwaylar… Neden? Seçildikleri yerde duramadıkları için ya da seçtikleri yerde. Bitime, faniye, an’a razı olmadıkları için. Hayata karşı sessiz bir muhalefetin en içli bir savunucusu oldukları için. Düşünür açıklar, sanatçı anlatır, biri konuşur, diğeri susar, biri hıçkırır, diğeri gülümser.
Cazanne, Remrant, Van Gogh, bitmemişliğin resmini çizdiler, faninin, zeval bulanın, geri gelmeyecek olanın yani mutsuzluğun. Tıpkı zavallı Dino gibi.
Mütevazi olmak, çelebi olmak, hüznün, hazanın insanı kavramasına, alıp götürmesine izin vermek, yaşlanmayı bilmek, zamanı gelince de vakur bir eda ile çekilip gitmesini bilmek, ölmek yani.
‘Hüzün ki en çok yakışandır bize’ der şair, öyle ya peygamberimiz bile hüznün, hazanın peygamberiydi. Bizlik. Bizce. Bize göre. Bizimle yani.
‘Bilirsin ki saflığı, budalalığı bile fersah fersah geçen bir adamım. Yeni insanlar arasında günlerimi bir devr-i hacerî mahlûku gibi şaşkın ve bîhaber geçirdim. Öteden beri şairin ancak dilenci olarak geçinebildiği bir âlemde ben, şairlikten başka yapacak bir şey bulamadım. Fikir, his, hayal ve sanat kaygıları, göze görünmez haşereler gibi faydasız hayatımın kumaşını delik deşik ettiler. Bu hayat, perişan Çingene çadırı gibi beni barındırmaz olmuştu.’
Bu kadar karamsarlık, bu kadar bedbahtlık neden? Şair olmak ile dilenci olmak arasında herhangi bir fark görmeyen Haşim, bugün yaşıyorsa ve muhayyilemizi süsleyen merdiven şiiri gibi klasik bir eser bırakmışsa bu şöhreti dilenciliğine değil, nadide bir tanrı armağanı olan şairliğine borçlu.
Onun istediği muaccel yani peşin bir mükafat, bir takdir, bir alkış daha doğrusu insan gibi yaşayabilmek için birazcık para. Zira Bab-ı Ali müdavimleri, Raskolnikof veya Jan Valjana eş bir sefalet içerisindeydiler. Hepsi değil tabii bazıları, lutf-u şahaneyi kabul etmeyenler. Asiller. Asilzadeler.
Mutluluğu nicelikte aramak. Kemmiyette. Kesrette. Çoklukta. Satıhda. Zevalde. Evet tarihi yanılgı, dram, trajedi burada işte. Halbuki mutluluk, nicelikte değil, niteliklikte, kemiyette değil, keyfiyette, kesrette değil, vahdette, çoklukta değil, birlikte, satıhta değil, özde, zevalde değil, kemalde yani masivada değil Allah’ta.
Gadu’nun müphemliği, Hölderlin’in, Mümtaz’ın cinneti, Vah Gogh’un ağır buhranı, Stefanın intiharı, birincide kaldıkları için, tekamül edemedikleri için, irtifa edemedikleri için, dışa, kabuğa ve yüzeye, takılıp kaldıkları için, Tanpınar’ın itirafıyla ‘Allah’ı bulamadıkları için.’
Bunlar düşüncesi ile sezgileri arasında gel-gitler yaşamış, kah düşüncesi ağır basmış kah sezgileri. Sezgi ile düşünce arasında ahenkli bir bileşim kurabilmeyi becerebilenler, başarabilenler çok nadir.
Yaşamayı bilen bunlar. Ölmeyi bilen bunlar. Gülümsemeyi bilen bunlar. Bir çocuğun sessiz hıçkırıklarına karşı ilgi duyabilen bunlar. Mehtabı, hazanı doyasıya temaşa etmeyi bilen bunlar. Hayatın görünür çirkinliklerine aldanmayıp güzelliklerine karşı gönüllerini açmayı bilen bunlar. Kısacası yaşam karşısında bilgece bir tavır takınabilmeyi başarabilen hep bunlar…