Şiirsiz, şikayetsiz, şahsiyetsiz ve iniltisiz bir yaşam.
‘Gün berbat ve esnemekte hayat.’
İnsanlar, donuk, ezik ve kaypak…
Bakışlar bütünüyle yüzey ile sınırlı; düşünceler mideye çivili.
‘İnsanlara olan saygımı korumak için onlardan uzaklaşıyorum.’ diyor Rus hikayeci Çehov.
Ne kadar doğru, ne kadar anlamlı bir söz! Hakikatin bizatihi kendisi.
Kuran-ı Azimüşşan ‘eşref-i mahlukat’ (yaratılmışların en değerlisi) diyor insan için. Sosyal hayat ise çoğunun ‘esfel-i mahlukat’ (yaratılmışların en alçağı) olduğunu söylüyor daha doğrusu haykırıyor.
İnsanın yalınkat gerçekliğini yansıtması bakımından Çehov, hayata daha yakın gibi.
Ödünç alınmış düşünceler, çalınmış roller ve tiksindiren gülümsemeler…
‘Hayat, herkesin yaşamak zorunda olduğu ve hiç kimsenin yaşamaktan hoşlanmadığı bir komedya’ diyor, Mağaradakiler yazarı.
Çok haklı ama bir parça eksik. Tragedya, komedyaya kıyasla, hayat bilmecesi için daha kuşatıcı bir tabir. Çünkü hüzün, keder ve kasvet yaşamın diyalektiğine daha uygun ve onunla daha uyumlu. Nasıl olmasın ki:
‘Gülmenin sonu ağlama… Vuslatın sonu hicran… Yazın sonu hazan… Ateşin sonu kül… İkbalin sonu zeval… Hayatın sonu ölüm!’
‘Zirveler, soğuk ve ürkütücü’ diyor ateist derviş Nıetzsche. Entelektüel yalnızlık dedikleri galiba bu. Sürüden kopup zirveye talip olmak. Yani dipsize, bilinmeze ve sonsuza.
‘O kadar yalnızım ki karanlıklardan iblisin eli uzansa minnetle sıkarım.’Ne haklı, ne doğru, ne anlamlı! Yalnızlığı bu kadar manidar anlatabilen bir başka cümle var mıdır? Bilmiyorum. Belki şu mısralar birazcık zorlar: ‘Zambaklar en ıssız yerlerde açar… Ve yalnızlık, yalnızlık sigara külü kadar yalnızlık…’
Gabriel Marguez, hayat serencamı için ‘Yüzyıllık Yalnızlık’ tabirini kullanır. Yüzyıllık değil, binlerce yıldır devam edip gelen bir yalnızlığın, bir çaresizliğin hazin hikayesi bu.
‘Yalnızlığın Özel Tarihi’ gibi bir tamlama kullanıyor yazar, bütün yalnızlıklar özel zaten, hangi yalnızlık toplumsal, hangisi genel ki?
Marcel Proust gibi ‘Geçmiş Zaman Peşinde’ değil sadece; geçmiş, şimdi ve gelecek bütün zamanların peşinde.
‘Güneş yalnızda olsa etrafına ışık saçar. Üzülme doğruların kaderidir yalnızlık. Kargalar sürü ile kartallar yalnız uçar’ der Hayyam, teselli makamında.
Gerçek dindarlık ya da bilgelik bile yalnızlığın ve hüznün çocuğu. Yalnızlığın. İnzivanın. Uzletin. Yani Sina’nın. Hira’nın. Olemp’in. Hüznü ve inzivası olmayanın dindarlığından kuşku duymalı. Tanrı bile elçilerini hep şahikalara, zirvelere ve uçurumlara çağırır, konuşmak için. Diyalog için.
Bu duygular soylu dimağlar için geçerli. Günlük elbise değiştirir gibi düşünce değiştiren ‘fikir zamparaları’ için değil.
Düşünce; bedel ister, haysiyet ister, kan, ter ve emek ister, yani namus ve sancı ister. O, sunulmaz; bulunur.
En yüce erdem; ‘fikir serserisi’ yani ‘panayır soytarısı’ olmak değil, ‘fikir işçisi’ yani ‘namus işçisi’ olmak.
‘Düşünce namusu’ ve ‘fikir öfkesi’ biricik ideal olmalı.
Her şey gelip, ‘Kaldırımlar’ şairinin bütünüyle namus, haysiyet ve aynı zamanda hüzün kokan şu ölümsüz mısraında düğümleniyor:
‘Lafımın dostusunuz çilemin yabancısı
Yok mu sizin köyde çeken fikir sancısı?’