EYLÜL SÖZCÜKLERİ
Yokluklarımız kimselerinkine benzemez olmaya başlamışsa, bir şeylerin bizi ilk acıtmaya başladığı yaşlardayız demektir. Büyümüşüzdür artık. İşte ben de bu gerçeği biliyor ve bekliyorum her seferinde: Yollarını, izlerini, seslerini, gitmelerini, gelmelerini… Her seferinde, beni biraz daha yoracak gelmelerini/ gitmek için kalmalarını. Eylül’e düşen sesini, yorgun yüzünü, aynadaki hüznünü ve sen gittiğinde arkandan gelecek tüm sözcüklerini…
GİTMEK/ Yokluğun en üşüten yüzü
Birileri her gittiğinde yokluğa biraz daha alışıyor insan. Ne garip değil mi? Eskiden yanımızda olmadan yapamayacağını düşündüğümüz insanlar, bir de bakıyoruz artık yoklar.
Giderken götürmeyi unuttukları gölgelerin hayali incitse de her yanımızı, artık bir yanılsamadan ibaret oluyor yaşananlar: Yaşlarını, burçlarını, adlarının anlamını, telefon numaralarını, kaç kardeş olduklarını, yeme-içme zevklerini, çayı şekerli mi şekersiz mi içtiklerini -haklarındaki birçok şey gibi- unutuveriyoruz. Sanki adres defterlerimizde hiç yer almamışlar gibi, onları hafıza kayıtlarımızdan da çıkarıveriyoruz. Hem de bir çırpıda…
İşte, böyle arkadaşım!
Gittiğinden beri, ne çok alıştım yokluğuna bir bilsen! Her gittiğinde yokluğuna biraz daha alıştırdın beni çünkü. Eskiden, yanımda sen olmadan, eksik kalıp tamamlanamayacağımı düşünürdüm hep. Şimdilerde ise bunun bir yanılsamadan ibaret olduğunu görüyorum.
Bir kısır döngüden başka bir şey değil bu: Gidersin-yoksundur/yoksundur-gitmişsindir/gidenler yoktur-yok olan gidenlerdir/gidenler yokluktur- yokluklar gidendir/ gitmeler yok olmaktadır- yok olmak gitmelerdedir…
Biliyorum! Artık, gittiklerinden dolayı geride kalanlar için kendimi yıpratmanın, zamanın aşındırdığı tozlu yaprakları çevirip durmanın bir anlamı yok. Yeni bir yaprak açmak hayata, her zaman işe yarar. Ben de öyle yapıyorum artık. Sen de öyle yap olur mu? Sevgili arkadaşım!
ALIŞTIRMAK/ Yokluğun en sığlaştırıcı yüzü
Hani her şeyi bilsem, derdim ki: Ne gerek vardı, iskambilden kuleler kurmaya, suya yazılar yazmaya, klişelerle doldurmaya hayatı, sözcüklerin sığlığını bulaştırmaya üstüme-başıma?.. Ama öyle değil işte!
Öğrendim ki; hafıza kayıtlarımın işi bu! Hafızam bir çöp tenekesi! Hafızam, bir gayya kuyusu… Ne atarsam kalıyor orada.
Çın çın öten bir saatin tik takları, sürekli geçmişe doğru işletiyor zamanı. Daha küçük olmadım henüz, o ‘agu’ dediğim zamanlara gelmedim daha.
Üniversite yıllarımdayım… Daha büyümedim. Dur daha… Daha alışamadığım çok şey, ‘Nefret ediyorum’ diyebileceğim çok kötülük, ‘Bu neden böyle?’li kurabileceğim çok cümle var. Alışmak bir de yokluğa…
Alıştırıyor zaman, okumam gereken daha çok kitap olduğunu yokluğunda anlıyorum. Yokluğun, beni sevdiğim şeyleri yapmaya biraz daha zorluyor. ‘Yokluğunda çok kitap okudum’ şarkısı da yanında iyi bir eşlikçi, yaptığım okumaların. Daha önce yarım bıraktığım koca koca kitapları bile devirdim yokluğuna alışmak için, sen yokken…
Yokluğunun en sığlaştırıcı tarafı ne biliyor musun? İki kişilik yalnızlıkları tek kişilik yalnızlıklara çevirmek… En kötüsü de bunu o kadar güzel yapmak ki… Tıpkı usulca evimize giren bir hırsız gibi… Bizden yükte hafif, pahada ağır anılarımızı çalmak yokluğun en iyi yaptığı…
Her yokluk, iyi bir hırsızdır anlayacağın arkadaşım! Her hırsızın geride bıraktığı yokluk olmasa da hep.
Yokluk, iyi bir öğretmendir de; alıştırır zamanla yaşanan acıların anı olmasına insanı…
ŞAŞIRMAK/ Yokluğun en ilginç yüzü
Her şeye şaşırdığım zamanlardı. Çok sorduğum. Sorularla kafamı yorduğum. İncinmekten korktuğum. Sivri dilimin, kırmızı pabuçlarımın, anı defterlerimin, yaşanmışlıklarımın <sen> olmadan önceki bölümü… Şaşıra şaşıra, her şeye şaşırmamayı öğrendiğim zamanlardı. Hayallerim çok değildi bu kadar; hırslarım, hedeflerim, eriştiklerim, erişemediklerim, heybeme doldurduklarım, kitaplarım, yazılarım, bir de dostlarım…
Sonra zaman geçti. Sadece yokluğuna alıştığıma ve buna artık şaşırmadığıma şaşırdım. Alışan insan nasıl şaşırabilir ki aynı zamanda? Şaşırır, şaşırır! Çift taraflı bir ayna değil mi ki yaşadıklarımız? O zaman, alışmak şaşırmayı da barındırır içinde; şaşırmak da alışmayı…
Madem her şey zıddıyla mevcut, tanımlarımız, tanımsızlığımızın içinden çıkıyor. O zaman, büyüdükçe, gördüklerimiz çoğaldıkça, her şey benzemeye başladıkça birbirine, tabiî ki şaşırmalarımız da azalacak.
Yine de şaşırmak zor yokluğa, yokluğuna… Dostluğunun yanımda istediğim sıcaklığına alıştırmasaydın beni, bu kadar zor olmazdı yokluğun. Şaşırmazdım, bensiz kimle nasıl muhabbet ediyor acaba diye? Ne okuyor bu aralar? Benim okuduklarımdan mı yoksa daha farklı okumalar mı yapıyor diye? Klasik müzikten vazgeçip blues dinlemeye mi karar verdi? Yoksa nostaljik bir avunmayla altmışlar, yetmişlere mi takılıp kaldı? Ne bileyim, bir sürü şeyi düşünüyorum böyle işte! Sonra da şaşırıyorum, bu kadar uzun yıllar süren birlikteliklerden sonra insanlar yoklukta nelere alıştırabilirler kendilerini diye… Nelerin yoklukları şaşırtabilir onları ya da?…
ACITMAK/ Yokluğun en soğuk yüzü
Daha ne kadar büyük bir yara alabilirim ki?! Daha nasıl acıtabiliriz ki birbirimizi? Daha çok, daha fazla, daha kanatıcı, daha, daha… nasıl?
Hiçbir yara, bu yokluğun açtığı yaranın içini dolduracak kadar büyük değil! O kadar büyük yaralanmışım ki vakti zamanında… Hiçbir yara, beni bir daha böyle acıtamaz. İşte bu kadar yaralıyım, işte bu kadar acıtıyor açtığın yaralar… Bu kadarım anlayacağın! Sadece bu kadar…
Ne söylesem, sözcüklerin o bitimsiz zaman hatasına döndüğü günü değiştirebilirim ki? Ne yapsam, hayatımı temize çekebilirim ki? Ne bilsem, cevabını bildiğim sorular sormaktan alıkoyabilirim kendimi?
“İnsan aslında cevabını bildiği soruları sorar.” demiştin hatırlıyor musun? Ben hep kendime tuzaklar kurdum hayatım boyunca. Cevabını bilmediğim sorular sordum yıllarca.
Hayat, keşfedilmeyi bekleyen bir ‘şey’di benim için çünkü. Risk almaya değerdi. Göze almak gerekirdi her acıyı, acı kadar mutluluğu, sığlaştıran ıssızlığı ya da bitimsiz huzuru… O yüzden cevabını bilmediğim sorular, güzeldi. Ta ki bir gün, bir sorunun cevabının ne olduğunu tahmin etmeme rağmen -bunun beni aslında ne kadar inciteceğini bile bile- yine de sana sorular sormaktı en büyük hatam.
Sordum. Cevabını biliyordum aslında. Aslında, sormamam gerektiğini de… Ama sen yalan söylemedin. Hep derdin ya, “En büyük yalan doğruyu söylemektir.” Doğruyu söyledin. Ya da en büyük yalanı… Bir doğru söylenmemesi gerekiyorsa, o doğru en büyük yalan değil miydi bu tip durumlarda?
Çok acıttı. Çok. Gitmelerin kadar acıttı kalmaların da o günden sonra. Bir yüzün hüznünü en iyi aynalar yansıtabilirdi. Aynadaki yüzün/hüzün karıştı birbirine artık. O günden sonra, gitmelerin yokluğuna alışmak için bir bahane oldu benim için.
Ne söylesem de, sözcüklerimi geri alabilsem? Ne yapsam da, ağzımdan çıkan oku çıkartabilsem attığım hedeften? Ne bilsem de, sözcüklerimle değiştirebilsem dünyayı? Galiba bu sorularımın cevabını bilmiyorum!