Mihrimah Sultan Camiinde Endülüs Düşü
Yolcululuk öncesi Necat Çavuş’la, Cuma namazında Edirnekapı Mihrimah Sultan Camiinde buluşmak üzere sözleşiyoruz. Camiin önündeki kahvede Endülüs’ü anıyoruz.
Gürhan Özden, “Endülüs’ten bize kalan nedir?” diye soruyor.
“Gönlümüz” diye cevap veriyor Necat.
Ve bir hafta sonra “Buluşma” şiirini gönderiyor.
Bir yol armağanı olarak.
Mihrimah Sultan’da içe doğmuş bir bereket.
Yolculuk böyle başlıyor.
BULUŞMA
Kurtuba'ya gidersen dostum
Osman'ın ilâhîsini dinle
Batı penceresinden bakan güvercinle
Bırak orda kalsın gözlerim
Ve kalbim binbir serüvenin külleri içinde
Ne kadar yönelsem Kudüs'e Mekke'ye
Kurtuba'yı arar dururum yine de
Bildiğimiz fizikten başka bir fizikle
Ezelden çizilmiş kutlu haritalarda
Yerden kaynayan sesler çoğalsın
Göklerden duâlar müjde gibi inecek
Mihrâb ağladıkça kıble tarafında
Bir mümin avucu aradıkça gözyaşlarına
Kurtuba'ya gidersen dostum
Osman'ın ilâhîsini dinle
Batı penceresinden bakan güvercinle
Sorgulamak/Sorgulanmak
Uzun süredir batı ülkelerinde dışarıdan gelen Müslümanlara terörist muamelesi yapıldığı haberlerini okuyoruz. Madrid’de istasyona yapılan saldırının üzerinden iki ay bile geçmiş değil. Bu psikoloji ile İspanya’ya gitmek üzere Yeşilköy havaalanındayız. Uçağa biniş işlemlerinin yapıldığı esnada, yakasında bir gözetim şirketinin işareti bulunan bir zat beliriyor. Herkesin biletlerini tek tek kontrol ederek yolculara çok kaba bir tavırla İspanya’ya hangi amaçla gittiği, ne kadar süre kalmayı planladığı, Türkiye’de ne iş yaptığı gibi sorular soruyor.
Bir an için aynı muamelenin, Nevyork’tan, Londra’dan Türkiye’ye gelen yolculara uygulandığını düşündüm. Herhalde aynı anda bütün diplomatik unsurlar harekete geçerdi.
Bizim de ancak devletimiz kadar itibarımız var.
“Kısasta hayat var.”
Uçmak
İkindi sularında gökyüzündeyiz.
Akdeniz, gökyüzü kadar mavi, aydınlık ve büyüleyici.
Uçmak, insanlara çok sıradanmış gibi gözüküyor. Sıkılmamaları için yolculara değişik eğlence seçenekleri sunuluyor. Sanki sadece kısa süreli hava sarsıntılarında gökyüzünde olduğunu hatırlıyor insanlar ve sonra yeniden rutin eğlencelerine dönüyor. Alkol eğlenceyi keyfe dönüştürüyor.
Hayatın özünün eğlenmek ve keyif almak olduğu konusunda bir mutabakat var. Hangi koşulda olursa olsun bu talep karşılanmaya çalışılıyor.
Uçmak, her zaman olağan üstü gelmiştir bana. İçine girip çıkmak beyaz bulut kümelerinin. Islanmadan, üstünden seyretmek yağmuru.
Yağmurlu yağarken gökyüzü bir okyanusun ters çevrilmiş halidir.
Açık havada sonsuz bir çölün tam ortasından yarılması.
İçi dışına çıkmış bir yeryüzü.
Havaalanından Çıkış
Barselona Havaalanına indiğimizde karşılaştığımız ilk görüntüler tedirginliğimizi kısmen gideriyor. Pasaport kontrolleri rutin bir havada yürüyor. Medyada yansıtılanın aksine, buradaki kamu görevlileri İslam karşıtı propagandadan etkilenmiş görünmüyorlar. Daha sonra İspanyolları tanıdıkça, toplum olarak onların diğer Batılılardan farklı olduklarını keşfediyorum. Gerçekte bu, normal, aklını kaybetmemiş soğukkanlı bir İspanyol davranışı.
Pasaport kontrolünü yapan polis memuru sakallı. Kamusal alan tartışması belli ki buralara henüz ulaşmamış.
Sevilla için burada başka bir uçağa geçiyoruz.
Hem pasaport hem de eşya kontrolünde Avrupalı olanlar ve olmayanlar diye iki ayrı sistem var. Avrupalı yolcular kolaylıkla çıkıp giderken biz eşyamızı almak üzere hangar gibi bir alana yönlendiriliyoruz.
Endülüs
Ve Endülüs’teyiz.
Sekiz yüz yıllık bir yaşanmışlığın toprağında.
Bu toprakları kutlulayacak ilk adım 710 yılında atıldı, Emevi Devletinin Kuzey Afrika Valisi Musa b. Nusayr’ın emriyle. Öncü niteliğindeki bu birliklerde 500 kişi yer alıyordu.
Fetih hareketi bir yıl sonra 7000 askerle buraya geçen Tarık b. Ziyad tarafından başlatıldı.
Tarık b. Ziyad’ın karaya çıkar çıkmaz ilk emri, gemileri yaktırmak oldu: geri dönüşü olmayan bir çıkıştı bu. Bir yıl sonra vali Musa b. Nusayr da geçti İspanya’ya.
Vizigot Krallığının baskıcı zulmü altında inleyen kitleler için yeni bir umut oluşturdu Müslümanlar: Yahudiler ve tektanrıcı Hıristiyanlar coşkuyla karşıladı bölgenin bu yeni sakinlerini: gelenlerin adil olduklarını biliyorlardı.
Şam’da inkıraz dönemine giren devlet burada yeniden parladı. Emevi iktidarının Abbasi Devletine dönüşmesi sürecinde, saraydaki katliamdan kurtulan Emevi şehzadesi Abdurrahman b. Muaviye Mısır, Filistin ve Kuzey Afrika güzergâhını izleyerek 756 yılında Endülüs’e geldi. Başkanına kavuşan topluluk bu yıl devlet varlığını ilan etti.
Endülüs Emevi Devleti böyle çıktı tarih sahnesine.
Şair Osman Sarı, Müslümanların Endülüs’e geçişini şöyle kayda geçiriyor “Önden Giden Atlılar” şiirinde:
…
Önlerinde okyanus
Kızgın bir çöl arkada
Asıl içlerindedir
Zaptedilmez bir deniz
Önden giden atlılar
Üç gün duramadılar
Yaptıkları gemide
Karşı kıyıda yeni
Güzel atlar buldular
Yaktılar gemileri
Önden giden atlılar
Vardılar Kurtuba’ya
İnmediler atından
Gülle karşılandılar
Ne güzel atlar bunlar
Bunca yol çiğnediler
Çiçek çiğnemediler
Önden giden atlılar
İnsanların ve eserlerin yok edilmiş olması bu yaşanmışlık gerçeğini ve bunun etkilerini ortadan kaldırmaya yetmiyor. Endülüs’ü tanıdıkça bu hakikati daha derinden kavrayacağım.
Endülüslü şair İbn Haface, “cennet bahçesi” olarak tanımlıyor bu toprakları:
“Cennet bahçesi sizin diyarınızdan başka bir yerde değil ve şayet seçebilecek olsaydım, bu diyarda kalmayı seçerdim.
Yarın cehenneme düşmekten korkmayın, çünkü cennet nimetlerini tatmış olan hiç kimse ateşe sokulmamıştır."
Sevilla (İşbiliye)
Kuruluşu Roma dönemine dayanan Sevilla, asıl şehir karakterine Müslümanların egemenliğinde kavuştu. Endülüs’e yerleşen Müslümanların ilk yönetim merkezi oldu. Yüzyıllar içinde dünyanın en güzel şehirlerinden birisi haline geldi. ‘Endülüs’ün gelini’ unvanıyla anılmaya başlandı.
İspanya, İslam Uygarlığının Endülüs’teki etkilerini ortadan kaldırmak için tarihin en uzun süreli ve sistematik yıkım hareketlerinden birisini yürüttü. Bir de isim koydu buna: Reconquista; yeniden fetih hareketi. Yüzyıllar süren bu hareketle Müslümanlardan kalma ne kadar eser varsa tahrip edildi, insanlar her türlü yöntemler kullanılarak dinlerinden çıkmak mecburiyetinde bırakıldı. Bütün bu tahribat ve baskılara rağmen Müslümanların bir kısmı günümüze kadar dinlerine bağlılıklarını sürdürdü, başka amaçlar için kullanılsa bile bir kısım yapılar ayakta kalabildi. Bazı kelimeler gündelik hayat içinde hâlâ varlığını sürdürüyor.
Bunlar, etkinin görülebilen yanları. Bir de daha derinlerde olan etki var; insan ruhuna ve davranışına sinmiş olan, onu kılıçla, topla, tüfekle ortadan kaldırmak mümkün olmuyor.
Bütün yıkımlara rağmen şehre bugün hâlâ Müslümanların inşa ettiği yapılar veriyor karakterini.
İşbiliye Ulu Camii
Bütün klasik İslam örgütlenmesinde olduğu gibi şehir Ulu Camii’nin etrafına şekilleniyor. 1171 yılında inşa edilen Ulu Cami, zaman içinde tahrip oldu. 1248 yılında kalıntıları üzerine Santa Maria Katedrali inşa edildi.
Santa Maria Katedrali’nin giriş kapısı
Camii’n yıkılmış olmasına karşın minaresi hala ayakta. Minarenin anıtsal özelliği o kadar belirgin ki, onun camiden bağısız bir adı var: Melviye, bugün Giralda olarak anılıyor.
Endülüs’teki minare biçimi, Emeviler’de, özellikle Kuzey Afrika’da yaygın olan kule tarzı, geniş tabanlı yapılar. Melviye, bu tip minarelere verilen bir cins isim. Ancak bu isim, İşbiliye Ulu Camii’nin minaresiyle o kadar özdeşleşmiş ki, melviye deyince akla hemen bu yapı geliyor, neredeyse özel bir isim haline dönüşmüş.
Bugün çan kulesine dönüştürülmüş bulunan İşbiliye Ulu Camii’nin minaresi 13.60 x13.60 m. zemine oturuyor. Yüksekliği ise 97 m. İçerisinde atın yürüyebildiği bir hacim bu: sultan atıyla çıkabiliyormuş minareye.
Kurtuba’daki Ulu Camii’nin minaresi de aynı mimari geleneğin devamı. Melviye tipi minare, özgün mimarisini büyük ölçüde koruyan Kurtuba Ulu Camii’nde ana yapıyla, birbirini tamamlayan estetik bir uyum gösterirken, burada sanki ana yapıdan bağımsız bir kule gibi duruyor.
Santa Maria Katedrali ve Giralda (Minare)
Kiliyse çevrilme sürecinde cami ve minareye bir takım ilaveler yapılmış. Ancak bir siluet olarak orijinal yapı bütün ihtişamıyla varlığını koruyor. Açık zamanına rastlayamadığımız için yapıyı içeriden görme ve hissetme imkânını yakalayamıyoruz.
Alkazar Sarayı
Santa Maria Kilisesinin (Ulu Camiin) tam karşısında Alkazar Sarayı yer alıyor. İki uygarlığın kesişim noktası olmuş Alkazar Sarayı, Müslümanların başladığı inşaatı Hıristiyanlar tamamlamış. Sarayın iç düzenlemesi ve figürlerinde de bu ikilik kendini gösteriyor: Alkazar ismi, el-Kasr’ın dönüşmüş biçimi. Giriş katında Müslümanların yenilgisini gösteren büyük tablonun yanında, yapının muhtelif yerlerine işlenmiş kitabeler ve duvarlardaki ayetler varlığını sürdürüyor.
Şirin bahçesi, mütevazı ve muhkem yapısıyla müthiş bir huzur veriyor insana. Sevilla’da yaşayanlar bu havayı o kadar derinden hissediyorlar ki, genç kızlar hayatlarının o en önemli anında, gelinlikleri üzerindeyken evlerine gitmeden önce Alkazar sarayını ziyaret ediyorlar.
Eyüp Sultan’ı ziyaret eder gibi.
Altın Kule
Alkazar Sarayı, döneminde büyük bir kompleks olarak inşa edilmiş. Vâdiülkebir nehri kıyısında yer alan Altın Kule bu kompleksin bir parçası.
Alkazar Sarayı ile Altın Kule ile aralarında yaklaşık bir kilometrelik bir mesafe var. Şu anda her biri bağımsız yapılar halinde kalmış. Bizde de örnekleri çokça görüldüğü gibi, Sarayın bahçesi olan bu alana zamanla başka binalar inşa edilmiş.
Döneminde, savunma amaçlı olarak kullanılan, küçük bir kale niteliğindeki bu zarif kule bugün denizcilik malzemelerinin sergilendiği bir müze olarak kullanılıyor. Sergideki malzemelerden birisi de 4-5 metre uzunluğunda kırık bir balina kemiği.
Karaköy’de Mimar Sinan tarafından inşa edilen Tophane-i Amire binası önünden geçerken de hep bu duyguyu yaşarım: büyük uygarlıklar, ne amaçla bir bina yapıyor olursa olsunlar, işlevselliğin yanında mutlaka estetiği de gözetiyorlar. Tophane-i Amire, topların döküldüğü bir imalathanedir.
Altın Kuleyi gezerken de aynı duyguları fazlasıyla hissettim. Ben kulenin garipliğine ağladım, kulenin taşları kendi yalnızlığımı fısıldadı bana. Bu fısıldayış bir tarih penceresine dönüşüyordu, bir okyanus aynasına.
Göz Aydını
Ağrıyan gözlerini bana getir
Sana şarkılar söylerim
Bilirsin çiçekler
Selam verince gülümser
Gözlerim ağrıdığında ben
Büyük okyanusa gideceğim
Yunusu karnında saklayan
O kutlu balinayı arayacağım
Onun iskelet kemiklerinden birisini
Altın kulede görmüştüm İşbiliye’de
Tam ortasından kırılmış halde
Üzerinde
Vahşi balina avcılarının kan lekeleri vardı