Helsinki, Haziran 2003
Bir hafta sürecek bir seyahat için sabah saat 05.00 te ayrılıyorum İstanbul’dan. İlk defa gidiyorum Batıya. Hava henüz karanlık; geride bıraktığımcoğrafya ve gittiğim yön konusunda hiçbir gözlemim oluşmuyor. Batıya yönelmek başlı başına bir hesaplaşma duygusu uyandırıyor içimde. Masal şiirini okuyorum yeniden. Kaçıncı oğul olarak gidiyorum Batıya? Biliyorum oysa; sadece bir iş seyahati bu.. Bir hafta sonra zorunlu olarak geri döneceğim. Yine de elveda duygusu ağır basıyor. Bir karanlığın içine gider gibi.
Gün aydınlandığında dağlık bölgeler belirginleşiyor önce; sonra geniş ormanlık alanlar arasında küçük Alman kasabaları. Az katlı, nizamlı yapılar. Nehirlerde süzülerek giden yük gemileri.
Helsinki için Frankfurt Havaalanında aktarma yapıyoruz. Havaalanlarındaki ilişkilendirme becerisine hep hayranlık duymuşumdur; bir çok karmaşık ilişkiyi büyük bir maharetle yönetiyorlar. İstanbul’dan teslim ettiğim valizim kendiliğinden diğer uçağa aktarılıyor. Neredeyse iki kilometrelik bir yürüyüşten sonra Helsinki uçağına binilecek kapıya ulaşıyorum. Fraknfurtta Türk varlığı hemen hissediliyor. Alan içindeki servis aracında Almanca ve İngilizce ile birlikte Türkçe bilgilendirme de yapılıyor. Dönüşte uçakta verilen yemeklerde domuz eti kullanılmadığı konusunda teminat veriliyor.
Frankfurt tan Helsinki’ye doğru giderken yanımdaki koltuğa bir Finli oturuyor. Yemekler konusunda tereddüt ettiğimi görünce hangilerinin domuz eti içerdiği konusunda ayrıntılı bilgi veriyor. Sempatik ve konuşkan bir adam. Finlandiya’nın kuzeyinde oturuyor imiş. Gündüzlerin 24 saat olduğu bölgede. Alışveriş için gelmiş Farnkfurta. Kendi ülkesine göre burada fiyatlar daha ucuz imiş. Televizyonlara daha çok dini yapıları konu alan belgesel programlar hazırlıyormuş. Hıristiyanlığa ait bir takım yapıları görüntülemek için Antalya ve Ege bölgesinde çekimler yapmış. Sümela Manastırını görüp görmediğini soruyorum. Hiç duymadığını söylüyor. Benimkisi sadece mesleki bir ilgi; dini bir duyarlığım yok diye de açıklama yapma gereğini hissediyor.
Baltık denizine açılan Finlandiya körfezinde binlerce ada yer alıyor.
Finlandiya, yaklaşık olarak Türkiye’nin yarısı kadar bir yüzölçüme sahip. Toplam nüfusu 5 milyon. Helsinki ülkenin en büyük kenti. Nüfusu 500 milyon kişi. Özellikle kent merkezi. sanki yüzyıldır hiçbir değişime uğramamış. Bütün yapılar ve caddeler tertemiz, bakımlı. İnsanı huzursuz edecek kadar düzenli bir şehir. Şehirde gördüğüm tek inşaat insanı yutacak hissi veren derin metro çukuru. Sakin ve insansız bir şehir adeta. Ya da hafızamızda şehir olarak İstanbul algısı varsa insana öyle geliyor. Eminönü’ndeki, Mahmutpaşadaki kargaşa ve cıvıltının, Sultanahmet ve Beyazıt’taki avareliğin ne kadar büyük bir toplumsal güç, içtenlik ve güven barındırdığını burada hissediyorum.
İçe kapalı ve çekingen bir toplum. Taksi şoförü İşte otel deyip beni bıraktığı yerde şaşkın şaşkın çevreye bakıyorum. Sekiz katlı bir bina Kapılı kocaman ahşap kapılar. Üzerinde küçücük harflerle Hostel Academia yazıyor. Ürkerek aralıyorum kapıyı. Karşılama yerinde iki görevli var sadece. İki ayrı bloktan oluşan bir yapı. Odam sokağın öbür yanındaki diğer binada. Yolumu bulmam için bir kroki veriyorlar elime. Bu binanın kapısında daha da küçük harflerle Domus Acedemia yazıyor. Manyetik kartla açıyorum kapıyı. Ortalıkta hiçbir görevli yok. Her şey en az işgücüne. insansız bir yapılanmaya göre planlanmış. Ülkedeki nüfus artışı neredeyse sıfır düzeyinde.
Bazısı zenci olan birkaç başörtülü bayana rastlıyorum çarşıda. İç savaş nedeniyle Somali’den epey göçmen kabul edilmiş ülkeye. Büyük çoğunluğunun çalışmadan devletin verdiği sosyal yardımlarla geçindiğini belirtiyorlar. Saat altıdan sonra sokaklar insansızlaşıyor adeta. Eğlenmek için gün ışığına sıkı sıkıya kapalı mekanlara sığınıyorlar. Saat 11 den sonra akşam hava kızıllığı çöküyor havaya. 12 de karanlık iniyor. Saat 02 de aydınlık başlıyor yeniden.
Vaktinde gelen ve vaktinde giden aydınlığın ve karanlığın ne büyük bir nimet olduğunu burada idrak ediyorum.
Akşam saat 10.00 da dolaşmak için dışarı çıkıyorum. Birahanelere girip çıkan birkaç kişinin dışında koca şehir bomboş adeta. Issız sokakların o bildik sahibi kedi ve köpekler bile yok ortalıkta.
İlk defa aydınlıktan korkuyorum. İnsanı ürküten şeyin karanlık ya da aydınlık değil ıssızlık olduğunu düşünüyorum. Her yer apaydınlık. Bütün bu yapıların içinde binlerce insan var. Ama sokaklar bomboş.
Hiç polis ve güvenlik gücüne rastlamıyorum şehirde. Kurumsallaşmış düzen ve ilişkiler nedeniyle vukuatın olmaması şeklinde yorumluyorum bunu. Sonradan tanıştığım, uzun yıllardır burada yaşayan bir Türk, bütün kentin elektronik gözlerle izlendiğini, bir vukuat olduğunda polisin çok kısa sürede suçlulara ulaştığını anlatıyor.
Bir çok lokantanın tabelasında Kebap, yemek listelerinde iskender ibaresi yer alıyor. Önce buraların Türkler tarafından işletildiğini düşünüyorum. Oysa Finliler tarafından da bu isimler yaygın olarak kullanılıyor imiş.
Belediye otobüs sürücülerinin önemli bölümü bayan. Otobüs ve metrolarda yolcuların ücretsiz alıp okuyabilecekleri tabldot boy bir gazete bulunuyor. Okuduktan sonra ya ulaşım aracındaki, ya da sokaktaki sepetlere bırakılıyor.
Hıristiyanlık cemaat esasına ve kiliselere üyelik sistemine göre örgütlenmiş bir yapı. Kilise cemaat üyelerinden aidat alıyor. Cemaat üyesi olmayan ve kiliseye aidat ödemeyen kimseler cenaze merasimi de dahil olmak üzere dini hizmetlerden yaralandırılmıyor. Kiliseler büyük maddi imkanlara sahip. Kentteki kiralanabilir gayri menkullerin büyük bölümü kiliselere ait.
Şehrin görünümünü etkileyen görkemli bir kilise binası göze çarpıyor. Hiçbirisini gidip görmeye vakit bulamıyorum. Önünden geçtiğim birkaç küçük kilisenin kapıları kapalı. İnsana içeri girme davet ve cesaretini vermiyor.
Camilerimizi düşünüyorum. Ne kadar olumsu koşullarda olsalar da. Mahalle camilerinde bile külliye ruhunu yansıtan bir yapılanma var. Herkes, her an çeşmesinden su içebilir. Acil ihtiyacınız için aklınıza ilk gelecek yer en yakınınızdaki camidir. Mahallenin çocukları, bazen küçük uyarılara maruz kalsalar da avlusunu bir oyun alanı olarak kullanabilirler.
Toplantıda görevli Finli bir genç kıza ülkede Müslüman varlığının olup olmadığını soruyorum. Gözleri parlayarak yanıtlıyor sorumu. Şehrin merkezinde, kaldığım otelin yakınlarında, nasıl isimlendirildiğini bilmediği bir ibadet yerlerinin olduğunu söylüyor. Toplantının son gününde, restoranda görevli Cahit, yakamdaki isimden Türk olduğumu farkediyor ve böylece tanışıyoruz Beş yıl önce gelmiş buraya, evlilik nedeniyle. Önce kebapçılık yapmış, vergilerin yüksek olması nedeniyle ücretli çalışmayı seçmiş daha sonra, bir Fransız firmasında. Gönlü hep Adana’da. Aile bağları dönmesine imkan vermiyor. İbrahim Çelebinin görevli olduğu camiye götürüyor beni Cahit. Giriş katta, mağaza büyüklüğünde bir mescit. İbrahim bey üç yıl önce gelmiş buraya. İlahiyat mezunu. Fin nüfusunun %1 inin Müslüman olduğunu söylüyor. Ancak kendilerinin Türklerin dışındaki Müslümanlarla fazlaca bağlantıları yok. Cahit, Somali’den gelen Müslümanların tembelliğinden yakınıyor. Devletten aldıkları yardımların dışında çalışma gereğini duymadıklarını belirtiyor.
Kaldığım otelin önünde geniş ağaçlık bir bilge var. Şehir parkıdır düşüncesiyle zannıyla yürüyüşe çıkıyorum. Meğer şehir mezarlığı imiş. Hemen bütün mezarlar son düzenli ve bakımlı. Hepsinde çok yazılı kitabeler var. Mezarlıkta dolaşıyorum bir süre. Ölüm duygusu her yerde aynı. Ancak mezarlıların bu kadar bakımlı olması ölüm duygusunu bir miktar örtüyor gibi. Mezarlığın bir yerinde Müslüman Mezarlığı diye bir tabela görüyorum. Seyahatimin son saatlerinde hiç beklemediğim bir keşif bu benim için. Mezarlığın bir köşesinde üzerinde ay yıldızlı sembolleri ve Kuran yazıları olan mezarlar. zarlığı diye bir tabela görüyorum. Seyahatimin son saatlerinde hiç beklemediğim bir keşif bu benim için. Mezarlığın bir köşesinde üzerinde ay yıldızlı sembolleri ve Kuran yazıları olan mezarlar. Yüzyılın başından başlayıp günümüze kadar gelen tarihler var üzerlerinde. Büyük çoğunluğu Tatar Müslümanlara ait. Türkiye’de doğanlar da var. 1960 lı yıllara kadar Osmanlıca yazmışlar mezar taşlarını. Fotoğraf makinem olmadığına hayıflanıyorum. Kendilerine özgün çok güzel anlatımları var. Bir taşın üzerinde Bu kadın dünyada dokuz bala doğurmuştur ibaresi var. Bir başkasında, Ben yapıp ettiklerimi biliyorum, kendi kusurlarımın farkındayım, ancak bu yeryüzünde hiçbir kimsede kul hakkım kalmamıştır anlamında bir anlatım. Müslümanların mezarları aynen diğerleri gibi düzenli ve bakımlı. Toplumlar birbirilerinden etkileniyor.Müslüman mezarlığına bitişik bir başka bölüm daha var. Metruk ve bakımsız. Üzerlerindeki yazılardan hiçbir anlam çıkaramıyorum. İzleyicisi, üyesi kalmayan bir Hıristiyan mezhebi diye yorumluyorum.
Yerin altındaki Müslümanlarla vedalaşarak ayrılıyorum Helsinki’den.
Macaristan’dan gelen bir gençle tanışıyoruz. Adı Zoltan. Benim adım bir Türk adı diye belirtiyor, gururla. Birden kavrayamıyorum. Sultanmış meğer. Niye bir Türk ismi diye soruyorum. Bizim için bu çok tabii bir durum diyor. Türk isimlerinin Macaristan’da yaygın olarak kullanıldığını ifade ediyor. Sana Macaristan’la ilgili sürpriz bir hediyem olacak diyorum. Macar Kası şiirini yazıp veriyorum kendisine. Bir de İngilizce bir Kuran çevirisi. Şiiri anlatmaya çalışıyorum, dilimin yettiğince. Türkçe bilen arkadaşlarım var, tercüme ettirebilirim diyor. Ailesi Hıristiyan. Ancak kendisi Hıristiyanlığa hiç ilgi duymamış. Uzaktan uzağa Budizimle ilgileniyor. Din ve Kitap kavramları üzerinde konuşuyoruz. Kuranın diğer kitaplardan farklılığı konusunda sorular soruyor.
Kısa süreli ve yoğun ilişkilerle geçen bir seyahat olsa da. Tek başınalık insanı yoruyor. Paylaşılmayan duygular, izlenimler taşınmaz bir yük haline dönüşüyor.
Fin güneşi insanı yakıyor, ama ısıtmıyor.