"dedi başlar çöl başlamadan. başlar kum düşünce insan içine
içime bir kum düştü ve çöl başladı."
Bâb el-Mağrip
Bir devir ile anılan çiçeğin ikliminden, devrim ile anılan çiçekler ülkesine düştü yolum; lale mevsiminde, yasemin diyarına vardım. Sandım ki; Mağrip'in doğusunu mumlar aydınlatıyor. Gökyüzünden bakınca, allanıp pullanmış şehirlere hiç benzemiyor; ışığı var, ışıltısı yok. Bu sapsarı, tekdüze aydınlık, renkleri örten karanlığa öykünüp sımsıkı sarmış yaseminler ülkesini. Her şeyi olduğundan alımlı gösterebilen mumun da haddi, cürmü kadar nihayet. Ne şehrin gölgesini ne de ışığının huzmesini düşürebilmiş kıyısındaki denize. Tamlayanı ak olmasa, kara bir deniz bu.
Zamansız uykulara dalmış baş şehri, parmak uçlarımda geçiyorum. Tozlu ışıklar altında uyuyakalmış ülkeye dair yazacak aydınlık bir cümle bulamayınca kaldırıyorum kağıdı kalemi. Karanlığı süpüre süpüre doğan güneş, neler gösterecek kim bilebilir.
Bilemezsiniz! Dokunduğu ne varsa yığmış balkonun dibine. Akdeniz dalgası, begonvil kırmızısı ,yasemin kokusu, ... Renk, koku ve seslerden yapılmış manzaraya uyanınca, gecenin solgunluğu kuruntuya dönüşüveriyor. Manzaraya bakınca beni bekleyen güzellikler için sabırsızlanıp başkent Tunus yollarına düşüyorum. Zeytinlikler, meyve bahçeleri, koyun sürüleri... Kara kıtada olduğumu unutuyorum; Ege'deydim.
Bir diyarı tanımanın en kestirme yolu hafızasına kulak vermek. Başkentten önce çok yakın mesafede bulunan Kartaca Harabeleri'ne uğruyorum. İşte buralar, şuralar, sizin ot dahi bitmesin deyip tuz döktüğünüz topraklar, çölün de vebali boynunuza kalacak, diye mırıldanıyorum "ölümsüz" heykellerin kulağına. Hanibal'ın filleri ya da Marcus'un öfkesi değil Elishar'ın aşkı kalmış zamanın berisine. Carthage İmparatorluğu'nun bakiyesi, bir gezgin kalbinde, Musa'dan sonra, İsa'dan önceki bir zamandan beri yanan kraliçe kalbi oluyor. Meğer ki devlet kurabilen kadın, aşkta devlet bulamazsa yıkılıyor; maşukunu alıp götüren gemiye, ateşe verdiği bedeniyle fener oluyor. Ne tapınak kalıntıları ne katedral ne de mozaikleri umursuyorum. Aenas'ın, aşkı arkasında bırakıp devlet kurmak üzere Roma'ya doğru yelken açtığı limanı, aşkta devlet bulmayan Elishar'ın kendi bedenine sapladığı hançeri arıyor gözlerim. Aşığı yakacak odunları nereye yığmışlardı, kim ateşlemişti onları?
Sidi Bou Said, Carthage'ı da içine alan, koruma altına alınmış bölgede bulunuyor. Sokaklarında gezinirken sulu boya bir tablonun içinde yürüyor gibiyim. Duvarlar beyaz, kapı ve pencereler mavi. Bulutlar beyaz, gökyüzü mavi. Kasabanın mavi beyaz dekoru, denize ve yasemine şükran diye kurgulanmış olmalı. Begonvillerin alını, morunu görmezden gelebilene başka renk yok bu kentte. En başta yaseminler diyarı koymasam adını pek ala begonviller ülkesi diyebilirim. İşte bu en güzeli dediğim her eşikte, az ileride daha güzeli olduğunu farkedip kapı kapı dolaşıyorum. Özellikle revaklı kapılar, uzaktan bakınca çeyiz sandıklarının vazgeçilmezi etamin seccadelere benziyorlar. Mavi ve sarı renk üzerine siyah iplikle ilmek ilmek işlenmiş üç tokmaklı kapılar. İki kanat üzerine simetrik olarak işlenmiş desenler sadeliğin zerafetini fısıldıyor her adımda. Başımı uzatınca, kapıdan yemyeşil bir avluya, avludan başka bir kapıya açılan iç mekanlar çocukken dinlediğim masalların girizgahları gibi uzadıkça uzuyor, her eşikte hem bir adım sonrasını merak edip sabırsızlanıyor hem de duruluğun ihtişamına açılan kanatlar hiç bitmesin istiyorum. Yanağını sağ avucuna yatırmış, Akdeniz'in ufkunda Şehriyar'a anlatacağı masalı seyreden Şehrazat'ı bulacağımı umarak aralıyorum kapıları.
Ulu ağaçlar arasından değilse de yemyeşil bir yolculuktan sonra varıyorum Tunus'a. Markaların, reklam tabelaların, gökdelenlerin istilasına uğramamış. Bir iki katlı, çatısız evler karşılıyor önce. Çoğu, kaba inşaat halinde, tuğlaları kızarıp duruyorken sahibini ağırlamaya başlamış, öylece, bir çivi bile çakılmadan yaşlanmış, sıvasız evler. Şehirler de insanlar gibi, içi dışı bir değil; merkeze doğru ilerledikçe, nispeten daha bakımlı. Ama evden daha mühimi kapılar bu ülkede. Eşiği aşınmış güzel kapılar ülkesi.
Başkentin en büyük bulvarı Habib Burgiba. Bir ucunda saat kulesi, ortasında elinde kitabıyla İbn Haldun, son ucunda Bab El Bahr. Kütüphanemde yıllardır okunmayı bekleyen Mukaddime; caddenin orta yerinde mahcubum. Halbuki soracaktım; fi tarihi nerede başlar, nerede biter. Yanına sokulup af dilemek de mümkün değil. Etrafı jiletli tellerle çevrili. Önünde panzer, yanında yöresinde sigara tüttüren askerler. Gölgesinde fotoğraf çektirmeye bile utanıyorum.
Bab el-Bahr
Caddenin sonunda, Bab El Bahr'dan Medina’ya giriyorum . Eskinin şehri, şimdinin kapalıçarşısı. Bütün kapalıçarşılar birbirine benziyor; yüzyılların tozu altında koku ve renk şehrayini. Hele de şehirlerin ilk yerleşim yerine kurulunca çarşılar, alıcının satıcının varlığına o şehrin gelmiş geçmiş kimi varsa hepsi karışıyor da sanki gizemli bir kalabalık ve karmaşa geziniyor sokaklarında. Aktarların önünde oyalanıyorum daha çok; hersey öyle gelişigüzel ki bu kargaşada insanı çeken bir şey var. Duvarından,tavanından demet demet otlar sarkan buhur, baharat dükkanları. Başımı uzattığım her eşikte yemyeşil bir tünele girdiğimi sanıyorum. Dükkanların o en karanlık köşesinde, rengarenk sıvılarla dolu şişeler, çuval çuval baharatlar, envai çeşit ot arasında kaybolan esnaf, az sonra ölümsüzlük iksirini bulacak gibi dalgın. Medina'yı terketmeden evvel çarşının içindeki Zeytuniyye Camii'ne (Zitouna) uğruyorum. Avlu, ağzına kadar güvercin kuğurtusuyla dolu. Dünyanın hayhuyu içinden kıvrılıverdiğimiz sükunetiyle Tahtakale'nin Rüstempaşa Camii'ni hatırlatıyor. Sonra dünyanın alış verişini keskin ama dayatmasız horlayışını. Sonra dert ettiğim her ne varsa o avluda unutuşumu...
Bab el-Karargâh
Tunus'un kadim şehri Kayrevan. İki bin dokuz senesinden beri İslam Kültür Başkenti. Altı yüz yetmiş yılında bölgeyi fetheden Ukbe Bin Nafii, kalıcı olmak ve ordunun ikmalini yapabilmek amacıyla kuruyor şehri. Böyle bakınca İslamiyet'in Afrika'da karar kıldığı yer, bir karargâh aynı zamanda. Mağrip'in kalbine ilk ezanı ünlesin diye yaptırıyor Büyük Ukba Camii'ni. Cemaati, Kur’an-ı Kerim'i koro halinde ve tecvidsiz okuyor. Geniş iç avlusu, Emevi tarzı köşeli minaresi, kubbeleri, kakma çivilerle bezenmiş mermer levhaları, tik ağacından yapılmış minber ve mihrabı ile Tunus'un gözdesi. Camiyi bulmak pek kolay olmuyor. Neyse ki gülümseyen esnafı, turistlere yardım etmekten yüksünmeyen sâkinleri var. Sur içinin, sanki yanı başımda yürüyen bir hafızası var. Sokakları labirent gibi, kaybolma endişesi var. Taş döşeli daracık sokaklara açılan davetkâr kapıları var. Birini tıklatıp başımı içeri uzatasım var. Bu güzel kapıların ardında ne var! Velhasıl, Kayrevan'da insanın içini hoş eden bir şeyler var, yola revan olmak zor geliyor.
Bab el-Sahara
Sousse, El Jem, Sfax, Skhira, Gabes, ... Şehirlerin, köylerin içinden geçiyorum. Dokunmadan, duymadan, konuşmadan. Akıp gidiyor görüntüler. Hep geride bırakıyorum. Ne toprağa değebiliyorum ne de insana. Yolun değil, yolculuğumun özeti bu. Bir ülkeyi, bir ömrü baştan uca gidiyorum da toprakla olan alakamızdan öte geçemiyorum. Dağların rengi açıldıkça insanlar daha esmer. Tarlalar kısırlaştıkça insanlar daha fakir. Halbuki fakirliği, fakir adamı dişlerinden tanırım, teninden değil. Yolculuğun fotoğrafı; toprağın rengi ile ten renginin ters alakası ya da yoklukla esmerliğin doğrudan alakası. Güneye doğru ilerledikçe koyulaşıyor her şey, dünyanın dibi kara.
Kebili civarında bir berberi evine misafirim. Tepeciklere oyulmuş göz göz odalar. Annem görse, temizliğini tarif için; tertemiz buz gibi, derdi. Ama kadınlar derdim ben olsam; öyle temiz öyle duru. Su gibi gülümsüyorlar. Bu dinginliğin, toprağa yakın durmakla bir alakası olmalı. Duru bir gülümsemeye hayretim, çöle uzaklığım kadar büyük. Elektiriğimizi akıtmak için, bir ayak basımı toprak arayan kentlileriz biz. Ev sahibinin gülümseyen ellerinden içtiğim nane çayının ferahlığında dokunuyorum her şeye. Gözlerimi ayırmadan bakıyorum, yuvasını toprağa oymuş kadınlar nasıl gülümser.
Gün yavaş yavaş devriliyor, gölgesini düşüreceği ne bir dağ, ne bir yaprak bulamadan, telaşsızca akıp gidiyor. Ağaçsız, araçsız, insansız yollar. Kimsesizlik şehirde çöl, burada henüz değil. Çöle öyle hemen düşülmüyor. Ha deyince varılmıyor. Önce iplik iplik akıyor. Sel gibi değil, taşkın gibi değil. Iğıl ığıl sızan bir damar gibi. Yol kenarına gizlenen, büzülmüş yüzlerce dudaktan üflenen duman gibi. Yüzlerce paralel çizgi çekiyor asfalta, sonra eğriliyor, kıvrılıyor, kıvranıyor hatta. Kararsız bir münhani oluyor, havalanıyor, aynı kararsızlıkla sağa sola savruluyor. Tozu dumana katıp, hiç durmayacak sanılan bir anda köşe kapmaca oynayan çocuklar gibi pat diye çöküyor bulduğu yere. Ah şu kumun ettiği, söze sığmıyor. Heyecanlandırıyor, büyülüyor, alıştırıyor böyle böyle. İçimizdeki çöllere benziyor. Gelgelelim, çöl deyince akan sular duruyor.
Varıp kapısına dayanıyorum gün batmadan. Douz şehrinde Sahra'ya giriş için sembolik bir kapı yapılmış. Madem çöl kapının ardındaymış. Destursuz adım atılmazmış. Mahremiyeti, gizi, gizemi varmış. Gülümsüyorum. Diyorum; madem oluyormuş, aklımın ve kalbimin çöllerine de birer kapı takmalı. Her kapıyı kırk kilitle bağlamalı. Çölümün zaptı yakın. İçime bir kum düşüyor.
Çöl başlıyor
Gözüm alabildiğince kum. İçim olabildiğince deniz. Göğsüme serinlik, yüzüme tebessüm. Bütün boşlukları dolduracak gibi. Avuçların arasından akıp gidecek gibi. İsim yazılmaz alnına, iz taşımaz belli... Çölün bahsi uzun, tarifi güç. Özü özeti benzetme ve yanılsamalı-gerçek oluşu.
Bunun içindir ki, o bir hayal…
Gören ile görünenin, akıl ile duyunun arasındaki berzah…
Bu yüzden çölde kim neye talip ise bahtına o çıkar!