Bilinen bir sözdür: “Ya olduğun gibi görün ya göründüğün gibi ol.” Belki de okul yıllarımızda defalarca açıklamışızdır. Ancak bu bilinme hali, gündelik hayatımızda pek tezahür etmiyor. Oysa toplum olarak, tecrübeyi önemseyen, onu paylaşmaktan geri durmayan hatta özlü sözler haline dönüştürerek kalıcı kılan bir bakış açısına sahibiz. O halde, mutluluk öğütleri diyebileceğimiz türden sözler, neden sıradan söyleyişler halini almakta yahut öylesi bir muameleye maruz kalmaktadır?
Düşünce ufkumuzu açacak anahtar kelimelerin ‘olmak’ ve ‘görünmek’ olduğu kanısındayım. Ancak, uzun uzadıya dilbilim tahlillerini yapmaktan ziyade, söz konusu kelimelerin hayatımızda karşıladıkları anlamlar üzerinde durmak gerekmektedir.
Karşıladığı anlam itibariyle ‘olmak’ içe dönük; ‘görünmek’ ise dışa dönük bir eylemin adıdır. Bu yüzden insanın olduğu gibi görünmesi; yaratılışı gereği kendisinde bulunan bütün karakteristik özelliklerini hiçbir ekleme ve çıkarma olmaksızın dışa yansıtması demektir. Diğer bir deyişle, iç’in dışlaşarak bütüncül bir yapı oluşturmasıdır. Böylesi bir oluşumda iç’te olan ile dış’ta görünen birbirinden ayrı düşünülemediği gibi; indirgemeci bir mantıkla ayrıştırılamaz da. Öte yandan, sözün ikinci bölümündeki “ya göründüğün gibi ol.” çağrısı istenilen bir duruma değil; o halden vazgeçirmeye yöneliktir. Çünkü aslın iç olduğu bir organik yapıda arızî olan dış’ın tam bir üstünlük sağlaması mümkün değildir. Hal böyle olunca, içi doğrultusunda dışını oluşturmaktan yoksun olanlar, hayatları boyunca hep bir ikilemi yaşamak zorundadırlar. Bundan değil midir iç ile dış’ın bir olmama halinin en sefil hallerden birisi olarak tanımlanması?
Olduğu gibi görünme halini “tavır sahibi olmak” la da karşılamak mümkün. Çünkü tavır, insanın iç ve dış dünyasının birlikteliğinin doğal bir yansımasıdır. İnsanın doğal tezahürü olmayan hiçbir davranış, “tavır” kapsamında ele alınamaz. Davranışların doğal bir şekilde tezahür edebilmesi için, mutlak surette iç tutarlılığa sahip olmak gerekir. O vakit, iç’te olan kendisiyle çakışık bir vaziyette dış’a görüntü olarak yansıyacaktır. Bu sebeple iç tutarlılığa erişememiş insanların tavır sahibi olmalarını beklemek boşuna bir bekleyiştir.
Gelelim ortaya çıkan tavrın başkaları tarafından algılanmasına: Bütüncül bir varlık olan insanı tam anlamıyla değerlendirebilmek için onun görüntüsüyle yetinmeyip iç dünyasına ilişkin yönelimler içerisinde olmalıyız. Çünkü bizim görebildiğimiz ile asıl görüntü her zaman örtüşük olmayabilir. Bunun sebebi, hem yaklaşımımızın kendimize dönük olması hem de kapasitemiz dolayısıyla bütünlük meselesini yeterince kavrayamamamızdır.
Bir insan başkalarına aldırmadan, onların beğenip beğenmediklerini umursamadan inandığı şekilde yaşıyorsa, düşündüğü ve hissettiği şekliyle söylüyorsa, gördüğünü aslına uygun aktarıyorsa olduğu gibi görünen (tavır sahibi) bir insandır. Onun kimi yaptıklarının ve söylediklerinin başkalarınca yanlış anlaşılması ya da değişik değerlendirilmesi kendisi için bir önem arz etmez. Çünkü böylesi bir durumun öznesi kendisi değildir. Takdir edilir ki, bir insanın yapıp etmelerini olmadığı şekilde algılama becerisini gösterenler; var olanı olduğu gibi almak yerine, görmek istedikleri şekliyle alanlardır. Onların kafalarında belirli şablonlar vardır. Görebildikleri o şablonlara uygunsa alırlar ve alkışlarlar; değilse kolayca reddeder ve itham ederler. Bunu da bütün olumlu davranışların yegâne öznesi kendileriymiş gibi yaparlar. Öyle ki, tavrın neti bürütü onlardan sorulur. Sorulmaz aslında, onlar görev bilinciyle meseleye el koymaktan kendilerini alamazlar.
Bütün bunların temelinde ne vardır? İnsanı bir bütün olarak kavramaktan bizi alıkoyan nedir? İnsanın bu alem içinde yüklendiği anlam, sadece kendisiyle mi kayıtlıdır? Evet, bu sorulara anlamlı, bütüncül cevaplar verebiliyor muyuz?
Alemi bir bütün olarak kavramaktan uzaksak; insanı da öylece kavramamız mümkün değildir. Nasıl ki, alemdeki hareketlilik topyekün bir birlikteliğin sonucu ise insandaki birliktelik de aynı hareketliliğin sonucudur. Bu ilâhî devranı idrâk etmek, insanın kendisini idrâk etmesiyle ayrı düşünülemez. Haliyle ‘olan’ı idrâk etmekle görüntüye ilişkin kimi çıkarsamalarda bulunmak aynı şey değildir. O yüzden, gördüklerine takılıp kalanlar, hem başkalarına hem de kendilerine karşı büyük bir haksızlık içerisindedir. Bunun olumlu bir davranış biçimi olduğunu kim söyleyebilir?