Musâhabe-i Edebiyye: Mukaddime
M. Tevfik Fikret
Servetifünun, seçkin okuyucular için ilk defa olarak, bir edebî sohbet yazısı kaleme alacak. Bunu karalayacak yazar bu kadar geniş kapsamlı bir başlık altında imdiye kadar iki sütun yazı yazmış değil. Musahabe-i edebiyye…! Unvanın önemi, fikrini yıldırıyor, kalemini titretiyor.
Zavallı yazar bilmez mi ki yazmak söylemek değildir!
Teşebbüs yolunda ve kararında teşebbüs nazarına açılan yazılar ve fikir tartışmaları sahrasının her köşesinde takip edilmemiş izler, kapalı kalmış yollar görünüyor. O izleri takip edecek, o yolları açıp gidecek olsa biraz ötede öyle ferahlık veren çimenlikler var ki üzerlerinde günlerce istifade çiçekleri toplamak; öyle muazzam ağaçlar var ki içlerinde haftalarca ceylan gibi gezmek ve dolaşmak mümkün. Fakat sahra sonsuz!.. Teşebbüsün önemi gözünü korkutuyor, ayaklarını dolaştırıyor.
Zavallı yolcu bilmez mi ki yürümek varmak değildir!
Bu çığırda kendisine öncülük edenler pek çok, onları niçin taklit etmemeli?
Hayır, yazar diyor ki: Taklit etmek, hiçbir şey olmasa da taklitçilik sahtekarlık olur!
Yazar taklidi hiç sevmez. Daha bir çocuk, bir mektep çocuğu idi. Mekteb-i Sultani’nin ikinci sınıfına devam eden on beş on altı yaşlarında cılız bir öğrenci idi. O zamanlarda ise nazire yazıcılığı en parlak marifetlerden sayılırdı. Çocuk bunu mektep dışında, tatil günlerindeele geçirdiği bazı eserlerin incelemesinden anlar; yine o zamanın hükmünce en büyük şairane meziyetlerden bilinen övgü söylemek, gazel okumak hevesinden de kendisini kurtaramayarak ders vakitlerini, inceleme saatlerini mesela çifte redifli bir fahriyye, beş beyitli bir sakinâme naziresi yazmaya ayırmakla kaybeder fakat bu tanzir ve taklit mecburiyetinden- Allah bilir- katiyen memnun olamazdı.
Zavallı o sırada- yine kendi tavsifince:
“Vezinli ve hayal ürünü ve kafiyeli” nükteli sözlerden ibaret bildiği şiire dair az çok hikmetli, esaslı sayılabilecek hiçbir fikir de elde edememişti.
Bereket versin ki üçüncü Zemzeme’nin mukaddimesi, onu müteakip takdiriilahi imdada yetişti. Hakiki şiir eserlerinin ne gibi şeyler olduğunu birçokları gibi o da öğrendi… ve anladı ki Fransızca müntehabat mecmualarında, ders olarak okuyup ezberlediği kıymetli eserlerin, kendisini elinde olmaksızın düşüncelere sevk etmesine; kalbini tatlı tatlı heyecana, fikrini hafif hafif galeyana getirmesine sebep o eserlerin şiirin hakikatinde tam manasıyla feyz ve letafetten nasipli olmasından başka bir şey değilmiş.
Şiirin nasıl bitip tükenmesi kabul edilemez bir fıtrat güzelliği olduğunu anlayan hür düşünceli bir hüner heveslisi için artık nazire söyleyenlere tahammül etmek ihtimali kalır mı? İlk işi o güne kadar yazıp biriktirmiş olduğu gazel, kaside nazirelerini içeren mecmuasının her sayfasına kanlı bir sınır çekmek ve nasıl olursa olsun başkalarına ustalık yolunda yazılan şeylerin şiir olamayacağına hükmetmek oldu. O zamandan itibaren yazar taklidi sevmez ve mecbur olmadıkça hiçbir izi tanzir hevesine düşmez.
Şimdi nasıl olur ki Servetifünun için yazacağı ilk edebi makaleyi başkalarını takliden kaleme alsın!
Hep tanzir ve taklit neticesi değil midir ki en çok edebiyat ile iştigal etmiş bir kavmin beş altı asırdan beri toplanıp gelen şiir eserleri içinde küçük büyük üç beş cilt divan istisna edildiği halde kalanlar o marifet ve sanat mücevherlerinin sahte birer numunesi olmak şaibesinden kurtulamamıştır.
Her neyse! Maksat “nazireperdazlık” meselesini burada uzun uzun tetkik etmek değil (bunu inşallah ileride incelemeye yönelmek de mümkündür), mesele yazarın hem kendiliğinden bir şey vücuda getirmek arzusunda bulunduğunu hem de bu meşru arzusuna ulaşmada hissettiği aczin ne büyük ne acı bir mahrumiyet olduğunu anlatmaktır. Şu kadar var ki acemilik de bir mazerettir: aciz bir yazar, vukua geleceğinden emin olduğu hatalarının işte bu mazeretten aftan ve müsamahadan nasiplenebileceğini tetkikle avunmuş olarak vazifeyi ifa etmeye başlıyor.
İtikadınca bir edebî sohbet yazısı tertibi için kimsenin bilmediği, kimsenin bilemeyeceği bir meseleyi bulup ortaya koymak, mutlaka bir yenilik mutlaka bir harikuladelik göstermek farz değildir fakat tertip olunan edebî sohbet yazısından her ne olursa olsun yeni ve ciddi istifade hasıl olması lazımdır.
Mesela: Eski yeni ediplerimiz ve şairlerimizin kalemiye eserlerinin tümü yahut bunlardan bir tanesi hakkında- fakat “falan şairden, oh! Ne büyük şairdir! Bakınız şu beyitlere…” tarzında şaşkınlığını ilan etmek değil, muhakkikane ve güzellik arayan tetkiklerin araştırması ve fikirleri beyan eylemek, yeni çıkan nefis bir edebî eserin tabiat ve sanat sahipleri arasında anlayış tarzı ve makbuliyet derecesini, bu makbuliyetin ne gibi meziyetlerden ileri geldiğini, eserin emsali arasında ve hususuyla müellifin diğer neşriyatı içinde nasıl bir mevki elde ettiği mevzusunu yazı yazma ve tasvir tarzını ayrı ayrı tetkik edip söylemek, güzel bir neşidenin hatta bir kıtanın ve hatta bir beyitin, bir mısranın nüktelerini ve inceliklerini meydana çıkarmaya girişerek yeni yeni nükteler, ciddi ciddi garabetler keşfedebilmek ve gösterebilmek; hele ehemmiyet, fayda ve kıymeti cihetiyle her zaman müracata şayan iken her nasılsa kullanılmayan veyahut revaç ve itibarı mevcut dil ve edebiyat gelişmeleriyle hiç de uyumlu olmadığı halde yine her nasılsa bazı kalem erbabınca kullanılan, makbul olan birtakım kurallar ve mecazların tayin ve hakikatinin ve mahiyetinin meydana çıkmasıyla bunlardan birinci kısma dahil olanların ikincilere üstünlük sebepleri göstermek gibi konulardan her biri gayet faydalı, gayet esaslı bir edebî sohbet yazısı zemini teşkil edebilir.
Osmanlı lisanı henüz yeni yeni kemale erme halinde bulunduğundan, kelimeler ve tabirler ilerlememiz hakkında- münasebet ve muvafakatı tabir hissi ve beyan noktalarından yazılacak düşünceler, vezinler ve kullanılmış kafiyelerimize istifade sebebi olmaktan şüphe yok ki uzak kalamaz.
Bir edebî sohbet yazısının konusu ne olursa bütün güzellik ahengidir. Kelamca tesir ne varsa şiir ve hakikat onunla şekil tutar, o bir manalar dünyası ki bir safâ her defa o bir cennet göğü ki renk renk bahar! Kelama bereketli eser bağışlayan uzun sırdır; nasıl denir edebiyata meziyetsizdir. Odur münevver eden kalp ve ruh ve vicdanı ulvi hikmeti efkâra yücelik getirir, aşağı saffeti ahlaka bir safâ getirir. Edip, edip demektir, bu pek ispatlıdır evet, edip edebiyatın incilerindendir!
*Yazı bir mukaddime olup başlığı yoktur. Başlık, muhtevaya binaen tarafımızda konulmuştur.
1994 yılında Sivas’ta doğdu. İlköğretim ve liseyi Sivas’ta okudu. Sivas Cumhuriyet Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi Öğretmenliği 2016 mezunu. 2017 yılında Sivas Cumhuriyet Üniversitesi İslam Tarihi ve Sanatları Bölümü Türk İslam Edebiyatı ABD’de yüksek lisansa başladı ve 2020’de mezun oldu.