Menu
Hayât-ı Muhayyel Muharriri - II
Deneme/İnceleme/Eleştiri • Hayât-ı Muhayyel Muharriri - II

Hayât-ı Muhayyel Muharriri - II

Beden/Cisim, ateş gibi bir aşk ve gençlik esintisiyle okşandığı andan itibaren bana öyle dünya üstü bir hayâl âlemi bina etmeye başlamıştı ki bunun mevcut ve gözle görülemeyen her zerresinde hep sen hükümran oluyordun. Bu âlem hep senin güzelliğinin nuru ile dolu ve parlaktı. Bazen hayattan, kendimden şüphelenip de talan ve yılgın azmim zayıflayınca hayâlimdeki o şefkatli gözlerinle öyle cesaret verirdin ki hadiselerin tecrübelerinin bana, şu susuz fâniye uzattığı acılık şerbetini yeni bir tahammülle kabul ettirirdin. O vakit tam hakikat saflığıyla çırpınan bu kalp, elim teselli kanatlarının o tatlı temaslarıyla ümit ve sükûnet bulurdu.

Buradaki genç kız bir genç kız değil. Genç kızlığın timsalidir. Her gencin seveceği ve 
sevilmek isteyeceği kız ki kim olduğunu, nerede bulunduğunu, ne vakit rast geleceğini bilmediği halde herhangi bir genç kızı görse heyecanla “Ah acaba o mudur?” der de bu kız kızların ayrı ayrı hiçbiri olmadığı halde hepsi birden o genç kız olur. Hep “Ah işte o!” helecanlarıyla görülen bu genç kızlar.

Bunlar; bu arabalarda, bahçelerde, sokaklarda gördüğüm latif ve seçkin genç kızlar hep 
güzeldi, hem pek güzeldi fakat sen değildin. Onlar senin eksik bir yanından, o ezelî güzelliğin soluk bir parıltısından başka bir şey değildiler. Sen, hissediyordum ki sen benim pek yakınımda idin. Sen benim tefekkür hücreme kadar gelir, orada ruhumu iltifatlarınla sarhoş ederdin. Fakat ne yazık ki seni, senin yüzünü benden gizleyen o gül renkli örtü hiç açılmazdı; hep saklı kalırdın. Sonra bu ziyaretlerinden yadigâr olarak etrafıma bir namus kokusu, bir bekâret kokusu bırakırdın. Hayatın kokuşmasını duymamak isteyen ruhum bunu ne büyük arzuyla koklardı ve koklamakla hayatın saldırılarına direnmek için ne kuvvet bulurdu ki bütün fenalıklar ona hiç etki edemeyerek üzerinden akar, giderdi.

Fakat genç için bu kadar muazzez, bu kadar ulvî olan bu kız, bir gün hayatın bütün hakikati, 
insanlık özellikleri, hayvanlık şehvetleri ile görünüp işittiklerine inanmaz, gördüklerini yorumlarken artık hakikat daha ziyade aşikâr edilemeyecek surette ortaya çıkıyor. O zaman görüyor ki bu genç kız “Öyle adamları öyle maceralarla sevmiş”, “O küçük kulaklar öyle bayağı sözler işitmiş, o güzel kokulu dudaklar öyle olmayacak lakırdılar söylemiş” ki bu adilikler karşısında varlığın ufkunda artık ne yazık ki hep feryat yankılanıyor.

Hayâlinde o kadar büyüttüğü kızların hakikatte ne durumda olduklarını görünce onlara 
hayranlığı yok olmakla kalmıyor, genç kız sade nazarından düşmüyor, kendisini de beraber düşürüyor: “Kaçınması kabil olmayan bir bağ ile senin bir şeyin olmak üzere bağlı kalan kalbimi de o karanlık çukurlara beraber sürükledin. Her hareketi senin mükemmeliyetlerine ulaşmaya yeterli bir gayeye doğru yönelen her şeyi sana göre düzenleyen kalbim umulmadık bu alçalıştan nasıl yaralı olmaz? O vakit benim için bir şüphe dönemi ve ümitsizlik başladı. Çünkü sen de yalan olduktan sonra, bütün gençlik beni aldattıktan sonra dünyada hiçbir şeye güven kalır mıydı?

Hep boşuna uğraşlar… Bundan sonra gencin hayatı hep boştur. Etrafında hep ‘Hiç!’ feryadı 
yankılanıyor; hiç! Hiç! Fakat bazen eski saflıkların hatırasının şiddetli hücumundan kalbim pek hasret çeker; o şiir ülkesi için, o eski vatan için şiddetli bir memleket hasretine tutulur; şimdi ıssız olan o eski güzellik ve saflık mabedinin eşiğinde o vakit ağlayan ve inleyen hasta bir kalp görürsün ki orada eski hislerini eski ümitlerini arar. 

Şiir ülkesi, o eski vatan…. İşte esef o eski vatandan ayrı olmaktan ileri gelen esef ki yazarın 
ilk yavanlığı karşısında dikkate değerdir. Bu parçada ifade biraz, zemine az uygun; fakat mana, manadaki kapsam bir cümlenin bütün anlamlar silsilesi bütün bir kalp hâlinin ifadesi.  Bu eser neşredildiği zaman Cahid’i iyi tanıyanlar “Bu hafta sen kendin değildin!” dediler, onu o kadar hissiz görmeye alışmışlardı ki bu galeyana getiren şaşkınlıkları oldu; halbuki onları daha büyük şaşkınlıklar bekliyordu; sonra Hayat-ı Muhayyel geldi, sonra Yaz Hatıraları geldi, sonra Koruda geldi. Bunlarda Cahid hayatı seviyor, insaniyete merhamet ve şefkatle bakıyor: şimdi “rahim tabiat” oluyor, “faal tabiat” oluyor. Bazen saadetine tahammül edemeyerek saadete ermişçesine feryat ediyor; nihayet birazında her şeyi itiraf eyliyor, “Senin muhabbetin!” diyor. 

Mahlukatın en değersiz bir parçasını bile seviyorum. Acz ve eleme karşı bu şiddetli fazilet, 
hak ve adle bu şiddetli bağlılığı, bunların hilafetine karşı bu şiddetli nefreti bana senin muhabbetin, beni bedbahtlıktan kurtaran, hayatımı aydınlatan, gittikçe artan muhabbetin verdi.

Bende ümit, neşe, saadet ne varsa hep senindir. Bende gayret, fazilet, insaniyet ne varsa hep 
senindir. Bunları bana senin o muazzez, o sonsuz muhabbetin verdi. Ebedî minnettarınım.

Şimdi mazi ile hâli karşılaştırıyor, o zamanki dertli ruhunun hüznünü tasvir ediyor; bu bir 
hayat değil, bir çöl: 

“Saadete, sevince düşmandım; hayatta da derin bir mana görmezdim. Bu kadar kalabalık 
içinde yalnızdım. Seyir yerlerinde, sokaklarda etrafımdan akın akın akıp giden insanlara yabancı idim. Onlarda gördüğüm sevinç alametleri ve saadete nefret duyardım; onlarda fark ettiğim elem ve sefalete kalbim hissiz kalırdı. Acı bir mağrurluk içinde yalnız kendimi, gayesiz hayatımı, boş istikbalimi, emelsiz hâlimi düşünür, bir şey istemeye üşenir, bir şeye teşebbüs iktidarından mahrum, ilgisiz, neşesiz kalırdım.”

Böyle iken bir gün kalbinde bir ferahlık buluyor, “o”na rast geliyor, birden bütün ruhun 
karanlığında bir güneş yükseliyor: Asıl yaşadığımı şimdi anlıyorum, seni düşündükçe, seni sevdikçe ruhuma bir sonsuzluk dolar gibi bir şey hissediyorum.

Ve bütün bunları muhabbet yapıyor; işte, belki bir kadın sebebiyle, o “sahtelikten, hileden, 
acz içinde bir galibiyetten vücut bulmuş bu kadın kalpleri arasında belirsiz ve hayalî bir ihtiyacı takipten yorulan, muhitteki bütün adilik ve bayağılıktan iğrenen” adam böylece yine bir kadın sebebiyle hayatı bu kadar seviyor, artık çalışmak için kendinde cesaret, yaşamak için metanet hissediyor… demek fenalık hayatta değil, bir kadında imiş!

Zaten hayatta ne varsa hep böyle, hep kendimizden ibaret değil midir? Hakikatte mevcut 
olmayan renkleri bile biz görüp vücut vermiyor muyuz? 

Fakat dikkat edilince bu, mevcut ruhun bir meylini gösterir ki o da fikrî kurumlarımızın 
kurulu, sağlam bir şey olmayıp pek hâdis pek gelip geçici olduğudur; birtakım kederli sebepler ile fevkalade bolluk/genişlik peyda ettiği halde işte böyle bir avuntu esintisiyle bizden bir emeller ve fiiller hayatı yeşeriverdiğini, bizde fikrî hayatın daha o kadar ihtiyarlamadığını, iradî hayatın henüz harekette bulunduğunu gösterir ki avutucudur. 

Cahid, bizde Avrupa’nın yalnız romantiklerini tanımakla kalmayıp son yarım asrın fen ile o 
kadar uyuşan edebiyat felsefesini sevmiş bu sebeple hayatın önemli meselelerinin cazip muammalarına dalmış bir düşünce sınıfının en çalışkan en metin ferdidir. Kaleminde fikri koruma ve meslek için güçlü bir azim varken bu kalem hissiyat ve emellerini tasvir edeceği zaman sanki bülbül tüyü oluyor; titreyebilen, ağlayabilen bir şey oluyor, sanatına sahip oldukça şiir ve tahlile bir denklik vererek, özellikle şimdi, öyle hikayeler yazıyor ki mükemmel olmak için bir kusurları varsa kusursuzluklarıdır. Bu küçük hikayelerin asıl küçüklüğünü teşkil eden şey bir hayatî olayı açığa çıkarma, ani heyecanı tespit edebilmek ve bunu nispetsizlik, ahenksizlik yahut vahdetsizlik mi demeli bilmem, hikaye yazanlar için ekseriyetle düşülen boşluktan kurtarmak, eseri mevcut kısımları dengeli durdurabilmek, ayakta tutabilmektir ki Cahid’in de herkes gibi şu kusurlarla yaralı eserleri olmakla beraber mesela Görücü, Yaz Hatıraları, Kanto Bir Perde nevinden hikayeleri bu denklik ve uygunluk cihetinden birer “Küçük Hikaye” numunesi sayılacak şeylerdir.

Hakikatte küçük hikayeler roman yazım tecrübelerinden başka bir şey değildir; şu bakış 
açısından Cahid, her türlü koşullarıyla “Bugünkü Roman”ı yazabileceğini göstermiş bir muharrirdir. İlk eserindeki- Hayal İçinde’den bahsetmek istiyorum, zira Nâdide ismindeki ilk romanı emsali arasında bir şey olmakla beraber “eser” değildir-fazla kuruluk yerine şimdi eserlerinde bir göz yaşı bolluğu ve şiir var; ifade şimdi güçlü ve sağlamdır, hayat felsefesi tamam sayılabilir; yalnız bir eksik var ki o da bu yazılacak romanı okuyup anlayacak ve layık olduğu derecede takdir edecek bir okuyucu topluluğudur.

Bu hikayelerin üslubuyla, düşünce tarzıyla birçok dürüstâne hakikatleri kabacasına nasıl 
diyeyim? Câhindâe bir şiddetle ile yüzümüze vuruşuyla, bu hikayelerin şimdiye kadar hatta en bölünmüş olanlarından bile gördüğü kabul tarzı düşünülürse aynı meslekte devam edip bugün böyle muvaffak olmak için Cahid’in- adedi o kadar çok olan- “heveslenme” yazarlardan olmayıp yazar olmak için doğmuş, bir kalıtsal sebeple huyca şöyle veya böyle olan bir insan gibi mizacına Avusturya musikisi-şinâslarını meşhurlarından olup ahiren vefat eden ve “Vals mucidi” diye yâd olunan meşhur Straus tabiatıyla zaruri yazar olmuş bir edip olması lazım gelir ve öyledir.

Şimdi, bu kadar ciddî yazarları olan bir matbuatta edebiyatçılar ile okuyucular arasında 
mevcut mesafe okuyucuların ciddi olmamalarından başka neye yüklenmiş olabilir? Bunlar evvela okumuyorlar, alıştıkları tarza zerre kadar muhalif bir eser karşısında bulundular mı gayrı bize bir nefretle bakıyorlar, okumadan hüküm veriyorlar. Arada ilk anlaşılmazlık böyle kuruluyor; sonra gelişimi ve numunesi bu kadar yabancı durdukları edebiyat mesleği, bir gün okumak isteseler bile kendilerine yabancı olacak kadar ilerlemiş bulunuyor ve artık ihtilaf tamamen karar kılıyor.

Ben öylelerini tanıyorum ki bu eserleri sevmemek için lazım olan sebeplerin cümlesini bir 
araya getirici idiler, ilk zamanlarda hiç sevmiyorlardı, tahammül edemiyorlardı fakat okudular, okudukça yabancı durdukları arzularından, kendi hayatlarından başka bir şey için uğraşmadığını anladılar, artık seviyorlar. 

Bugün -bilmemek için bilmişlerinden başka sebepleri olanlardan başka- herkes yazılan çeşitli 
makaleler ile gördü, anladı, öğrendi ki uygar milletlerin edebiyatlarının hepsinin birbiriyle benzerlik ilişkileri vardır, bu benzerliklerin sebebi herkesin olan ilim ve fenlerin yardımıyla umumi olan edebiyatın yani bütün dünyada yazılan edebî eserlerin aynı etkenin neticelerinden ibaret olmasıdır. Fark, yalnız milletlere has kabiliyet ile çevrenin ve zamanın etkileridir ki bunlar her yerde ve her zaman daim ve bâkîdir ve hiçbir şey bunları yok edemez. Edebiyatlar arasında mevcut olan bu alakalar, hayat felsefesinin her yerde aynı olmasındandır; bu ayniyet yalnız birtakım şerâitin tesiriyle bazı değişmeler gösterir ki o şartlar da ırka, muhite, zamana aittir. Irk, muhit, zaman başka olduğuna göre edebiyatlarda- hatta bu alakalar ve benzerlikler mevcut olduğu halde de- bir değişme ortaya çıkması zaruridir ki işte bir edebiyatın “milliyet”i bu şerâite göre diğer edebiyatlardan zaruri olarak başka olmasıdır, bundan fazla bir şey değildir…

Asıl söylemek istediğim şeyler kaldı; Hayât-ı Muhayyel’in içine aldığı hikayelerdeki sanat 
inceliklerini, üslup güzelliklerini, öyküleme letafetlerini, hâsılı Câhid’in kaleminden çıkmış olan ve son nesrin en ciddî, en latif sayfalarını oluşturan bütün edebî güzellikleri göstermek isterdim fakat düşündüm ki bunu bu yazarlık mesleğinin hemen hemen kurucusu olan Halit Ziya’nın açıklama ve tasvirine bırakmak yazar için de okuyucular için de bir fikir ziyafeti hazırlamak olacak; bu nimeti elden kaçırmamak için işte burada sükut ediyorum.

-Tarabya-

(Mehmed Rauf, Tedkikat-ı Edebiye-“Hayat-ı Muhayyel” Muharriri, SF, nu. 432, s. 250-251-252)

MERVE

1994 yılında Sivas’ta doğdu. İlköğretim ve liseyi Sivas’ta okudu. Sivas Cumhuriyet Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi Öğretmenliği 2016 mezunu. 2017 yılında Sivas Cumhuriyet Üniversitesi İslam Tarihi ve Sanatları Bölümü Türk İslam Edebiyatı ABD’de yüksek lisansa başladı ve 2020’de mezun oldu.

Daha fazla görüntüle
Diğer Yazıları