Menu
M. Tevfik Fikret - Sohbet
Deneme/İnceleme/Eleştiri • M. Tevfik Fikret - Sohbet

M. Tevfik Fikret - Sohbet

“Özellikle araştırmalar ve incelemelerde hikmet fikrini zevk güzelliğinin rehberi, zevk güzelliğini hikmet fikrinin kılavuzu edememiş olanlar, yarından sonra vâr olabilecek marifet eserlerini vücuda getirmeye muvaffak olamazlar.”

Edebî sohbet yazıları için mukaddime olarak 256 numaralı nüshamıza konulan makalede şöyle denilmişti:

Hep tanzir ve taklit neticesi değil midir ki en çok edebiyat ile iştigal etmiş bir kavmin beş altı asırdan beri toplanıp gelen şiir eserleri içinde küçük büyük üç beş cilt divan istisna edildiği halde kalanlar o sanat ve marifet cevherleri- kimi parlakça kimi pek donuk- birer sahte numunesi olmak şaibesinden kurtulamamış. 

Her neyse, maksat “nazireperdazlık” meselesini burada uzun uzun incelemek değil [buna inşallah ileride incelemeyi sevk etmek de mümkündür.]…


***


Şurada ufacık bir ara söze luzüm göründü:

Makaleyi, lutfen inceleme nazarıyla kuşatılmış buyuran zevattan bazısı- sohbetlere zemin ve esas olmak üzere- aciz yazar tarafından ileri sürülen meseleler ve konuları önemsiz bularak “Edebî Sohbet Yazısı” başlığı altında yazılacak konular; mesela bir şahıs, bir hayat veya edebiyat asrının ayrıntılı açıklaması ve mahiyetleri ve meziyetlerinin açıklaması kabilinden olmak lazım geleceği yolunda fikir beyan ettiler.

Her ne kadar bu düşüncelerin esasen yanlış olmadığında şüphe yoksa da bir yazarın, bir şairin tek tek veya hemmeslek birkaç yazar ve şairin birden, fikirlerini ve eserlerini- özel bir şekilde- inceleme ve üzerinde düşünme, edebî hayatlarını yazmak yahut tarihi devirlerden birini alarak o devir içinde edebiyatın ne renk ve şekillerden geçmiş ne yolda gelişme veya gerileme göstermiş, o değişikliklerde kimlerin, nelerin ne gibi etki ve tesiri olmuş…

Buralarını araştırmak ve açıklamak bizim gibi acizeye değil- çevik kalemin himmetleri, sır saklamayı seçen, nice hikmetler ve hakikatlerin hazinelerini keşfetmek ve açığa çıkarmakta ustalığını ispat etmiş- faziletli muhakkiklere nasiptir.

Bu şöyle dursun Batı edebiyatçılarının “Etude litteraire (Edebî çalışma)” umumi adını verdikleri o yoldaki geniş incelemeler sohbet dairesine pek de sığar mı bilemeyiz. Avrupa’da bu gibi incelemeler ve yazıların ne derecelerde gelişme ve genişleme göstermiş olduğunu söylemeye hacet yoktur fakat orada dahi “causerie (sohbet)” unvanıyla yazılan şeyler “şundan bundan!” tabirine uygun olacak şekilde çeşitli ve farklı ve çoğunlukla yazıldığı zaman ile özel bir münasebete sahip ince manalı konulardır. “Etüt”ler, “kritik”ler, edebiyat veya fen tarihleri sohbetten farklı, tamamen başka şeylerdir. Hepsinin ayrıca şekli, tavrı, dili hatta yazarı olur ve bir başka ehemmiyetle yazılarak bazen ciltler doldurur.

Sohbetler ise bunların hepsinden ayrı ayrı istifade payı almakla beraber zincirleme biryolda incelemeleri takip edip gitmez; şimdi bir müellifin kemalâtını, şimdi bir telifin hatalarını söyler. Bugün okunan bir sayfadan açtığı bahsi üç yüz sene önce yazılmış bir fıkraya ulaştırır. Tam bir ciddiyetle edebî tenkite başladığı manzumeyi bırakarak bir kafiyenin arkasında dünyaları dolaşır, misaller getirir ki hatırlara gelmez... neticeler çıkarır ki mukaddimeden hiç beklenmez!

Zaten musahabe sözü de bunu ifade etmiyor mu? Musahabe: Sohbet!...

- Birader, falan mecmuanın bu haftaki nüshasını okudunuz mu?

- Okudum, pek de beğendim. Hatta bazı noktaları hakkında sizin fikrinizi de sormak istiyordum. Yanınızda nüshası var mı?

-Hayır olsaydı birlikte bir daha karıştırırdık. Bu mecmuanın en çok çeşitliliği ve içeriği hoşuma gidiyor. Fransızlar “Revü” tertip ve neşrinde hakikaten pek başarılıdırlar yahut “başka dillere vâkıf değiliz de- bize öyle geliyor. Büyük küçük, resimli resimsiz, günlük, haftalık, aylık ne kadar gazete ve dergi çıkarıyorlar…

- Ne kadar ve ne mükemmel!... 

- Öyledir… “Eko dö la sömen”in 16 Şubat tarihli nüshasında bir bent vardı. Bunda neşriyatın çokluğundan, kitapların, dergilerin bolluğundan şikâyet ediliyor, yalnız Paris’te günlük bin altı yüz kadar gazete yayımlandığı, basılan kitapların ise haddühesabı olmadığı söyleniyor ve deniyordu ki: Bereket versin paçavradan üretilen kağıtlar çok zaman dayanamayacağı için basılmakta olan kitapların yüzde üçü ancak iki üç asır görebilecek, diğerleri ise bir sınırlı bir zaman içinde yıpranıp mahvolacakmış!.. Yoksa gelecek nesiller ve torunlarımız için kütüphanelerimize girip de okumaya şayan kitap seçimi zor olacaktı. Zira herkes aklına geleni yazıyor: hem birçoğu sırf bir şeyi yazmış olmak, kâğıt karalamak için yazıyor.

Bir de efendim, Avrupa’da eserlerin yayımlanması başka bir iş, başka bir muamele evet; bu hafta çıkan [Mektep] dergisinde buna dair mâbatlı özel bir bent vardı. Bilmem gördünüz mü? Mektep yeni bir yazı heyetinin idaresi altında yayımlanmaya başlamış.  İçindekiler hep faydalı şeyler…

- Kimler yazıyor acaba?

- Bilemem. Çünkü hepsine imza konmuyor. İmzalı olarak yalnız Menemenlizâde nâmına bir mektep kasidesiyle Cenap Şahabettin’in iki manzumesi, bir de “Çocukluk” diye bir tercüme var. Manzumelerden “Şiir-i Mahzun” unvanlı birinin şu parçaları pek hoşuma gittiği ezberledim:

Hâk içinde tebâh olurken ben

Yeni sevdâlara düşersin sen;

Rûhum ağlar semâda, başkaları

Vaʿd-i ikbâl alır iken senden!


Bir rakîbin dehân-ı pür-hûnu

Leb-i pür-zehr ü kîne-meşhûnu

Bûs ederken seni, mezarımda

Okurum ben bu şiir-i mahzûnu!


Hâtırından eger çıkarsam ben

Gâh u bî-gâh aç bu defteri sen

Bu müessir neşîdeyi bul kim

Sana bir hoş selâmdır benden!


Şu kitâb-ı hazin ü pür-hûnu

Aç da gör kalb-i nâle-meşhûnu!

Semt-i re’sinde titresin rûhum

Sen okurken bu şiir-i mahzûnu!

- Güzel!...

- Size şaşırıyorum: İkiniz de bunları güzel diye okuyup geçiyorsunuz. “leb-i pür-zehr”, “hoş selâm” gibi şeyler dikkatinizi üzerine çekmiyor bile. Halbuki leb-i pür-zehr, hoş selâm terkiplerindeki tenâfür-i hurûf (kulağa hoş gelmeyen harflerin bir araya gelmesi)…

- Ya sizin “tenafür-i hurûf”unuzdaki telaffuz güçlüğü!..

- Ya “usret-i telaffuz”daki (telaffuz güçlüğü) çapraşıklık!.. Bakın, dikkat edilecek olursa lisanımızda hakkıyla tenafürden bağımsız iki söz söylenmeyecek. Bu böyleyken hâlâ şiirlerimizden özellikle en iyilerin- şu uygunsuz tabir, bu terkip bir parça zayıf düşmüş, bu beyitte sekte var, şu kafiyede kuralına pek uygun düşmemiş- diye dikkate almak istemiyoruz.

Doğrusunu ister misiniz? Bu gibi lafzî kuralların uygulanmasında o kadar müşkülpesentlik edilmemeli, hele güzel konuşma ve yazma kurallarının her türlü hükümlerine göre fasih sözler söylemekte güçlük çekmedikleri eserler ve güzide şiirleriyle tasdik ve teslim ettirmiş olan belagatperver edipler o kayıtlar ile bazen pek kaydolmuyor gibi görünseler de mazur tutulmalıdır. Şurası hiç de etraflı düşünmeye muhtaç değil ki şair “leb-i pür-zehr” tabirinin yerine daha fasihini elbette aramıştır, bulmuş olsaydı mutlaka yazardı. Leb-i pür- zehrde bulduğu kuvvete sahip ve tenafürden uzak bir terkip hatrına gelmemiş demek. Şimdi biz de arasak bulamayız sanırım. Halbuki içinde uyumsuz iki söz var diye bu şiiri güzel bulmamak -doğrusu bu ya- benim elimden gelmez…


İşitilmezdi sözleri, lâkin

Anlaşılmak değildi nâ-mümkün.

Leb-i pür-tebde gizlenen mefhûm

Olarak bî-irâde vü bî-ârâm

Kuvve-i gâlib tabîata râm

Suçlu düşmüşseler de pek masum..!


Hasret, ey hande-i şebâb sana!

Zulmetim olmasın nikâb sana!

Bize bu kadar bu yolda gayrı nasîb

Bunda ben zâidim kim ölmeliyim

Dilde sûziş-i cehennem, ölmeliyim

Bu iki yâre olmadansa rakîb


- Şimdi şu beyitleri okuyan bir zevk sahibi “leb-i pür-teb”, “kuvve-i gâlib”, “düşmüşseler” gibi tabirlerden dolayı bunları kusurlu saymaya nasıl kıyabilir?

- Hayır, fikrimi anlatamadım. Ben demek istiyorum ki böyle güzel diye kabul olunacak şiirlerde hiç kusur olmasın…

- Biz de anlatmak istiyoruz ki öyle ufak tefek zaruri müsamahalardan dolayı güzel şiirlere kusur bulunmasın! Hem ne hacet? Bu meseleler -edebî konularda zevk güzelliğinin hekimliğinin kabul ve tasdik edildiği günden beri düzeltilmiş olarak görülmüş olan- konulardandır ki tekrarı lüzumsuz sayılır.

- Lüzumsuz dediniz de hatrıma geldi. Kayıtlı kafiyelere ne dersiniz?

- İnsan muktedir olduktan sonra niçin marifet göstermemeli, derim. Safa Bey, bizim basit kafiyele ile yazdığımız şiirlerden daha âhenklilerini daha  mükemmellerini mukayyet kafiyeler ile söylemeye muvaffak oluyor. Kendisi bu muvaffakiyet ve meziyetinden istifade etmekte haklı değil midir? Hünerli bir sanatkâr güzel sanatlarda temel esas olan “zevk”i ihlal etmemek şartıyla istediği kadar uydurma yapmayı tercih edebilir. Tabiat öyle bir letafet âhengidir ki en mükemmel zevk onunla güzel bir koku şeklinde belirir. 

- Ben şunu da ilave etmek istiyorum: Eğer uydurma cevaz olmasaydı edebiyatta bu kadar sanat ve mecazlı yer de olmazdı. Sanatperest olmalı, şu kadar ki mesela kayıtlı kafiyeler ile şiirlerin nazmını adet edinenler kayıtçılığı -başkalarının adi kafiyelerle yazılmış eserlerini kafiyeli saymayacak derecede- ileriye götürmemelidir çünkü o zaman lüzumsuz gereksiz şeylerle uğraşmaya razı olmakla da kalmış olmazlar!

- Hakkınız var fakat o kadar teklifçilik edecek bir tabiat tasavvur olunamaz. 

İşte üç arkadaş arasında vuku buluşunu takip ettiğimiz şu sohbetçik bir edebî sohbet yazısıdır ki bu heyetle istenilirse sözlü farz edilebilir. Yazar bunu olduğu gibi kaydedip yazma yahut manasını alarak özel bir makale şeklinde düzenleme ve bilgilendirme ile okuyucuların gözlerinin önüne koyarsa sohbet yazıcılığı görevini yerine getirmiş olur.

Demek isteriz ki sohbet esasen yazılı bir karşılıklı konuşmadan başka bir şey değildir.

Binaenaleyh öyle uzun uzun ilmî incelemelere tahammül eyleyemez fakat bu incelemelerin

faydalı sonuçları olan edebî incelikleri ve hikmetleri pek iyi ihtiva edebilir.

O, tabiatın bir gezinti yeri, bir fikir bahçesidir ki; gönüldeki meydanı uğraş yeri değil,

gezinti yeridir.


***


Ufacık ara sözümüz burada son buldu ama “Eserlerin taklidi” hakkında başladığımız sohbet yazısına devam için de yerimiz kalmadı. Artık o faslı bir başka sefer özetleriz.


*Tevfik Fikret’in Servet-i Fünûn’da kaleme aldığı “Muhasebe-i Edebiye” başlıklı dizide yer alan bu yazının başlığını, muhtevasına dayanarak biz belirledik. Yazının aslında başlık bulunmamaktadır.

MERVE

1994 yılında Sivas’ta doğdu. İlköğretim ve liseyi Sivas’ta okudu. Sivas Cumhuriyet Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi Öğretmenliği 2016 mezunu. 2017 yılında Sivas Cumhuriyet Üniversitesi İslam Tarihi ve Sanatları Bölümü Türk İslam Edebiyatı ABD’de yüksek lisansa başladı ve 2020’de mezun oldu.

Daha fazla görüntüle
Diğer Yazıları