Menu
ŞİİR VE SEZGİ
Deneme/İnceleme/Eleştiri • ŞİİR VE SEZGİ

ŞİİR VE SEZGİ



“Eşyadan çok, eşyaya bakan göz; dahası, bakan kalpte yarattığı önemliydi bu üslûpta. Resimde bunun örnekleri verilmeye başlanmıştı. O zaman şehrin diğer yapıları sıradan, kaba saba, salt ihtiyaca yönelik, akıl tarafından bulunup kurulan yapılar gibi gözüktü bana. Aklı aşan bir cesaret, ilk imgeyi tetikleyecek sezgi gücü. İşte  Anton  Usta bunu başarmıştı.”cümlelerini kullanarak sanatsal yaratım sürecinde “sezgi”nin önem ve işlevini vurgulamıştım. Anton Usta adlı öykümde

 

Şiir ontolojik olarak Varlık’ı görünür kılar. Bir yazımda Heiddeger’e gönderme yaparak şu tespitlerde bulunmuştum: Genellikle baştan başa insanın içinde yaşayan, özü varlığın formu olan bu kendine özgü varoluş, Dasein’dir. Dasein, kendi girişimi çevresindeki şeylerin kendilerini gösterebilmelerini ve dile getirilmelerini sağlar. Bu süreç Dasein, çevresindeki şeylerin oldukları şey, yani kendileri olmalarına izin veren, onları özgürleştiren süreçtir; Varlık’ı ortaya çıkaran aşkınlıktır. Bu süreç, bu aşkınlık, fiziksel değil, düşünseldir ve ancak dil içinde mümkündür.

 Bu olağanüstü betimlemeyle Heiddeger, Varlık felsefesini temellendirir. Varlık’ı ve hakikati, sanat yapıtı meydana çıkarır. Şiir de dil içinde mümkün olan bir etkinliktir. Heiddeger’in evreninde bir çatlak, bir uçurum vardır. Bu yarıktan bir stifung olarak yepyeni bir temel ya da zemin atmak olarak kavranan sanat (şiir) çıkar “

Böylesi ontolojik bir değere sahip şiirler genellikle sezgiyle vücud bulan şiirlerdir. Aklın yıkıntıları arasındaki o nadir hazineye, nasıl bir maden işçisi daha çok teknik donanım dışında el yordamıyla yürürse şairde daha çok sezgiyle yol alır.

Gerçekle rabıtalı aklın verimlerine yaslanan şiirler somut dünyadan devşirdikleri görüntülerin fazlalığı nedeniyle ve bu görüntülerin hatmedilerek kemikleşme riskine karşı, şairin arayışı sezgi ile teneffüs edilecek yeni iklimler aramaya yöneliktir. Gerçek dünya ya da gerçek dediğimiz nedir? Burada Oktay Rifat’tan bir alıntı yaparak ilerlemek istiyorum: Şair Oktay Rifat’ın  “ gerçek alıştığımız bir şeydir” tesbitiyle, alışılmış olanın dışında bir bakış önerir.

Aklın denetimindeki modern dünya artık ütopyaları imkansız kılmakta. Stendhal’in “ yolda gezdirdiği”  mimesis ayna kırılmış durumda. Bir şair olarak ütopyalara ihtiyacımız olduğunu düşünüyorum ve mevcut akılla ütopyaların hayali imkânsız olduğu için sezgi ve sezginin harekete geçirdiği hayal dünyasına ihtiyaç duyuyorum. aklın statik ve bunaltıcı dünyası karşısında anarşist bir tavrı tercih etmek, doğru olan da bu.

Sezgi; hayal, hatıra, bilinçaltı,  görsel, işitsel duyum, psikolojik imajlar, mitoloji, kişisel mitologya, antoloji nin bellekte kalan  bölümleri, zihindeki sözlük ( lexıon) gibi ögelerin bir anda ve birlikte diyalektik olarak sentezidir Elbette sezgiyi işlevsel kılan önemli ögelerden biri akli süreçlerdir. Buraya kadar anlattıklarımızdan sezgi akıl karşıtlığı gibi bir çelişkiden söz ettiğimiz şeklinde bir yanlış anlamaya da engel olmak istediğimizi belirtelim. Akıldan yaralanan, ama aklı aşan bir olgusallık söz konusu çünki. Genellikle çok sesli, zengin çağrışımlara açık, çoğu kez irrasyonel bereketli bir imgeler vadisini armağan eder. Salt akılla bulunan şiir  çok seslilik ve imge zenginliğiyle desteklenmez. Çoğu kez somut ve anlatımcıdır. Varoluş, ölüm, dramatik gerilim, okuru biçimleyen şiirin ortak özelliği  açısından sezgi ile keşfedilen şiir  malzemesini günlük hayatın görünümlerinde değil, şairin iç deneyimlerinden devşirir.

 Günümüz modern toplumunda gerçeklik geçmişteki sağlam algılanır düzeyini kaybetmiştir; similizasyon gerçeğin yerini almış, gerçeklik parçalı bir nitelik arzeder hale bürünmüştür. Bu nedenle rasyonel olarak gerçeği algılamak mümkün değildir, işte  post modern göstergeler için akıldan çok sezgi ile sanatsal imge kurmak imkânı daha  mevcuttur.

Montaigne’den bir alıntıyla devam edelim: “ Şiirin orta hallisi ve kötüsü için kurallar ve ustalıklar ölçü olabilir, ama iyisi, harikuladesi aklın kurallarını aşar. Onun güzelliğini tam ve sağlam olarak görenler, bir şimşeğin ihtişamına benzer bir pırıltı görmekle kalırlar. Büyük şiirler muhakememizi tatmin etmez,  allak bullak eder”

Sezgi; dış dünya  algılarından çok içsel âleme, deruni dünyaya radarını tutarak, bu alanlardan devşirir kazanımlarını. Aklı sınırlayan hudut taşları mevcuttur. Sezgi sınır ötesini işaret eder. Sınır ötesi mistik, majik, metafizik alanları ve psiko- patolojiyi içererek şiirin olanaklarını çoğaltır. Sınır Ötesi adlı şiirimde bu sezgisel süreçlere tanıklık ederek, öte renkleri hatırlatmak istiyordum:

 

SINIR ÖTESİ

Sınırdasın

Korkunçtur bu dem hayal gücü

Uçmaktır bir yanı sahranın

Yalnız siyah değildir gece

Ateş değildir yalnız tamu

Cemal Süreya Fazıl Hüsnü şiiri üzerine yazdığı bir denemede Dağlarca’nın şiirinde sezgi ve akıl dönemi olarak iki döneme dikkati çeker: “ Şiiri "sezgi" ve "akıl" olmak üzere iki dönemde incelenebilir. Sezgi dönemi eserleri "Havaya Çizilen Dünya" (1934), "Çocuk ve Allah" ile "Daha"yı (1940) izleyen "Çakırın Destanı" (1945), "Taş Devri" (1945) kitaplarını kapsar. "Asû" (1955) ile başlayan ikinci dönem günümüze kadarki şiirlerinde etkin olan "usçu" dönemdir.

Paul Valery’” ilk mısra ilahidir” les premiers vers est Dieu; sözüyle ilhamı önceler görünse de, aslında esin edilen olgu şairin o ana kadar ki katmanlaşarak zengin bir haleye dönüşen tinselliğinin  yetkinleştirdiği, şiire yönlendiren duyarlığına bağlı verimlerdir. Bu nedenle sezgi; ilham ( esin ) değildir. Sezgi; başına buyruk algıların başlangıcı ve sonucu değildir, disipline edilmiş süreçlerin ortaya koyduğu  olanaklar bütünüdür..

Genelde şiirde akli süreçleri önceleyen şiirlerin tek boyutlu şiirler olduğunu görmek mümkün. Akıl dediğimiz fonksiyonlar toplamı beş duyunun verimleriyle tanımlanır. Oysa sezgi şiiri beş duyunun dışındaki algılarla da mücehhez kılınır. Metafizik beş duyunun haricinde bir seziş alanıdır. Fazıl Hüsnü Dağlarca, Necip Fazıl ve ikinci yeni şiiri akıl dışında imkânları keşfetmeyi başarır. Nitekim İsmet Özel’den alıntılarsak. “ İkinci yeniden önceki, muhtemelen Birinci Yeni olması gereken modern hareket ve bu harekete bir şekilde dahil olanlar ( Fazıl Hüsnü ve Necip Fazıl hariç) düşünce ve dil bakımından  beş duyunun ötesine gitmemizi sağlayacak şiir kuvvetinden yoksun sayılırlar . Bu şairler yeni olanaklara yönelmediler, bir yöneliş içinde olmadılar; mutlak değerleri kaybetmeye, akla (nefse) özgürlük tanımaya kaçınılmaz olarak razı oldular.1940’ın aklın, beş duyunun, somutluğun dışında yeni bir olanak sunamadığını canla başla kanıtladılar. Öznel ( subjektif,enfusi) özgürlük içinde nesnel ( objektif, afaki) olanla kolayca ve pek fazla zihinsel bir çaba gerektirmeyen biçimde irtibat kurdular. ( Tevfik Fikret’in tercihinde olduğu gibi )  Ölçülü, biçili, gündelik tayının dışına çıkmayan, somutlaştırıcı bir şiirin kimseye faydası yoktu”

İsmet Özel’in bu çok öznel yorumuna katılmak mümkün değildir. Garip girişimi tek avangard girişimidir ve Yahya Kemal estetiğini yıkarak, şiirin başka türlü yazılabileceğini gösteren, geleceği işaret eden bir pusula olarak da ender kıymete haiz bir girişimdir.” Anı” “ Telefon” gibi çağdaş şiirin doruk şiirlerini yazamasa da.

Dağlarcanın başyapıtı “ Çocuk Ve Allah “ Türk şiirinde bir mucizedir.

Kendi şiirime gelince özellikle son dönemde algıladığım dünyanın travmatik ve eşitlikten hat safhada yoksun vahşi kapitalizmin pençesinde bir dünya olması hasebiyle kimi şiirlerimde sert toplumsal eleştirileri, simgesel ve gerçeküstü bir biçemle nerdeyse Marksist sınıf mücadelesini  öncelerken, genel olarak da mistik- metafizik bir âlemde gezindim. Sezgi şiirimin kurucu ögesi oldu. Zaten baştan beri böyleydi. Şiirin kapsama alanı daha ziyade mistik-metafizik ortamları .içermeli ve şiir hakiki mecrasında akmalıdır. Şiir ideayı ikinci kez kopyalayarak değil ,  “duyu “larla  idea arasındaki bir tasavvur ve sezgi alanına irtibatlı olmalıdır.  “Duyu “ kelimesini, az önce vurguladığım gibi; dış dünyaya yönelik bir algılamadan ziyade, şairin içsel yolculuğu sırasında, deruni dünyasında, hissettiği duyumsallık olarak anlamalıyız. Zaten.mistik- metafizik dünya görü ve algı alanımız içinde bir somutluğa işaret etmez.Ama somut dünyadan binlerce kat daha büyüktür. Sınır kalmaz, şiir sonsuzlukla buluşur ve şairler “mumdan kayıklarla ateşten denizleri geçmeyi” , bu mistik- metafizik dünyanın enlem ve boylamlarında göze alır.. Elbette mistik- metafizik kavramı salt din ve uluhiyetin ilham verdiği bir ruh iklimini değil, . din dışı büyük bir alanı da kapsar. Necip Fazıl: bu manda, Dindar bir Müslüman olan Mehmet Akif’in İslam akidesine dayanan şiirler yazmasına rağmen mistik bir şair değildir ama ateist (inançsız) bir dünya görüşüne sahip Ahmet Kutsi Tecer, mistik bir şairdir” diyordu bir yazısında hatırladığım kadarıyla.

Alabildiğine rasyonellik savındaki günümüz dünyasının, irrasyonel görünümü , aklın  bile insana kılavuzluk etmede başarısız olduğunu kanıtladığı için, şairler sezgileriyle şiirsel İFADE’ye giden yolu bulmak zorunda.. Bu durum aklın gerçek, basit, tekdüze dünyasına karşı mistik-metafizik bir dünyanın ikâmesini zorunlu kılıyor. Her ne kadar şiirsel  dilin figurasyonlarıyla, felsefi kavramlar cem edilemese de, sezgiyle vücut bulan bir süreci gereksindiği için, kendi ontolojik varlığını bütünleme açısından, felsefi bir sorunsalı da içerir ilke olarak. Felsefe sadece bir başlangıç vuruşu,  şiirin ontolojik bütünlüğü bakımından gerekli.. Bu nedenle şiir, ontolojik olarak varlığını duyurabilmesi için, sezgiye dayalı bir İFADE niteliğindedir ve zorunlu olarak ta imgeseldir. İFADE kavramını Benedetto Croce’den temellük ettim.

Yalvaçların sezgisel süreçte yaşadıkları yoğunluğu Henri Begson şöyle ifade etmektedir: “Yaşamın temelinde, yaratıcı ve özgür bir tanrı vardır. Olup bitmiş bir şey olmayan bu tanrı, içinden dünyaların fışkırdığı bir merkez olarak düşünülebilir. Her şeyin kaynağı olan bu merkezi, büyük mistikler kendilerinden geçme anlarında kavramışlardır; nitekim peygamberlerin dini, sözgelimi İsa’nın dini, yani “dinamik” din de, buradan doğmuştur. Sokrates’in, İsa’nın, insan Hakları’nın ahlakı da, yani “dinamik” ahlak da buna benzer bir biçimde oluşmuştur. Kahramanlar ve ermişler, yaşam atılımının tenleşmeleridirler; insanlığı izlenen eski yollardan çekip çıkarırlar..”

Fazıl Hüsnü, erkek ve dişi espriden söz eder. Güneşin esprisi erkek espridir, zira ışığın kaynağı kendisidir. Ayın esprisi dişidir, zira aldığı  ışık kendi kaynağından değildir, güneşten alır ve yansıtır.  Erkek espriye dahil edilen şairler doğuştan şairler, Ayın esprisine dahil edilen dişi espri şairleri kültür şairleridir. Buradan ilerleyerek güneşlin esprisiyle sezgiye, ayın esprisiyle akla uzanmak mümkün. Hatta Nietszche’nin Dionisos ve Apollon benzetmesini de varmak güç değil..

Belki genelde sanatsal şahikalar için aklın yani beş duyunun sınırladığı bir dünyanın dışına, sezgiyle ulaşmak mümkün. Dağlarca, Necip Fazıl, Asaf Halet Çelebi, İkinci Yeni şiiri, sezginin pınarından kana kana içtiler.