Menu
SAVAŞ-I-YORUM
Deneme/İnceleme/Eleştiri • SAVAŞ-I-YORUM

SAVAŞ-I-YORUM

Savaşın aktörlerinin metne düşen gölgelerini yorumlamaya her kalktığımda, Platon’un mağarasına, eli kolu zincirle bağlı adamın karartılmış dünyasına, geri dönmüş gibi hissediyorum kendimi. Beliren ‘boş’luğun kıyısında durakalıyorum: Savaş romantik değildir, cehalet de öyle.

Yeniden üretilen, başka bir deyişle tekrar tekrar tüketilen görüntüler dünyasında yaşıyoruz ve görüntüler kırılan dökülen aynalar gibi, sayısız savaş imgesi yansıtıyor.

Sıcak savaşın bizden uzakta yaşanıyor olması, savaşa evimizden dâhil olduğumuz gerçeğini de değiştirmiyor. Üstelik kurgulanmış görüntülerle; bize korunmuşluk duygusu veren, evrensel bir felakete ramak kala kurtarılmışlık hissi aşılayan, güven içinde yaşama keyfimizi yoğunlaştıran görüntülerle…

Savaşan dünyayı, okura doğru talimatlar vererek kurmak, ‘tıpkı atmosfer’iyle, tastamam…

Bu koşullarda -bir öykücü olarak- görüntülü saldırıların ürettiği tozu dumanı yok edip edebiyatın niteliklerinden ödün vermeden, ilkeli “yazıcılık” yapmak… çok zor. -Bir insan olarak- zamanını dosdoğru yorumlama kaygılarıyla yaratıcı edimin hamurunu mayalamak, çok zor. Soğukkanlı olabilmek, mesafe koyabilmek, çok zor!

Bu yüzden her gün, yükseltilere konuşlanmış, rüzgârı kollayarak pusu kuran nişancıların menzilinde, iplere, korkuluklara atılan kara battaniyelerin can pazarı koridorlarından geçen insanları izliyorum.

Her gün, kapana kısılmış karasinekler gibi kanatları gökyüzünü çizen jetlerin tehdidi altında, önceden yıkılmış binaların demirleri dışarı fırlamış kirişleri arasına saklanan anaları ve çocukları izliyorum.

Her gün, misketler, scudlar ve kim bilir daha nelerin düştüğü mahallelerden kudurmuş gibi döne döne yükselen kapkara dumanları, sığındığı köşede, henüz nefesi normale dönmemişken yanındaki savaş muhabirine ‘eksik olan tek şey mutluluk!’ diye röportaj veren, iki kolu birden eksik mağdurları, izliyorum.

Karanlık tüneller, karaborsa ve sirenler giriyor rüyalarıma; yalçın kayalar, tekinsiz ormanlar, ıssız karakollar, havasız mağaralar giriyor…

Savaşlara karışan kimi tarafların kökeni dinlerinki kadar eski ‘kurtarıcı’ ve ‘kurtarılmayı uman’ rollerini benimsediği kurgusal çatışmaların tümüyle gereksiz olduğunu bilerek seyrediyorum dünyayı…

Kahramanlıkların gülmeceden, traji-komik olmaktan öte bir anlam taşımadığını sezerek seyrediyorum…

Üretemeden... seyrediyorum.

Düşünmek!

‘En kaygı verici olan, kendini, düşünülecek şey olarak sunar’ diyor Heidegger, ‘en kaygı verici olan, bizim hâlâ düşünmememizdir.’

Düşünüyorum: Mağdurun aczinden doğan sonuçlar giderilecek. Geri kalanlar, mağdurun aczinden haberdar edilecek. Güç, benzeri mağduriyetler yaratılmayacak şekilde dengelenecek. Kurmaca savaşların stratejileri, ifşa edilecek. Acının gerçekliğinden geçemeyiz. Acı üzerine, bilhassa acı üzerine düşünülecek. Hangi sebeple olursa olsun, savaşlara sürülenlerin gerçekte deneyimlemekte olduğu ve benim ancak gecikmeli duyusal bir içerik olarak içimde yeniden yapılandırarak hissettiğimi sanacağım acı, düşünülecek…

Ve savaş kadar savaş üstüne düşünmek de acı veriyor.

Savaşı bilen, savaşa karşı, ‘Yurtta sulh, cihanda sulh!’ ilkesini benimseyen bir ulusun edebiyat serüveni var heybemde, kalıt olarak: Ulusal mücadelenin kayda geçmesi, barışın ve Atatürk devrimlerinin içselleştirilmesi, cumhuriyet fikrinin halk içinde erginleşmesi…

Bana göre; misyon üstlenerek ve nispeten romantik duygularla tasarlanıp kitlelerin beğenisine, heyecanına aday olan ilk dönem Cumhuriyet Edebiyatı, kendini ifade için bulduğu yeni dille kültür merkezlerinden hareketle çizdiği halkayı genişletti genişletmesine de, Türkiye’nin ulusal egemenlik mücadelesi ve dünya savaşlarının içinde / kıyısında geçirdiği yılların ötesi, ne ülke ne de edebiyat için barış ve bayındırlık hikâyeleri ile devam etmedi. Edemezdi. Dünya bir cadı kazanı! Lakin edebiyat, üretildiği dönemde, işlevseldi.

1950’li yıllarda, dünyanın içine girdiği soğuk savaş dönemi ve ülkede işleyen demokrasiyle,

Atatürk devrimleriyle atılan tohumlar içten içe filizlenir, okur-yazarlık artar ve toplum çağdaşlaşırken,  demokratikleşmenin kendi sürecini tamamlayabilmesi için kaçınılmaz olan muhalif anlayışların yeni hükümeti, çağdaşlaşmayı yeniden tanımladı: Henüz yerleşmekte olan yönetim anlayışı, ulusal idealler, toplumsal değerler, ilişki modelleri, terkisine aldığı devrim muhaliflerinin desteğiyle nitelik değiştirdi. Bu dönemde edebiyat direndi. İşlevseldi.

Batı’da yükselen kapitalist sürece uyum sağlamak isteyen genç Cumhuriyetin yeni yöneticileri, özellikle sanat ve düşünce çevrelerine yönelttikleri baskılarla, halkın aydınlanmasına yönelik devrimlerin yetiştirdiği diri kültür florasını soluksuz bırakmayı denediler. Buna rağmen elliler, altmışlar, hatta yetmişler, Türk edebiyatı için yaratı alanlarında çeşitlenmenin, yaratıda özgürleşmenin, sorumlu bireyleşmenin, aklın ve özgüvenin vahası sayıldı.  Edebiyatçılar, değişim ve değişimin tetiklediği siyasi çatışmaları, köy ve kent arasındaki akıl almaz ayrılığı, yeniliğin duyurduğu kaygıları kaleme alan pek çok kitap yazdılar. Geleceklerine sahip çıkıyorlardı. Edebiyat ve edebiyatçılar değerliydi, işlevseldi.

Ne var ki -içeride ve dışarıda- süre giden siyasal çatışmalar, darbeler, hatta savaşlar her çeşit demokratikleşme çabasına, doğal olarak yaratıcılara da, iyi gelmedi. Tutuklanarak, sürgüne gönderilerek, eli kolu bağlanarak sanatsal üretimleri, dolayısıyla varlık amaçlarını gerçeklemeleri engellenenlerin sayısı öyle çoktu ki yalnız edebiyatın değil, kültürel alanların nerdeyse tümünün çoraklaşması, toplumsal uzlaşı ortamının yitmesi, dirilen öfkelerin bir çeşit iç mücadeleye evrilmesi kaçınılmazlaştı. O gün bugündür devam eden felaket tüm özverili üretimlere / katılımlara rağmen önlenemedi. Üstelik içeride ve dışarıda yaşanmakta olan sayısız savaşların beslediği yok olma paranoyası, rasyonel aklın, insancıllığın düzeltici, dengeleyici işlevini de baltaladı.

O zaman akılla taçlanan edebiyatın ayağı sürçtü.

Nasıl sürçmesin? 2011’e gelindiğinde, adamın biri meydanlarda övünüyordu: ‘Türkiye Ortadoğu’ya silah satacak duruma gelmiştir!’

Keyfiyetle zorunluluğun çarpıştığı arenalarda yıkım görünür olduğunda, görüngüler dünyasından ve çağırdığı kaygılı ruh halinden sıyrılıp kurtuluş umuduyla sanata sığınılması beklenir. Yapamıyorum.

Felsefeyle, bilimle ve sanatla hızlanan evriminin doruğundaki insan, bütün gücünü, yarattıklarını ve yaratma potansiyelini yok etmeye harcadığı, dehşetin gölgesini üzerine salarak ırkının ayağa dikildiği için kazandığı üstünlüğü, ayağının altındaki zemini ondan geri alarak ödetmekte olduğu için yapamıyorum.

Zenginliği sürdürememek, bilimde ve siyasette liderliği kaybetmek, geride kalanların düşmanlık biriktirdiği paranoyası, kendisinden daha üstün birilerinin ortaya çıkıp yerini alacaklarından korkmak, rekabetten korkmak…

Yükselen çıtayla başa çıkamamak… Gelinen bu noktada gereksinildiği kadar yaratıcı olamamak… Artan sorumlulukları taşıyamamak…

Değerlerin değişmesi…

Ve hatta semavi dinlerin ‘mit’olojisi…

Şiddet olgusu ve bu yüzden duyulan dehşet hissiyle dönüşen insanlığın psikolojisi, kendini sabote eden bireyinkiyle birebir aynı görünüyor. Varılan noktada sabotaj / savaş normalleşiyor. Sonuçları da: “Ölen ölür, kalan sağlar bizimdir.” Bu durumda edebiyat ne yapsın diyorum, diyorum da… ‘

Ölüleri gömecek yer kalmamış artık / acının durup saçını öreceği yer kalmamış’ diyor ya Ritsos, sevdiğim Ritsos, savaş sonrası ve sırasında yazmanın hala olasılığını kanıtlayarak…

Kesintisizdir savaş. Kan dökeni, düzen yıkanı, işgal edeni, sömürgeleştireni kadar yaşamın, insanca yaşamın kendisi, bir savaş zaten…

Savaştan sözetmediğimiz yerde bile sözettiğimiz, savaşın ta kendisidir.

“Savaşın sonrası” diye bir tanım yok insanlık tarihinde, bu yüzden.

Ve tam da bu yüzden savaş-ı-yorum kendimle, savaşı yazmak için.

Savaşa içkin olan yaşam ve yaşama içkin olan savaş üstüne, bir daha düşünmeliyim!

(Dünden Bugünden Edebiyat, Eylül/Kasım 2011, Sayı: 3)