Rüyalarla aynı kumaştan yapılmayız, bir
uykuyla çevrelenmiş küçük hayatlarımız.
Shakespeare
Cogito düşünmez yalnızca, ama düşler de. Böyle söylememizin nedeni, ‘düşleme’ ile ‘düşünme’ arasında kolayca görülebilecek etimolojik akrabalık değil sadece; dahası, bizzat Descartes’ın, bir yazısında, cogito’nun erimini imgesel olanı da içerecek şekilde bilişsel olanın ötesine doğru genişletmiş olmasıdır: cogito tahayyül de eder. Oysa Bachelard gece düşlerinde yani rüyalarda bir cogito’dan hakiki anlamda söz edilemeyeceği kanısındadır, rüyalar “öznesiz düşler”dir çünkü. Şöyle demeli belki de: Öznenin faal ve kurucu olduğu gündüz düşlerinin yani hülyaların hilafına rüyalarda, kendinden geçmiş ve bilinci uykuda olan özne münfaildir bütünüyle. Rüyalar ve hülyalar düşün, düşlemenin iki türü. Ama aralarında asli bir fark, bir köken farkı söz konusu; bu, görünürdeki benzerlikten daha önemli kanımızca.
Düşün Poetikası (La Poétique de la Rêverie, PUF, 2005) adlı kitabında Bachelard, şiirsel imgelem çerçevesinde bilincin düşsel faaliyetine odaklanıyor. Yazar, düşün bir türünü (rüya) geri plana itip diğer türünü (hülya) öne çıkarıyorsa bu, görüngübilim (fenomenoloji) çerçevesinde kalma ısrarıyla bağlantılı büyük ölçüde. Bachelard, rüyayı göz ardı etmesine mukabil, kitabında, hülyayı düşleme olayının merkezine yerleştiriyor. Böylece, “bilincin uyuduğu” gece düşlerini “haklı olarak” “ihmal ettiğini” dile getiren görüngübilimcimiz, bilincin faalliğini varsayan gündüz düşlerine odaklanıyor şiirsel imgelem üzerinden. Sonuç olarak kitapta hülya, düşlemenin, özelde de poetik düşlemenin ayrıcalıklı kipi olarak öne çıkıyor.
Kitabın başlığında geçen rêverie kelimesi genel kullanımı itibariyle üç şekilde anlaşılmaya müsait: a) düş, hülya, kuruntu; b) sayıklama c) (eski) düşünce ya da düşünme. Bachelard’ın bu kelimeden öncelikli kastı, ‘gündüz düşleri’ olarak hülyalar. Misalli şu karşılığı vermiş bizdeki hülya kelimesi için: “gerçekleşmesi özlenerek zihinde kurulan ve insanı oyalayıp avutan hayal, tatlı kuruntu, tahayyül”. Son tahlilde zihnin bir kurgusu olan hülya vehim ve kuruntu ile, daha ötede ise sanrı ve sayıklama ile akraba.
Rüyada ruh münfaildir, imgelerin tesirine alabildiğine ve edilgince açıktır; ama verili imgelerdir bunlar, kurulu değil. Oysa hülyada nefs faaldir, bizzat kendisinin kurgulayıp yarattığı imgelerin dönüp kendisini tesirleri altına almasına bile isteye izin verir, dahası buna can atar. Rüya görülür, ama görülen gösterilendir ancak. Rüyadaki görmenin ‘gözü kapalı bir görme’ olduğu ve Yunancadan gelen mistik kelimesinin, tam da, ‘gözünü kapama’ anlamındaki myein fiilinden kaynaklandığı göz önüne alınırsa, rüyaya pekala mistik görü denebilir. Öte yandan bilincin uyanık, öznenin faal olduğu hülyada söz konusu olan, nefsin avutucu-oyalayıcı düşsel bir inşasıdır daha ziyade. Kendini kesif gerçekliğin katı dünyasına zımbalanmış, raptedilmiş, çivilenmiş bulan kişi, hülya kurmada bir kaçış, daha doğrusu bir kaçamak imkanı bulur. Böylece kişi, bir tür uyuşma halinde, yapıntı imgelerin, kurmaca hayallerin uçucu, uçurucu evreninde keyifle mayışmaya bırakır kendini. Gerçek dünyadan bir nevi vazgeçişle, onu bir nevi askıya alışla kurulan muhayyel dünya kendi kendini tatminin, oyalanmanın ve avunmanın vasatını, vasıtasını sağlar kişiye. Hülya psikolojik olanın içkinliğinde bir kabarma, bir çalkalanma, bir köpürmedir – bir aşkınlık vehmidir. Oysa yâderk bir yapıya sahip olan, olabilen rüya (evet ama hangi rüya?) psikolojik olanı aşmanın, onun berisine ve ötesine uzanmanın imkanını taşır kendinde. Görünmeyene, ‘mistik olan’a dair bir boyut içermesiyle rüya görüngübilimin tarassutundan ve zapturaptından kaçar mütemadiyen. Rüya olayına yakınsayan poetik düşlemede bu boyut ilham olarak gösterir kendini. Rüyet ile akrabalığı, belki de ayniyeti içinde ilham ‘gözü açık görülen rüya’dır bir anlamda. Ama, Bachelard’a sorarsanız, “aşkın bir özne”yi varsayan şu “ilham etmek (inspirer) fiili, tabiatıyla, bir görüngübilimcinin lügatinde yer alamaz”. Görüngübilimi adeta harfiyen alan yazarımız, şiirsel düşlemeyi, bilince belirmeyen, görüşe gelmeyen bir yan barındıran rüya ve ilham temelinde değil de, zihnin bizzat kurgusu olan hülya ve fantazm temelinde tasavvur etme eğilimindedir “tabiatıyla”.
Peki ama düşlemenin (bu arada poetik düşlemenin) tüm imkanı psikolojik olanda tüketilebilir mi bütünüyle? (Şiirsel ya da değil) ilhamın metafizik olanla bağlantısını hesap dışı tutabilir miyiz kolayca? Düş-leme’nin ayrıcalıklı bir yolu olan (şiirsel) imgelemin bize varlık bilgisiyle iç içe geçmiş bir kendilik bilgisi sağlayabildiğini, bizi psikoloji ile görüngübilimin ihata edemeyeceği bir alana, belki varlığın da ötesinde bir alana açabildiğini yadsıyabilir miyiz basitçe? Ama Bachelard tinselliği psikolojik olanda, keza anlamlı olanı görünür olanda tüketmede kararlıdır adeta. Haşhaştan, afyondan, türlü maddelerden yardım alarak psikotrop imgelerin “yapay cennetleri”ne kaçan şu hülyalı, şu düş-kün şair tipinin kitapta yer yer öne çıkması ilginçtir bu bakımdan.
Çoğunlukla kurmaca, bazense kuruntu imgelere dayalı olan, son tahlilde kendinden çıkmaya değil de kendinden yine kendine kaçmaya ve bu surette özün erkini berkitmeye yarayan “yapay cennetler”in sayıklamalı ve sanrılı hülya-şiirine karşı, erk daha baştan yâda bırakıldığından ancak edilginlik içre vârit olan ilham ve mevhibe temelli rüya-şiiri öne çıkaramaz mıyız? Ve birincisini nefsin, psişenin derinliklerinde tıkılı-saklı-tutulu kalmış olanın duruma göre maddi uyaranlar yardımıyla bir nevi patlamalarla serbestleşip yüzeye vurması ve coşkuyla dışa taşması olarak, ikincisini ise ruhun, tinin her türden psikolojinin ötesinde meta-fizik olana doğru mâsivadan serbestleşip kendinden boşalarak vecd ve neşve ile açılması olarak değerlendirebilir miyiz? Tini neredeyse psişeye indirgeyen Bachelard, düş-ünme’nin, düşleyerek düşünmenin bu ikinci tarzına bigane görünür.
Öyle veya böyle, her cins şiir kendilik bilgisi sağlar bize; varlığa, giderek varlığın ötesine dair bir farkındalık doğuran özel bir bilgidir bu. Poetik düşleme düşünmenin, dolayısıyla bilgilenmenin özel bir tarzını sunar bize. Sobası başında, yalnız saatlerini düşünerek ve düşleyerek, düş ile düşünce arasında gidip gelerek geçiren Descartes şiirin, düşün, imgelemin öneminin şaşırtıcı bir biçimde farkındadır. Yeniçağ rasyonalizminin kurucusundan şu ifadeleri okumak ilginç, ilginç olduğu kadar da öğretici: “Derin düşüncelerin filozoflarınkinden ziyade şairlerin yazdıkları içinde bulunması şaşırtıcı gelebilir. Bunun sebebi şairlerin vecd yoluyla ve imgelem gücüyle yazıyor oluşlarıdır; içimizde bilginin tohumları vardır, çakmaktaşında [kıvılcımın] olduğu gibi, filozof onları akıl yoluyla çıkarır, oysa ki şairler imgelem yoluyla onları fışkırtır ve dahası ışıldatır”. Ne tuhaf! Rüyalarını yâderk bir temelde izah ettiği ve bunlardan bazılarına hayatında tayin edici roller atfettiği yetmezmiş gibi, şairane tahayyülü feylozofça tefekküre üstün tutabiliyor Descartes.
Bura’dan kaçışın bir yolu olarak düşleme, özelde de artistik ve poetik düşleme, varlık ile yokluk çizgisinin aşıldığı, hiç olmazsa aşındığı şu eşikte, kesif gerçekliğin dağıldığı (dağılır gibi olduğu) ve kişinin usulca, hafiften, belli belirsiz bir şekilde üst bir gerçekliğe geçtiği (geçer gibi olduğu) şu ara-yer’de, ora ile temasın imkanını sağlar bize – ama yalandan ama sahiden.
(YENİ ŞAFAK KİTAP, 02.02.2011)