Menu
Öyküler “Bazen Çok” Şey Söylemeden Anlatırlar Her Şeyi
Deneme/İnceleme/Eleştiri • Öyküler “Bazen Çok” Şey Söylemeden Anlatırlar Her Şeyi

Öyküler “Bazen Çok” Şey Söylemeden Anlatırlar Her Şeyi

ANLAMAK VE ANLATMAK

Anlamanın, “daima bir duydu durumuyla” vuku bulduğunu söyleyen Martin Heidegger, onu varlık-oluş esasında şöyle çerçeveler: Bunu fundemental eksistensiyal olarak yorumlarsak, bu fenomenin, Dasein’ın varlığının temel modusu olarak kavranıldığı gösterilmiş olur. Pek çok mümkün bilgi türünden yalnızca biri olarak ‘anlamadan’ söz edildiğinde ise (örneğin, ‘açıklamadan’ farklı olarak) onu, şuradalığın varlığını birincil olarak ve esasen birlikte tesisi eden anlamanın eksistensiyal türevi olarak yorumlamak gerekecektir.” (Varlık ve Zaman, s.: 143)

Maurice Merleau-Ponty ise, bu yorumu, “Anlamak, hedeflediğimiz şey ile verili olan şey arasındaki; yönelim ile gerçekleşme arasındaki uyumu hissetmektir -ve beden, bir dünyaya demir atmamızdır.” şeklinde ikinci bir yoruma uğratarak, anlamayı doğrudan beden-dünya (varlık-var-olunan-mekan) ilişkisine tabi tutar.  

Anlatmak ise, bu minvaldeki anlamanın dışa vurumudur ki, Dasein için mutlak bir anlamadan söz edilemeyeceğine göre, anlatmak da daima şeyin şeyliğinden sadece bir şeyin anlatılması olarak gerçekleşir. Çünkü, hüküm vakte aittir ve anlamak “bir” iken halin değişmesi nedeniyle hüküm de değişeceği için (İbnü’l- Arabî) anlatmak kendiliğinden değişir (çeşitlenir). 

Bizler, anlatmak ile anlamanın vaki ilişkisinden, kimin neleri ve nasıl (hangi kasıtla ve formla) anlattığına bakarak ona bir anlayışı (dünyaya bakışı, dünya görüşünü) nispet ederiz ki manevi, fiziki, bilimsel, teknik, sanatsal... olarak nitelediğimiz anlayışların tümü buraya isnat eder.

ÖYKÜLEMEK

Heidegger’in “...mümkün bilgi türünden yalnızca biri” olarak gördüğü anlatmanın, insan için asli, hayvan da dahil şeyler için arızi olduğunu bildiğimize göre, özelde öykülemenin genelde ise tahkiye etmenin, en mümkün anlatma tarzı olduğunu kabul etmemiz gerekir.

Buna göre, edebiyat bütünü ya da anlayışı içinde öyküleme (tahkiye etme) imkanı, asliyet bağıyla has (seçkin) bir anlatım tarzı olarak öne çıkar.

Ancak, edebiyat esasında şu ayrımın farkında olmak gerekir: Anlatma arzusu genel, öyküleme arzusu özeldir. Bunun da ötesinde, öykülemek anlatmaya dahil olduğu halde, salt anlatma kastına tabi de değildir. Diğer bir söyleyişle öyküleme, son tahlilde bir anlatma olduğu halde, kendi özelinde yerleşik bulunan ve bu yanıyla Heidegger’in “daima bir duydu durumuyla” vuku bulma şartını aşarak nesnelleşebildiği gibi, her şeyden önce salt anlatma duygusunu aşan, hatta asıl anlatmamayı murat etmekle anlatan bir türe (özel imkana) dönüşür.

Zira, maksadımızı bir şeyi anlatmaya teksif ettiğimizde, zaten anlatabileceğimiz şey, vuku bulanın ancak bir yönünü kapsayabileceği için, “bir başkasınınki gibi anlatma, herkesten iyi anlatma, başkalarınca fark edilmeyeni anlatma...” arzusuyla, anlatmanın fevkinde kimi amaçları da yükleneceğinden, kendi doğallığından, samimiyetinden uzaklaşmış bir şekilde gerçekleşebilir.

Bu durumda öyküleme, bir tür parodiye / anlatma gösterisine dönüşme tehlikesiyle yüz yüze gelerek, hem asliyet bağından şaşmış, hem de yeni kurguların zorlamasıyla olanın (anlatılanın) oluş şeklini farklı bir mertebeye yerleştirmiş olur. Bir şeyin kendi mertebesini değiştirmesi ise kendi hakikatini değiştirmeye çalışması demektir.

“BAZEN ÇOK”

Bu cihetle, öykülemede, “tek etki yaratmak” diye tabir edilen şaşırtıcı bir sona bağlanma yoluyla söz konusu tehlikeden uzaklaşılırken, buna tabi tabi olarak, öyküleneni öyküleme maksadından başka bir şeye alet etmeden, yukarıdaki söyleyişimizle onun kendi mertebesini değiştirmeden salt bir şeyi öyküleme maksadıyla yalın olarak, şeyin şeyliğinden sadece bir şeyi öykülemek mümkün hale gelir. Bu durumda mertebe, salt hal, yalınlık, ya da kendi şeyliğinde sabit kalma... ise, anlatma cihetinden artışlar yapmayı değil, bilakis bilinçli eksiltmelerde bulunmayı gerektirir.

Bu hususları, Şule Yayınları’nca yakın zamanda ikinci basımı yapılan (ilk basımı 2015), Mehmet Babalıoğlu’nun “Bazen Çok” adlı kitabındaki öyküler üzerinden örneklendirebiliriz:

Babalıoğlu, on sekiz öyküsünün yer aldığı kitabında, Sahte Yüz, Kumandasız Araba, Aferinlik Koca, Bazen Çok adlı öykülerinle “tek etki” yaratmayı sağlarken, bunlarla okurunu öyküsünün tamamlanması için metnin içine çekerek öykülemeye dahil ettiği kadar, “tek etki”yle öykülerinde eksilttiği şeylerle de, aynı zamanda anlatmadaki samimiyetini ima ederek, eksilttiklerinin erişilmesi zaten mümkün olmayan bir tamlığa işaret etmesini sağlıyor. Daha açık bir söyleyişle okuruna, öykücü olarak tek etkiyle sağladığı yetkinliği, şeyin başka şeyliklerine erişme imkanı olarak sunuyor.

Örneğin,

“(Sahte bir yüzlüğü) Yine elleriyle kontrol eden birilerini görmek istemiyordum. Sesler, ayakların yere basışında hızlanıyor, yaklaşıyor, sertleşiyor, her adımda yemekler biraz da mideme oturuyordu. Çıkamadım şu lokantadan. Sesler iyice yaklaştı. Garson hızla yanımdan geçerken yine bekleriz efemdim, dedi ve bana kapıyı açtı. Yaklaşınca başını öne eğdi, selamlaştık. Artık kapıdaydım. İşte olmuştu. Dışarıya adım atıyordum ki, garsonun çelmesine takılıp yere düştüm.”

(Sahte Yüz)

“(Tutkunu olduğum) Arabayı arkadaşlardan biri alsaydı güzel olurdu. ama hepimizin başka işleri, başka hayalleri vardı artık. Garajına bu arabayı koyduğu ilk gece uyuyamayacak biri onu alsın istiyordum. Satılması için bir galeriye götürmeden önce onu yıkatmak istedim. Yıkamacının bürosuna girdiğimde içerideki delikanlıya anahtarı uzattım. Farkındaydım, indiğim andan beri beni izlemişti. Tereddüt ederek aldı. Böyle bir arabayı hiç yıkamamıştı herhalde. Çok sürer mi dedim, hemen halledeceğini söyleyip oturmamı istedi. Benden başka kimse yoktu etrafta. Koltuğa yaslanmamla dışarıdan acayip bir gaz sesi geldi.Dışarı çıktım. Arabamı göremiyordum. Diğer arabaları yıkayanlar sesin yavaş yavaş kaybolduğu tarafa bakarak artist işte gibi şeyler söylediler. Onlara doğru yürümeye başladım; hepsinin tulum giydiğini fark ettim. O delikanlı niye tulum giymiyordu, diyordum kendi kendime. Birinin yaklaştığını görünce kafalarını kaldırıp buyurun dediler. Nereye götürdü arabamı, dedim. Hangi arabayı? (...) Aferin çocuğa, hiç vakit kaybetmemişti. N’oldu abi, diyorlardı, kime verdin anahtarı? sorun yok dedim, sorun yok.” (Kumandasız Araba) 

“(Tavanda, vücudunu çekemeyecek kadar dayanıksız bir kabloya bağlı olan ipi kontrol ettikten sonra, karsının ilgisini yeniden çekebilme umuduyla) Sandalyeye doğru yürüdü. karısının ayak seslerini duyunca kalbi hızla atmaya başladı. Sandalyenin yanına geldiğinde topuklarını birbirine sürterek ayakkabılarını çıkartacaktı ki ne önemi var, diye düşündü. Sandalyeye çıkıp ipi boynuna geçirdi. Kendini bıraktı. İpin salınımıyla vücudu savruldu ve ayakları duvara çarptı. Boğazını kavrayan ip, uzaklaşan vapuru tutmaya çalışan halatlar gibi gerildi ve parçalanarak birbirinden ayrılan omurlarının çıkardığı çatırtı odada yankılandı. İp kopmadı.” (Aferinlik Koca)

“Biliyorum. O taşın arkasında beni üzecek bir şey var. Taşları geri istediğinde birini saklayıp diğerlerini verdim. Odasından çıkıp tuvalete girdim ve kapıyı kilitledim. Ön yüzüne baktım. ‘Annem’ yazıyordu. Diğerlerinde sadece isimler vardı. Babasına ait taşa ad-soyad yazarak yazarak ona hep beklediği saygıyı belli ettiğini düşünürsek, benimki büyük bir ayrıcalıktı. (...) O babasının verdiği hediye paketini günlerce açamamıştı. Ben de taşın arkasına bakamıyordum. (...) Daha fazla duramayacaktım artık. Taşı sakladığı yerden çıkardım. İsim yukarıda kalacak şekilde tutarak kumbarasına atacaktım. Yarısını soktuğumda bunun son şansım olduğu geldi aklıma. Durdum. (...) Onu kumbaraya atamayacağımı anladım ama düşündükçe ter basıyordu. (...) Ellerim! Yazının üstüne bastırdığım başparmağımın yapış yapış olduğunu hissettim. Yazıyı kaybetme korkusu, onu okuduğumda yaşayabileceğim üzüntüye ağır bastı. (...) Yalnız cümlenin başı okunabiliyordu: Bazen çok...” (Bazen Çok)

Babalıoğlu ayrıca,

“Adam kadına göre yaşlıydı ve onu iyice süzdüğünde, yaz boyu kumsalda don kadar mayosuyla oturup tavla oynayan, içkisini yudumlarken etrafı dikizleyip her şey ne kadar b.ktanlaştı diyen bir tipi var diye düşündü biri.” (Biri, Öteki, Ortadaki)

“Babası herhangi bir arzu veya hayalinin kalmadığı, artık çocuklarım için yaşıyorum dediği dönemi geride bırakmıştı...”; “Hastalanıp yatağından günlerce çıkmadığı, boşa tespih çektiği ve artık kimsenin daha fazla yaşamasını umursamadığı bir yaştaydı.” (Sen Benekli Muzları Yemezken), 

“...Eczaneye gittim. Babamın (...) ilaçlarını aldım. Babam ölüyor, dedim. Üzüldü. Buna en çok sen üzüleceksin dedim, atık ilaç almayacak.” (Hastalık Acemisi)

“Adam, çocukken beğendiğim bir şeyin fiyatını sorduğumda kaç paran var, diyen esnaf gibiydi.” (Kumandasız Araba) 

“Başkalarının ölümü, kumanyamızı yerken lafladığımız sıradanlıkta artık.” (Karşılıklı Mektuplar Servisi)

örneklerindeki gibi, tek etkide toplanan ya da ona bağlanma karakteriyle daha özel bir anlam kazanan kimi halleri tanımlamak için dolaylı anlatıma   başvurmakla kendi anlatma tarzını pekiştirmiş oluyor. Ki, Babalıoğlu bunlarla, genç bir öykücünün “İliklerime kadar üşümüştüm” gibi bir cümlesine karşı, “Üşüdüğünü bana bildirme, onu bana hissettir” diyen çokbilmiş okurların tepkisinden de ustalıkla kurtuluveriyor.

Bu bağlamda, asıl, yukarıda vurguladığımız anlatmamayı murat etmekle anlatma esasında vurgulamamız gereken önemli bir husus daha var Babalıoğlu’nun üzerinde durduğumuz öykülerine: İnsan psikolojisi! 

Yetişme tarzı olarak babadan toruna, deden toruna intikal eden öyle hayati kodlar var ki, bunlar bir tür tekrarın tekrarı olarak gerçekleştikleri halde, yeni tekrarlayanı tarafından salt kendisine has bir durum olarak telakki edilirler. 

Örneğin Babalıoğlu,

“Atletin çıkmasıyla birkaç haftadır yıkanmayan vücut hava aldı ve ter ekşi ekşi koktu. (...) Hemşire kenara koyduğumuz sırt havlusuyla anneannemin vücudunu sildi, göğsüne bazı kablolar yapıştırdı. Bir damar yolu açıp önlüğünün cebindeki tüpleri doldurdu. anneannem sakinleşmiş, nefes almaya başlamıştı. Kızım, elin pek hafifmiş, dedi. Oh, dedim anneannem kendine geldi; şimdi sıra hemşireyi torunlarına yakıştırmakta. Aklından geçenleri tahmin ediyordum. Hemşire kız pek güzel, hem çalışkan, hem anlayışlı, hamarat kız belli, bizim oğlanla bir tanışsalar.”

(Elbiseler)

“Bir sigara yakıp dudaklarına koydu. Bırak! Ben de yanına oturdum. Bana paketi uzatıp yak bir tane dedi. Aslında ben içmiyordum ama ortamı bozmamak için aldım. Ağzıma götürüyordum ki elime vurdu. Unutma hala babanım. Hem yanımda içmeye alışırsan, balkonda gizli saklı içip beni kızdırdığını düşünemezsin.” (Bazen Çok) cümlelerindeki gibi, farklı şekilde ifşa edildiklerinde muhataplarının zihninde bir soruna dönüşebilecek olan ebeveynden intikam alma duygusunu, eğlenceli bir ifşaya dönüştürerek, psikolojik anlatımı asıl anlatma maksadına dahil etmeksizin, diğer bir söyleyişle aslen öyküleme kaygısı gütmediği bir durumla öyküsünü zenginleştiriyor.

SONUÇ

Anlamak ve anlatmak hareketle anlayışa (konumuz özelinde öykü anlayışına) eriştiğimiz noktadan, Babalıoğlu’nun Bazen Çok’taki öykülerine tekrar baktığımızda, onun bu öykülerinde mizaha fazla itibar etmediği halde mizah yapmada, psikolojik bir anlatım tarzını hedeflemediği halde öykü kişilerine mahsus bir psikoloji kurmada ve tek etki yaratma yoluyla öyküsünü gereksiz ağırlıklardan yalıtmada ama bu vesileyle tahkiyesindeki hareketliliği de sürdürmede son derece mahir olduğunu görürüz. 

En kısa söyleyişle bu, anlatmamayı murat etmekle anlatma şeklindeki tekrarımıza denk düşmektedir ki, zaten iyi öykücülerin anlatma kaygısı gütmeden anlattıklarını söyleriz; tahkiye etmedeki samimiyetlerini, kendi öykü kişileriyle ve okurlarıyla olan mesafelerini de buna göre belirleriz.

ÖMER

Türk yazar, eleştirmen İlk ve orta öğrenimini Yozgat'ta tamamladı. Ankara Meslek Yüksekokulu Kamu Sevk ve İdaresi Bölümü'nü bitirdi.