Menu
MUSTAFA ÖZÇELİK'İN KİTABI
Deneme/İnceleme/Eleştiri • MUSTAFA ÖZÇELİK'İN KİTABI "ŞİİR, ŞAİR, İNSAN ve HAYAT" ÜZERİNE

MUSTAFA ÖZÇELİK'İN KİTABI "ŞİİR, ŞAİR, İNSAN ve HAYAT" ÜZERİNE

“Denemede de şiirde olduğu gibi ayrıntıların fotoğrafını çekiyoruz. Küçük şeyler üzerine iddiasız ve samimi bir dille konuşuyoruz. Ama hakikat ayrıntılarda gizlidir. Ben bunainanıyorum.”diyor Mustafa Özçelik.

“ Yazarlar ve Kitapları “, “ Okumak ve Yazmak “, “ Yazmanın Büyülü Dünyası “, “ Şiir, Şair, İnsan ve Hayat “ adlı dört deneme kitabı Nar Yayınlarından aynı anda çıktı.

Eylül şiirindeki “ kuşlar pencerelere/ İnsanlar evlere alışacak “dizelerinin üzerimde uyandırdığı etkiyle şiirlerini beğeniyle takip ettiğim şair, ne zaman bir şiire başlasam onun yapısı içinde söyleyemeyeceğim kimi sözler beni deneme yazmayla yüz yüze getirmiştir, diyor.

Bu yazımda “ Şiir, Şair, İnsan ve Hayat “ adlı denemesini ele alacağım. Üç bölümden oluşan bu kitabın birinci bölümünde şiiri arayan şairi, ikinci bölümünde şiir ve insanı, üçüncü bölümünde ise şiir ve hayatı bulacağız. Bu denemelerin en önemli özelliği iç ve içten konuşmasıdır, diyebilirim.

Yazarın bir üretici, okuyucunun bir tüketici, yazılanların ise bir meta olarak algılandığı bu çağda, bu çarpıklığı düzeltmenin onurunun yazarlara ait olması gerektiğini vurgular. İçin dışa taşması için en uygun aracın şiir olacağını belirtir.

Denemelerinde halkın öğretmeni misyonunu sırtlandığını söyleyebilirim. Çocuklarımıza masal ve şiir öğretmemizi, böylelikle onları çağdaş mikroplardan koruyabilecek en iyi ilacı sunacağımızı, tehlikeli olanın hayal kurmak değil hayalperest olmak olduğunun altını çizer. Her fırsatta kendi kaynaklarımıza dönmemiz gerekliliğini vurgular.

Şiiri pek çok yazı türüne göre önemli ve farklı kılan şeyin kalıcı konularla ilgili olmasına bağlar. Bütün kötülükleri fıtrattan uzaklaşmanın sonucuna bağlar ki şairin sesi fıtrata çağıran ses olur. Gül, bülbül, kar, yağmur… Bunların hiçbiri bir dekor unsuru değil, konuşan ilahi gerçeklere dönüşür.

Yunus ile gönül haritalarını, Akif ile cemiyeti, Yahya Kemal ile tarihi, Necip Fazıl ile metafizik haritaları açar önümüze.

Şiirde her kelimenin bir işaret taşı olduğunu, bir kelimenin yeri geldiğinde yaralar açıp yeri geldiğinde merhem olacağını belirtir. Güzel bahçeli evleri, sokak kültürünü yok eden takma diş misali beton ucubelerin hayatın ahengini, şiiriyetini kaybettirmesinden yakınır.

Kulağınız duymuyorsa musikiye, gözünüz görmüyorsa resme, idrakiniz felç olmuşsa şiire koşun diye telkinlerde bulunur. Değirmen görmemiş, ağaca tırmanmamış, derede sularla macera yaşamamış çocuklara duyduğu hüznü dile getirir.

Yazılarının çoğunda ısrarla Yunus Emre, Mevlana, Fuzuli, Şeyh Galip, Mehmet Akif, Necip Fazıl, Ahmet Haşim, Sezai Karakoç, Cahit Zarifoğlu gibi isimlerin önemine dikkat çeker. Fuzuli ile Ari Ay, Nef’i ile Arif Dülger, Şeyh Galip ile Sezai Karakoç, Ahmet Haşim ile Hüseyin Atlansoy ve daha nicelerinin aynı besteyi seslendirdiklerini vurgular.

Ahmet Haşim’de bizi hüzne boğan akşamın Sezai Karakoç’ta diriliş muştularına döndüğünü, Necip Fazıl’la en çetin, metafizik bilmecenin önünde durduğumuzu; Yunus’un, Mevlana’nın gülleriyle bülbülleriyle derslerini bize hikmet diliyle verdiğini anlatır.

Âlimin ilmi, şakirin şükrü, zakirin zikri, mazlumun gözyaşı, dervişin duası ne ise sanatçının da o olduğu mesajını verir. Sanatın, sanatçıya ağır bir sorumluluk yüklediğini belirtip yazma eyleminin bir nevi tanıklık olduğunu Süheyl Ünver’in şu cümlesiyle önümüze koyar: “ Bir zaman gelecek benim gördüklerimi, duyduklarımı, bildiklerimi kimse görmeyecek, duymayacak, bilmeyecektir. O halde onları tespite mecburum.”

Tanıklık ise tanık olduğumuz şeyle ilgili hem bilgili hem de dikkatli olmayı gerektirir.

Bir tarihi romanı tarih kitabından ayrı tutmak gerekliliğini, insanı anlamak için kalın ciltli psikoloji kitapları yerine şiir kitaplarının etkisini, sosyal gerçekleri sosyoloji kitabından ziyade bir türküden daha iyi öğrenebileceğimizi; masalların pek çok pedogoji kitabından daha öğretici, faydalı olduğunu, bir ilahideki tesir gücünü bir vaizin konuşmasında bulamayabileceğimizi sıralarken sanatın üstünlüğünü, etki gücünü ön plana çıkarır.

Savaşta Fatih’i kaybetmek neyse kültürde de Fuzuli’yi kaybetmek de odur, diyerek kültür dünyamızın beslendiği geleneği devamsamak gerekliliğinin ısrarcısı olur.

Özellikle dil bilincine, Türkçemiz üzerine hassasiyetle eğilir. Türkçe düşünmenin asla kavmi bir mesele olarak ele alınamayacağını, bu ülkede yaşayan çoğunluğun anadilinin Türkçe olduğunu vurgular. Anadil Bilinci’nde verdiği şu örneği çok yerinde buldum:

“ Öte yandan bilinen kimi gerçekler var. Yabancı bir dille bilim eseri yazılabilir; fakat edebiyat eseri yazılamaz. Nitekim Fransa’da bu olay görülmüş. Cezayir’den getirilip ciddi manada Fransızca öğretilen kişiler, mükemmel derecede bu dille konuşup yazmayı öğrenmişler ama aralarında asla bir şair, bir roman yazarı çıkmamış. Oysa aynı kişilerin çok az derecede öğrendikleri Arapça ile yani anadilleriyle şiirler, şarkılar söyledikleri görülmüş. Öte yandan ana dilini iyi bilmeyen fakat başka bir dili iyi bilen kişilerde ileri derecede kişilik bozukluklarına rastlandığı bir başka araştırmanın neticesidir. Yine ana dillerini geliştirip zenginleştirmeyen, ona edebi dil niteliği kazandıramayan toplumların kolay asimile olduklarını da tarihin bize öğrettiği bir başka gerçektir.” ( s. 88 )

Bu denemeleri okurken halkın öğretmenliğine soyunup geleneği sırtlayan, geleceğe köprü kurmaya çalışan, çocukların ve gençlerin eğitimini önemseyen, çocuklarımızı hayatın kirli ırmaklarından kurtarmamızın gerekliliğini ve yollarını sıralayan, Türk dilinin inceliklerini önemseyen, doğaya duyduğu özlemi dile getiren çağdaş bir Yunus buldum. Yazmak, hüsrandan kurtulmanın yolu olarak çıkacaktır karşınıza, diyor yazar.

Ben de diyorum ki bizler de okuyarak hüsrana uğramaktan kurtulmanın yollarını düşünelim.