Menu
KÜRESELLEŞEN DÜNYADA POSTMODERNİZM VE TÜRK ROMANI
Deneme/İnceleme/Eleştiri • KÜRESELLEŞEN DÜNYADA POSTMODERNİZM VE TÜRK ROMANI

KÜRESELLEŞEN DÜNYADA POSTMODERNİZM VE TÜRK ROMANI

Bir Sosyal Teori Olarak Postmodernizm:
Küreselleşmenin teoride karşılığı modernite olmuştur. Ancak, ülke sayısınca gelen tepkiler her ülkede modernliğin neticelerini farklılaştırmıştır. Modernliğe geciken ülkelerde, “geciken, hızlı ilerleyen vs” modernliklerin adlandırılması ile birlikte aslında modernliğin “tamamlanmamış bir proje” olduğu yaygın kanaat haline gelmeye başlamıştır. Bu yarım kalan projeyi; “tam”a tamamlamak gayesiyle özgürlüklerin temsilcisi liberal ideoloji ile modernizm sonrası dönemi anlatan bir kavram olarak “postmodernizm”in yolları kesiştirilerek siyaset, edebiyat, ekonomi gibi kurumlarla tekrar dolaşıma sokulmuştur.
Teoride, liberalizm ve postmodernizm ne sağcı ne de solcudur. Bu her ikisine de büyük avantajlar sağlar. İdeolojisizlik ve hiyerarşisizlik sempati toplamalarına yardım eder. Hiçbir durumda taraf olmamaları ve dahi risk almamaları onlara karşı kızgınlığın oluşmasını engeller. Kızmanız durumunda da karşınızda bir muhatap bulamazsınız. Çünkü iktidarın merkezi eskiden olduğu gibi tek değildir. İçinde yaşadığımız dönemde, çoklu yapılar ve iktidarın merkezden yönetilmesi neticesi ‘suçlu’ bir türlü ortaya çıkartılamaz. Eskinin büyük anlatıları arasında yer alan komünizm, faşizm, sosyalizm gibi ideolojilerin yanı sıra, arkalarında “büyük cemaatler” oluşturmuş semavi dinlerde vardır. Varsayımları gereği oluşturdukları düzende, kendilerini içinde bulunduğu topluma dayatmışlardır. Ancak, küreselleşmenin ruhuna uygun çoklu gerçeklikten beslenen paradigmaların büyük anlatılardan vazgeçmesi ile birlikte, bu anlatı sahipleri yeni dönemde ağır bedeller ödemeye başlamışlardır. Postmodernizm ve liberal ideoloji bu gelişmelerden etkilenmedi. Nedeni de yukarıda adı geçen “izm”lerin yerküreden çekilmesinin sonucu oluşan otorite boşluğuna alternatif oluşturmalarıdır. Evrensel gerçek adına herhangi bir girişimleri ve tezlerinin olmayışları hayalkırıklığı yaşayan insanlar için umuda dönüşmüştür. Bilimde [teoride] ve uygulamada [siyasette] bir bir eserlerini vermeye başlayarak hususiyetlerini sergilemeye başladılar.
Neydi bu hususiyetler; sanatta pisuvara, siyasette de ‘iri kalan’ ülkeleri ikiye üçe bölerek bütünlüklü yapıları, parçalı siyasi yapılara dönüştürmekti. Kısacası “küçük güzel”dir söylemini insan ile ilgili tüm alanlara yani edebiyata, siyasete, sanata taşıyarak gündelik hayatın diline ortak olmaktı. Bu zamana kadar buyurgan yapıların hegemonyasında kalmış insanı vaatlerle kandırmayacak, özgürlüğü ertelemeyecekti. Artık, insana bu zamana kadar hayalini hep gelecekte bir yerlerde göstererek erteleyen anlayışların yaptığını yapmayacaktı. Postmodernizm ve liberal ideoloji, küreselleşmenin “herkes için; hemen şimdi; dünya ile aynı anda” sloganı ile kendi varsayımları arasında özdeşim kurarak, mutluluğu “hayal etme” döneminin kapandığını; artık, mutluluğa nasıl “dokunabileceğimiz”i gösterebileceği iddiası ile ortaya çıktı. Modernite küreselleşmeyi, modernizmde postmodernizmi doğurmuştu. Dolayısıyla düz bir mantık yürütecek olursak postmodernizmin, küreselleşme politikaları ve amaçları; aslında amaçsızlığı şiar edinmekti. Bu bağlamda postmodernizm amaçlı ve proje içeren yapılara karşı başlattığı mücadele gereği küreselleşme politikalarını reddetmesi gerekirken; bugün yeni şekillenen dünya haritası üzerinde beraber anılmaya başlamışlardır. Küreselleşme anlayışı, küçülen ve iddiaları olmayan toplumları daha hazırlıksız yakalayıp kitleleştirmeyi hızlandırmış oldu. Böylece geleneksel norm ve değerlere hapsedilmiş insanı özgürleştirmek isterken, başka bir zindana yani kitle toplumuna kendi eliyle yerleştirmiş oldu. Çağın insanı için yeni bir tutsaklık doğdu. Tüketim toplumunun müdavimi haline getirildi. Tükettiği oranda özgürlüğü öven ve toplumların ortaklığını sağlayan yerel dilleri ve kadim medeniyet algılarını tarih içinde yolculuğa çıkararak organik bağlamlarından koparttı. Postmodern felsefe “Bırakınız tarih, toplum, hakikat kendi konuşsun!” derken metinler, ülkeler arasında pastiş yapılarak özgürlük, eşitlik, hakikat gibi kavramları önceki anlamlarından soyup bağımsızlaştırarak yeni anlamlar yükledi. Örneğin özgürlük kelimesi üzerinde durmak gerekirse şunlar söylenebilir: Bağlamı itibariyle özgürlük bir muhitte yaşayan insanların ideallerine ve ütopyalarına denk düşen bir başkaldırı, muhalifliği anlatırken bugün zincirlerden boşalan, hızı devamlı artan ve hızı arttığı içinde kontrolden çıkan insanı tanımlar. Yani “hiç”leşmeyi.... hıza göre kendini tanımlayan yeni “toplama bir insan” tipolojisi oluşmaktadır. ‘Kes-yapıştır’larla oluşan bu insan, hafızası ya da hızdan kaynaklanan kırıp dökmelerini onaracak durumda değildir. Durma ihtimali olmayan konfigürasyonunda fren düşünülmemiş yeni bir aygıta benzer, o. ‘Yapıştırma birey’ anlamlı cümle kuramayacağı gibi başka manidar cümleleri de yaşamında istemeyecektir. Yeni neslin ilk temsilcileridirler. Artık, geleneksel ve kadim kuralların bu nesille birlikte kuruduğu; buna karşın yeni bir dilsizler ve sağırlar diyaloğunun tüm toplumda okullaştığı, kurumsallaştığı ve eskiye ait her ne varsa kitaplarından, dilinden, toplumsal yaşamından hızlı bir şekilde çıkaran acelesi olan bir neslin mensubu olmak ile övünürler. Postmodern bireyin eylemleri, teorisiyle çelişmek zorunda kalır. Kadim olan, içinde büyük masalları barındırdığından, köklülüğü, değerliliği, fedakarlığı önemsediğinden; postmodernistler eskiye ait her şeye karşı söylemi gereği düşman kesilir. Ve amaçsızlığı, pratikte bir amaca kendiliğinden dönüşür. İstemediği halde “eski”ye ait gösteren- gösterilen ilişkisini inkıtaya uğratır. Onların ilk anlamlarına süikast düzenler ve ölü kelimelerin içine yeni anlamlar doldurarak tekrar diriltir. Onları bir sonraki tahrifata kadar mumyalaştırır. İstemediği halde “ilerlemeci” büyük bir anlatıya kapı aralar.

Modern Dönem ve Roman:
Bir sosyal teori olarak göndermeler yaptığımız postmodernizmin aslında batı dışı toplumlarda bu şiddetiyle karşılıkları bulunmamaktadır. Ancak, batı dışı toplumlara modern dönemde olduğu gibi üst yapı kurumları eliyle taşınmaktadır. Yaşanılan şaşkınlıkların ve değişen toplumun içinde yer alan bireyin sosyo-psikolojik tahlilini en iyi anlatabilecek durumdaki roman da üst yapı kurumlarına benzer sarsıntılar geçirmeye başlamıştır. Modern dönemi en iyi ifade edecek kavram bireyin ortaya çıkışıdır. Bireyin varlığının kutsanmasıyla birlikte toplumu bir arada tutan ortak referanslardan kaçış başlamıştır. Bir bakıma modernizmin malzemesi olan birey aynı yakınlığı postmodernizme de göstermektedir. Postmodernist izleğin takibinin yapılacağı yerler modern dönemin sonlarında değil başlarında ve ortalarında da aranmalıdır.
Modernizm, daha insani ve yaşanılabilir bir dünya tasavvuru ile yola çıktığında, bağlandığı büyük anlatılar vardı. Modernizm bu büyük anlatılara bağlı olarak aydınlara, entelektüellere, sanatçılara öncü statüsü kazandırıyordu. Bu büyük proje öncüler eliyle taşınıyordu. Öncüler, toplumsal değişmenin motoru durumundaydı. Fransız devriminden sonra başlayan öncü statüsü; iki büyük savaşı yaşan batıda cennet vaadi, statü kaybı ile sonuçlandı. Zira atom bombası düştüğü yerlerle birlikte modernliği savunanların elinde de patladı. İki dünya savaşı öncesine kadar edebiyat, modern projeye uygun olarak büyük anlatılardan aldığı esinle kendini kurmuştu. Bu bağlamda roman kahramanları bir yandan halkı aydınlatan, bir yandan da toplumsal değişimin öncüsü rolündeydi. Ülkemiz açısından Tanzimat ve Meşrutiyet arayışlarında aydınların, sanatçıların değiştirici rolünü bariz gözlemlemek mümkündür. Onlar bu gücünü modernliğin onlara sağladığı statüden almaktaydılar. Aydın ve sanatçıların cumhuriyetin ilk yıllarında edebiyatta da değiştirici rolleri sürmüştür. Yaban, Ankara, Çalıkuşu romanları bunların ilk örneklerindendir. Gerçi, bu öncü statüsü onları seçkinci bir konuma ittiği bu nedenle halkla aralarında bir uçurum oluştuğu şeklinde eleştiriler yapıldıysa da bu seçkincilik modernleşmenin bir gereğidir. Zira modernleşmenin mekana ihtiyacı vardı. Mekan da vatan, ulus-devlet yapıları gibi kavramlarda karşılığını buldu. Ulusun inşasında aydınlar ve sanatçılar önemli rol oynadılar.
Batı, ikinci dünya savaşı sonrası büyük anlatılara karşı sarsılmış olan güveni nedeniyle anlam bunalımı yaşamaya başladı. Fizikte ve psikolojide yaşanan paradigmal değişimlerin etkisiyle sanat kendi üzerine kapanarak, kendi nesnesi haline gelmeye başladı. Çünkü, izafiyet teorisi ile gelen ‘çoklu gerçeklik’ anlayışı, psikanalitiğin dikkat çektiği bilinçaltı yeni bir nedensellik kaynağı haline geldi. “Bilinçdışının temsil ettiği içe yöneliş, yeni bir yaratıcılık kaynağına çaresiz bir yönelişi temsil ediyordu; ama aynı zamanda, Baudelaire’in belirttiği gibi, sıradan gündelik gerçeklik dışında başka bir gerçeklik daha olduğunun da fark edildiği anlamına geliyordu” [Kuspit, 2006:111]. Bireyin bilinçaltında yaşadığı ruh haletleri edebiyata yeni bir kaynak teşkil etti. Bundan böyle edebiyat milyonlarca ölüde ve kentlerde kaybettiği anlamı kendi içinde aramaya başladı. Bu süreçte, modernliğin kullandığı kalıp olarak dış ya da maddi mekan vurgusu önemini yitirerek bireyin içsel yaşantıları öne çıkmaya başladı. Bu içsel yaşantının esas alınması, birçok biçimsel arayışları mümkün kıldı. Daha önce ‘dış’arının ya da nesnenin dayattığı form, edebiyatta ‘teşbihi’ ve ‘simgesel’ bir dili zorunlu kılıyordu. Ancak, içsel gerçekliğin öne çıkması ile birlikte formların dayattığı bu dil terk edilerek çoklu gerçeklik ve yaşanan ruh hallerinin çeşitliliğine uygun olarak yeni biçimleri denemeyi mümkün kıldı. Büyük anlatıların ve merkezin ayakta tuttuğu ortak referanslar sistemi sayesinde simgesel bir dil kullanılabiliyordu. Çünkü simge ile simgelenen arasındaki ilişki bilinen bir ilişkiydi. Mesela gülün işaret ettiği anlam herkesin malumuydu. Ya da emek, eşitlik simgelerinin atıf yaptığı büyük anlatı da malumdu. Ancak, andığımız değişmelerle birlikte dil giderek imgeselleşti. İmge ile imgelenen arasındaki ilişki, simge-simgelenenin aksine daha spesifik bir hale geldi. “... imgeler, postmodernizimin ama simgeler modernizmin göstergeleridir. İmgenin içeridiği insancıl ve özne-merkezli anlama karşılık, simge, nesne-merkezli ve daha çok dizge kavramıyla iç içe geçmiş, oradan ulamlaşmaya(kategorileşmeye) kayacak bir olgudur” [Kahraman,2005:90]. Batı da ortaya çıkan dadaist anlayışa denk gelecek bir şekilde bizim şiirimizde de ikinci yeni, öykümüzde A kuşağı ya da 50 kuşağı olarak bilinen temsilcileri arasında edebiyat anlayışı ortaya çıkmıştır. Bilindiği gibi şiirde meşhur temsilcileri; Edip Cansever, Turgut Uyar, Cemal Süreyya; öyküde Bilge Karasu, Ferit Edgü, Leyla Erbil, Demir Özlü; romanda da en tipik örnekler Oğuz Atay ve Yusuf Atılgan’dır.
Bu isimler, her ne kadar büyük anlatılara sadık kalarak içerik ve biçim denemeleri yaptılarsa da bu gelişmeler aslında sonradan çok tartışmalara gebe bir dönemin yani postmodern döneminde habercileriydiler.

Postmodern Dönem ve Roman
Bir hiyerarşi dayattığı ve her hiyerarşinin elitist olduğu gerekçesiyle büyük anlatılara karşı ciddi eleştirilerle işi başlayan postmodernizmin estetik anlayışı; sosyal teori olarak ortaya koyduklarıyla uyum içindedir. Çokluk, çokkültürlülük, melezleşme, marjinal grup gibi ifadelerle kendini ortaya koymuştur. Esas olarak postmodernizm, gelenekle yakın geçmişin eklektik bir karışımıdır. Hem modernizmin devamı, hem de modernizmi aşan postmodernizm etrafında yapılmış en iyi çalışmalar, çoğunlukla çifte kodlu ve alaycı bir özellik taşır; birbiriyle çelişen ve süreksizlik gösteren çok sayıda gelenekten yararlanır; çoğulculuğu sağlayan da en başta bu çeşitliliktir [Harvey, Birikim, 1993: 55-59].
Aslında bununla yapmak istediği, modernizmin ayakta tutmada ısrar ettiği iri yapıları ve merkezleri dağıtmaktı. Çünkü merkez, değerleri belirleme hakkını elinde tutuyordu ve toplumsal yapıyı değerler etrafında dönüştürüp değiştirmeyi hedefliyordu. Postmodernlik ise, dilin nesnel olamayacağını dolayısıyla da hiçbir hiyerarşik yapının değerleri belirleyemeyeceği iddiasındaydı. Modernliğin dikey olarak ayakta tutmak istediği değerler sistemini, yatay eksende yeniden dizerek eşitlemiştir. Böylelikle maddi mekanda dikey olarak ayakta duran değerler, düz bir zeminde eşitlenerek, doğru ile yanlış, iyi ile kötü, güzel ile çirkin arasında hüküm verebilecek değerler sistemini yıkmıştır.
Artık, merkezsiz, hakikatsiz, parçalı bir dünya tasavvuru ortaya çıkmıştır. Newton fiziğinde hakikatin mutlaklığı esastı. Kuantum teorisindeyse nesne; bir “muhtemel durumlar koleksiyonu”ndan oluşmaktaydı. Kuantum teorisi “belirlenemezlik” ilkesi ile desteklendi. Buna göre, ölçülen nesnenin başlangıç şartları şüphe duyulmadan kabul edilemeyecekti. Ölçüm sürecinin de, ölçülen nesneyi etkilediği kabul görmeye başladı. Buraya atıf yapan postmodernistler, olgulara anlamını, araştırmanın yorumlayıcı doğasına eşlik eden “belirlenemezler” in verdiğini söylediler [Murphy, 2000:42]. “Yorum araştırmaya çeşitli yollardan, genellikle henüz sorgulanmamış varsayımlarla girer. Mesela, bilgi, gerçeklik ve metodolojiyle ilgili zımnen kabul edilmiş bulunan inançlar, algılanan ne olursa olsun, algılanan şeyi şekillendirmeye başlar” [Murphy,2000:42]. Bu haliyle gerçeğe ilişkin kesin şeyler söylemek yerine doğruya yaklaşmaya çalışan “yakın tahminler”den bahsedebiliriz. Nesnel ölçütler reddedildiği için bilimsel olgular da kesinliğini yitirerek belirsizliğe sürüklenmeye başladı. Değerlerin hayatımızdaki varlığı, insanoğlunu nesneleri tek başına yalınkat anlamlarıyla kavrayamayacağı neticesine ulaştırdı. Madem ki, “madde ile bilme” arasında değerleri devre dışı bırakamıyoruz; o zaman hakikate ilişkin bilmelerimizde ve kavrayışlarımızda da noksanlık olduğu kabul edilmelidir. Noksanlık varsa hakikat ve hakikati anlama diye bir şey olamaz. Dolayısıyla hakikat dediğimiz şey değer yüklüdür. Görecelik ilkesi gereği [rölativizm] hakikat, bireyden bireye farklık gösterecektir. Bir yerde değerlere bağımlılık varsa yorum da olacaktır. Haliyle, nesnellik ortadan kalkmaktadır. Değerden soyutlanmış bir nesne için Kant’ın çok bilinen ifadesine uyarak söylersek, objektifliğin olabilmesi için ancak objenin kendisi olmak gerekir. Bu da mümkün değildir. İnsanoğlu, belirlenemezliğe olan inancın kuvvetlenmesiyle doğa yerine artık kendini sorgulamaya başladı. Dahası doğaya ait gözlemlerine de kendi yorumunu katmaya başladı.
Postmodern romanı hazırlayan ortamı bu şekilde verdikten sonra romandaki ve Türk romanındaki kırılmalarını konuşmak daha kolay olacaktır.
Postmodern durumun varsayımlarının roman üzerindeki etkilerini birkaç başlık altında özetleyebiliriz:

Öznenin ölümü: Tanrıyı öldüren modern edebiyat, kendini birey ekseninde kurmuştu. Ancak, her şeye bir inşa gözüyle bakan postmodernistler bireyin de öldüğünü öne sürmüşlerdir. Hatta yazarı da gramatikal bir kurgu olarak nitelerler. Onlara göre yazar kendini inşa etmeye devam ettiğinden, eser de açık bir yapıttır. Yani süreçseldir. Özne de kitaplar gibi bir kurguya dönüşmüştür. Dolayısıyla yazar da okunan kitapların taşıyıcısıdır. Tek başına bir şey değildir. “Özne öldüğüne göre, artık yazarda ölmüştür. Yazar, artık yazdığı metnin ardında duran mutlak bir otorite değildir. Yazara tanınan bu geleneksel statü, nasıl ‘insan Çağı’nın bireyciliğinin tarihsel bir ifadesiyse; yazarın ‘Ben’i de, aynı şekilde kanlı canlı bir özne olmaktan ziyade gramatik bir kurgudur. Önümüzde, sadece gösterenlerin içsel oyunuyla organize olmuş, daha doğrusu bu akışkan gösterenlerin oyunuyla sürekli olarak organize edilen ve çözülen dilsel bir doku olarak metin vardır; onun ardında da başka metinler... Kısacası, öznesiz ve insansız bir metinler labirenti içindeyiz ”[Argın, 2003: 49].
Modernist dönemin ilkelerinin silikleşmesiyle birlikte metinde anlam ve dil de kaybolmuştur [Ecevit,2006:62]. Bunun nedeni, postmodernistlerin dile yüklediği anlamla ilgilidir. Onlara göre semboller, dünya özerkmişçesine olguları işaret etmezler, göstermezler veya olguların yerine geçmezler. Konuşma daha büyük bir gerçekliğin vekili değildir, der Derrida; kendi kendisini temsil eden bir şeydir. Derrida ve diğer postmodernistlerin kast ettikleri şey, yalnızca dolaylı şekilde veya konuşma kalıplarındaki değişmelere göre hakikate yaklaşılabileceğidir. Bu nedenle Derrida’ya göre, herhangi merkez ya da mutlak demirleme noktası olmaksızın sadece kontekstler vardır. Onlara göre, gerçeklik, konuşma yerine inşa edilen konuşmanın ürünüdür. Gerçeklik, fiilen, dille temas haline geldiği zaman çoğalır; çünkü konuşma edimleri kesiftir ve daima daha sonra yapılacak yoruma bağlıdır [Murphy,2000: 52-53]. Dolayısıyla metin içinde anlam hep bir sonraki cümleyi gerektirdiği için sürekli askıdadır. Derrida’nın ünlü “metnin dışında hiçbir şey yoktur” ifadesiyle; Wittgenstein’ın “dünyam dilim kadardır” ifadesi örtüşmektedir. Onlara göre, hakikat sadece dilin içindedir; dili aşan hiçbir gerçeklik yoktur. Elbette, her şeyin dil içinde varolabilmesi ve anlam kazanması nedeniyle yazardan, insandan söz edilemez bir hale gelinmiştir. Diğer bir deyişle, metinler labirenti içindeyizdir. Bu nedenle öznenin ölümü, yazarın gramatikal bir kurguya dönüşmesiyle metinlerarasılık bir anlamda zorunlu hale gelmiştir. Yıldız Ecevit, metinlerarasılığı postmodernist romanın ana kurgu tekniği olan üst kurmacanın türevi olarak görür. Ecevit’e göre, kanlı-canlı/yaşayan/somut gerçeklik üzerine kurulan modernist romanın aksine postmodernistler; kitapların/metinlerin dünyasını sever [Ecevit,2006: 56]. Cemal Şakar göre, taklidin ve yapıştırmanın estetik bir ilke halini aldığı postmodernist anlayışta zorunlu olarak dış dünya yerini metinlerarası kurmaca bir dünyaya; kahramanda anlatıcıya bırakmaktadır [Şakar,2006: 91].

Simülasyon: Gerçeklik Yitimi
Gerçeklik yitimi yirminci yüzyıl felsefesinin ana sorunsallarındandır. Bu yüzyılın ikinci yarısında çeşitli kültürel ve bilimsel alanlar postmodernist bakış açısıyla ele alınmıştır. Bu isimlerden biri de Baudrillard’dır. Gerçeklik ile ilgili ileri sürdüğü savlarla ortak noktaların, dogmaların, ideolojilerin dışında bir yaşam görüşüne vurgu yapmıştır. Ona göre, gerçeklik çökmüştür ve bugün sadece imgeden, yanılsamadan ya da simülasyondan ibarettir. Model, temsil ettiği gerçeklikten daha gerçektir. Gerçekliğin yerine geçen model ya da hiper-gerçek “çoktan yeniden üretilmiş şeydir” “Kökeni ya da gerçekliği olmayan bir gerçeğin” modelidir [Rosenau,1998:14] diyerek hipergerçekliğin, özde varolmayanı anlattığını sanal olarak üretilen bir gerçeklikle karşı karşıya olduğumuz uyarısında bulunur. Belli menfaatler neticesinde, suni gündem yaratarak, onu topluma benimsetmesidir. “Üretilen gerçek” bir süre sonra “yaşanan gerçeğe” dönüşerek gerçek yönlendirilir. Ve içinde yaşadığımız çağın en ürkütücü olgularından biri haline gelir [Ecevit,2006:65]. Artık, göstergenin kendisi gerçeklik yerine geçmiştir. Çünkü, gösterge, gösterileni kendi üzerinde toplamıştır. Bu durum zamanla ortak bir atıf kaynağı yaratmıştır. Yani, hakikat ve dışsal dünya ile ilişkili olmayan göstergeler ortak atıf kaynağını oluşturmuştur. Cemal Şakar’a göre, bağımsız birer gerçeklik olarak karşımıza çıkan göstergeler zamanla muhayyilemizde; sözcük dağırcığımızda, kültürümüzde ve gündelik hayatımızda gerek imgesel, gerekse kavramsal karşılıklarını oluşturarak ortak atıf kaynağı haline geliyorlar. Ayrıca değerler, göstergeleşemeden değer kazanamıyor [Şakar,2007:155].
Göstergenin gösterileni kendi üzerinde toplaması ve bu gerçekliğin hiper-gerçeği oluşturması; insan ile gerçeklik arasında bir perde oluşturur. Postmodernistlerin gerek dile yükledikleri anlam, gerek öznenin ölümü ile doğan metinlerarasılık gerekse de hiper-gerçek kuram nedeniyle modernistlerin insana dair acıları, hüzünleri, sevinçleri ve toplumsal kaygılarını romanlarında anlatamazlar. Bu tam anlamıyla gerçekliğin yitimidir. Zaten, imge sağnağı altında yaşadığımız iddialarını hatırlarsak, postmodern romancı her ne yana baksa sadece kendini gösteren imgeleri ve göstergeleri görür. Yani onlar için dünya sanal bir dünyadır.

Değer Kaybı :Postmodernistlerin bir hiyerarşi dayattığı gerekçesiyle değerleri reddettiklerine değinmiştik. Din ve ideolojiler dağıldı. Merkez de dağıtıldı. Artık, merkezdeki izmlerin yerine merkezi olmayan çoğulcu yapılar var. “Ve hakikatlerin çoğulluğu şimdi artık öyle kısa zamanda yok olacak geçici bir sinir bozucu şey olarak görülemediği için ve farklı inançların sadece aynı zamanda doğru kabul edilebilmesi olanağından dolayı değil, aynı zamanda bunların aynı anda doğru olabilmesi olanağından dolayı, bugün filozofların dikkatlerinin merkezinde bulunan hakikatler teorisi, felsefi olmayan bilginin statüsü bağlamında, tartışmasal işlevini yitirmiş görülüyor” [Bauman, 2000:166] Ya da yeni anlamlarla merkez dolduruldu. İdeolojilerin ve ilerlemeci tarih anlayışının çöküşü ve bireyin her türlü tüketime yönelerek düşünsel niteliklerini kitleleştirici vasıtaların denetimine terk etmesi, postmodern dönemin başladığını göstermekteydi. Modernliğin kaldıraçları olarak görebileceğimiz ideolojilerle dünyayı eskinin ve geleneğin elinden kurtarmak ve aydınlanma projesinin temel öğeleri akıl ve bilimle yeniden kurmak amaçlanmıştı. Ancak, modernizm olarak adlandırılan üç yüzyıl yıllık tarihsel dönemin devamı gelmedi. Devamlı biriktirerek ve ilkel [arkaik] dönemlerden mükemmele doğru evrilmemiz bizi mutluluğa götürmedi. Büyük savaşlar, bu ilerlemeci ve mükemmelci tarih tezleri savunulurken çıktı.
Burjuvazi-işçi sınıfının tarihi iddialarından vazgeçmesi ve kendilerine olan güvenlerini kaybetmeleri ideolojilerin sonuna ilişkin ilk emarelerdi. Yaşanan hüsranlar romancıyı postmodern dönemde misyon sahibi yapmadı: İdeolojilere, “dönemin şahidi” olarak tutku ile bağlandığı gibi bağlanmadı. Modern dönemde, romancı bir şeyleri öğretme ve hakikati gösterme işini eserlerinde misyon edinmişti. Roman yazarı ve aydın kesim, insanların ölmeye devam etmesi, kentlerin toptan yokolması ve partilerce kullanılma gibi gerekçeleri nedeniyle iddialarından vazgeçerek politikasız kaldı. Soldan ve sağdan gelenlerin liberal çizgide buluşmasının temelinde böyle bir gerekçe vardır. En azından, vicdan azabını ve sorumluluklarını azaltan işlerle iç içe olmayı yeğlediler.
Modern romancıda, “giriş- gelişme- sonuç” içinde bir düzen fikri vardı. Roman, değer ve hakikat yitimi sonrası, misyon ve anlatının yadsınması ile birlikte onların yerine montajı, parodiyi, pastişi ve taklidi getirdi. “Dış dünyayı aynen yansıtmak istemeyen postmodern yazar, eski metinlerin dünyasından yola çıkarak kendisine oyunsu bir yeni yaşam alanı yaratmak için ‘parodi’ ve ‘pastiş’ tekniğine başvurdu” [Sağlık, 2008:91]. Bu haliyle de kendi kendisinin parodisini yapar hale geldi. İyi ve kötüyü yan yana kullanarak ters roller oynattı. Masalsı karakterleri ve din adamlarını, peygamberleri simgeleştirerek anakronik bir biçimde günümüze getirdi. Okuyucuyu eğitmek, bir şeyler kazandırmak, ders vermek yerine okuyucuyu ve kendisini eğlendirmeyi seçti. Romanlarında, illüzyonlar ile yazıyı amuda kaldırarak ve zeka oyunlarını harf olarak metinlerine dokudu. Kısacası gerçekliği kavrama ve yansıtma yerine belirsizliği ve kararsızlığı esas aldı. Eserin üretilmesinde taklit ve yapıştırma ön plana geçti. Rollerde bütünleşmiş kişiliği, tutarlılığı bir tarafa atılmakta, değerlerden arındırılmış kişilik belirleyici olmaktadır. Sayfalar dolusu tasvir yapılan ve akıcılığı, canlılığını kaybetmeyen ancak bir şey de anlatmayan mesaj içermeyen romanlar ortaya çıkmaya başladı. Modern romanın sevdiklerini sevmeyen, ilkelerine başkaldıran bir roman anlayışı geldi; yerleşti.
Postmodernistlerin doğrusu ve yanlışı yoktur. Onlara göre modernist edebiyat ve estetiği elitisttir. Elitist olma hiyerarşi ve buyruklara uymak ve bağlanmaktı. Özgürleşmek için bunun tersine, diklemesine değer anlayışı dağıtarak yatayda değerleri yan yana getirmeye yöneldiler. Oysa dikeydeki hiyerarşik değer sistemi, doğru ve yanlışın ne olduğunu anlatırken, yatayda iyi ve kötü yan yana gelmekteydi. Tanrı-şeytan, iyi-kötü, doğru-yanlış gibi. Doğru ve yanlış ayrımı olmayan postmodernistler, güncel olayların şahitliğini, tanıklığını yapmak istemezler. Çünkü değer belirtmek istemezler. Büyük anlatılardan sosyalizm; eşitlik, emek diyerek aynı ortak sisteme atıf yapmaktaydı. Mesela, Orhan Kemal, Adalet Ağaoğlu vs. Marksizmin tanımladığı bir sistem içinden hayata baktılar. İhsan Oktay ise Müslüman ve Marksistler gibi değildi. Anlamı eserin içinde aramayı yeğledi. Oysa Ağaoğlu, yetmişli yıllar boyunca eşitlik ve özgürlük isterken; Orhan Pamuk ve İhsan Oktay’ın böyle bir talebi olmadı. Bizi götürdükleri yer tekil bir yer ya da gerçeklik değildi. Ama Orhan Kemal ve Adalet Ağaoğlu tek kaynağa atıf yaptı. Gerçek ya da gerçeklik anlayışları artık bireyselleşti. Bu gerekçelerle tarihin güvenli sorumsuz uzamına; poliseyinin merak yoğun atmosferine; ve fantastiğin hayal dünyasına çekildiler. Çünkü gündelik hayat çatışma ve savaşmalarla devam etmekteydi. Postmodernistler değer kaybı nedeniyle gündelik hayatta süren terör, savaş vs bir cevap üretmediler ve böyle bir dertleri de olmadı.
Tarihi inkar etseler de tarihe ait malzemeden vazgeçemezler. Hıristiyan ilahiyatçısı Hans Georg Gademer’in belirtiği “güzelliğin ölçüleri geçmiş tarih içinde var” [Şaylan: 2001:104] sözünü ihmal etmeden tarih ve geleneğin argümanlarını kendi pastiş ve montajlarında birer dekor olarak kullanmaktan geri durmazlar. Postmodernist roman hangi çiçekte hangi nektarın olduğunu iyi bilir. Bu sebepledir ki, tarihi de Baudrillard’ın deyişiyle ‘retro senaryo’ olarak yenide inşa ederler. “Seçici ideolojik düşünce yerini dur durak bilmeyen bir nostalji, yani savaş, faşizm, devrimci mücadele ya da ‘belle époque’un şaşaalı günlerini ‘biriktirme’ / yeniden üretme eylemine bırakmıştır. Tüm farklılıklar ortadan kaldırıldığından artık hiçbir ayrım yapılmaksızın her şey aynı yapmacık sıkıcı coşku gösterisiyle ayın retro çekicilik içinde birbirine karıştırılmaktadır.” [Baudrillard,2005:71].
Bunu yaparken hatalar da yaparlar. Örneğin hadis kitabı yerine tefsir kitabı, der. Zararı yok! Çünkü, her metin anlamını kendi içinde kazandığından hesap vermek durumunda olacağı otoritelerde olmamalıdır. İhsan Oktay Anar “Amat” adlı romanında Müslüman Leventlere minare bombalatmada bir sakınca görmemiştir [Anar, 2005: 68-70]. Çünkü postmodern yazarda, okuyucuyu eğlendirmek dışında bir art niyet aranmamalıdır. Örneğin İhsan Oktay Anar son romanı Suskunlar’da “Bu sûretle, El-Taberî’nin Câmi ûl-Beyân an Tevili’l Kur’ân başlıklı kitabını, Er-Razi’den Mefâtihü’l Gayb’ı, Zemahşeri’den el -Keşşâf’ı, Kutübü’l Sitte’yi yani Müslim, Buhâri, Ebû Dâvut, Tırmızî, Nesahi, ve İbni Mace’ye âit altı tefsir kitabını okuyup hatmetti”[Anar,2007:251] diyerek Kutübü’l Sitte’yi hadis kitabı olarak değil de, tefsir kitapları arasında rahatlıkla zikreder. Bunu iki türlü anlayabiliriz. Dikkatsizlik, bilgi eksikliği ya da muhkem bir bilgiyi kurgusal gerçekliğin içinde değiştirmek. Görüldüğü gibi bu durum bile postmodern romana yöneltilebilecek bütün eleştirileri geçersizleştirmektedir.
Gerçekliğin önüne göstergeleri koymuş, değerleri reddetmiş, merkezsizleşmiş metinlerarası ‘git-gel’ler ile kendi gerçekliğini kurmuş, postmodern roman; oyun, eğlence, parodi, anlatmanın hazzı peşinde popüler kültüre eklemlenerek yaygınlaşmaktadır. Postmodern roman küreselleşmenin bütün çoğulcu vurgularına rağmen tektipleştirdiği ve tüketim kalıplarına hapsettiği kültürel ortamla uyum içindedir. Bundan dolayı dünyadaki diğer popüler yazarların başka dillere çevrilmesine uygun olarak bizim postmodernist romancılarımızın eserleri birçok dile çevrilerek yaygınlaştırılmaktadır. Bunun en güzel örneği bir Türk romancının aldığı Nobel ödülüdür. Tanzimat ile birlikte tanıştığımız modern romanla birlikte, ‘batıcı’, ‘batılılaşma’ arayışındaki romancılarımız yerini artık ‘batılı’ gibi düşünen, dünyayı ‘batılı’ gibi algılayan romancılara bırakmıştır. Romanımızda, yanlış batılılaşma serüveni; batılılaşarak tamamlamıştır.

Sonsöz
Sosyolog olarak postmodern roman ve postmodern teoriyi iç içe göstermek istedim. Bir bakıma sosyal teorinin farklı alanlara uyarlanması neticesi bugün burada postmodern romanı konuşuyoruz. Sosyal teorisinden ödünç alınan kavramlarla ortaya çıkan bir alandır, bu. Bu haliyle de bizim için bir seçim değil zorunluluk halini almıştır. Modern dönem, kendi gerçeklik algısını romana yansıtmıştı. Nasıl, kendi gerçeklik anlayışını dayattıysa modernlik sonrası dönemde de postmodernistler; dünyada yaşanan ‘belirsizlik’ ve ‘kuşku çağı’nda kendi estetik anlayışlarını ya da estetikten anladıklarını romanda, mimaride, siyasette ve diğer alanlarda dolaşıma sokma telaşındalar. Sıra postmodern romanda! Onu da belirsizlikler tanımlıyor. Kapitalist tüketim toplumunun ulaştığı gelişme düzeyinde yaşam nasıl anlaşılıyor ve hayata nasıl aksettiriliyorsa paralelinde; postmodern romanda kendini benzer bir minval üzere yapılandırmaya çalışıyor.
Burada postmodern anlayışın ögeleri tartışılırken kanaatimce üzerinde ayrıca durulması gereken “ilk” ler vardır ve altı da kuvvetle çizilmesi gereklidir.
Donkişot’tan günümüze edebiyat serüveni içinde metinlerarasılık, metin ekleme, kurmaca karakterler, üstkurmaca, patiş, parodi, teknikleri romanda kullanıla geldi. Bunları sunumumda ayrı ayrı bir daha ele almadım. Ancak romanda, ayırıcı olarak gördüğüm postmodern dönemin karakteristiğini ele veren üç özelliğini öne çıkardım. Bunlar; öznenin ölümü, hakikatin yitimi ve değer kaybıydı. Hakikatin yitimi ve simülatif bir dünya algısıyla birlikte değerlerden arındırarak, nesneler dünyasına yönelme yeni bir şeydir. Yine, değerlerin kaybedilmesiyle değersizleşen insanın ilkesiz kalması yeni bir şeydir.
Sosyolojik olarak postmodernizm ile ilgili önemsediğimiz ve romana konu olarak yansımış olan bir olgu da ‘köksüzlük’tür. Her alanda toplumlar ve onun içinden çıkan birey, köksüzlüğe itilmeye çalışılmaktadır; ütopya ve ideolojilerin hayatımızda olmaması, yer yüzene hakim olan ‘ideolojisiz ideoloji’nin rahat bırakılması anlamına geldiğini düşünüyorum. Yani, postmodernistlerin ‘gerçeği bilemeyiz’ tavrı, bugün şahit olduğumuz her olaya da müdahale etmememiz gerektiğine ilişkin bir alt okumayı çağrıya dönüştürme yolundadır. Onlara göre, modernlik sonrası çağda, insanlık; aradığı huzuru içinde yaşanılan yeni dönemde bulabilir. Ancak, düşünce ve eylemlerini yeni paradigmaya uyumlu hale getirmesi gerekir. İnsanlık, bugüne sıçramalar, zikzaklar, iniş-çıkışlarla gelmiştir. Yine onlarca, insanlığın tarih seyri içinde, sicilini daha fazla bozmasına gerek olmadığı tezi işlenmektedir. Yeni dönemde, insanın hallerini en iyi anlatan, mesajı karşı tarafa geçirme kabiliyeti yüksek; sanat ve roman gibi alanlar üzerinden yeni bir dil oluşturma arayışı vardır. Hedef, arkadan gelebilecek olası, tehdit edici potansiyel barındıran unsurların önünü keserek tarihi, bu seyrinde dondurmak ve son noktayı koymaktır. Ortak semboller dünyası da bu yüzden tahrif etmektedir. Modelsiz bir dünyada gerçeğe kendisi şekil vermek istemektedir.
Bunun kendisi de bir ütopyadır. Ve değer içerir. Değer varsa, onların pozisyonlarına ad ve numara koyan hiyerarşiler eksenide olacaktır. Başka tür bir avangard ön kol bu anlayışın taşeronluğunu üstlenmektedir.
Türkiye toplumunun avantajı, bu tartışmaların etkisine yeni yeni giriyor olmasıdır. Batı’daki postmodernizm tartışmalarından istifade etmeye devam etmelidir. Batı’dan yükselmiş olan modernizm ve postmodernizm birbirinin alternatifi ya da kurtarıcısı olamaz. Çıktıkları zemin itibariyle buhranları vardır. Böyle bir vasatta da sağlıklı tasarım ve model arayışlarını batıdan ithal etme teşebbüslerimiz beyhûdedir.
Şu anda siyasal ve toplumsal sistemimizde, üst yapı kurumlarında görülen bu etki, zamanla daha alt katmanlara da inecektir. Batı’da yer alan toplumların hazırlıksız olarak yakalandığı bu tür akımlara biz hazırlık yapabiliriz. Bu yöndeki çabalarda romancılarımızın alacağı tavır ve yapacağı hazırlık toplum hafızamızı birinci elden etkileyecektir.

(27-28 Mart 2008 tarihleri arasında Erciyes Üniversitesi, Türk Dili Bölümü, “1980 Sonrası Türk Romanı Sempozyumu”nda sunulmuştur.)

Kaynakça
Anar, Oktay, İ., “Amat” İletişim Yayınları, İstanbul, 2005
Anar, Oktay, İ., “Suskunlar”, İletişim yayınları, İstanbul, 2007
Argın, Şükrü, “Nostalji ile Ütopya Arasında”, Birikim Yayınları, İstanbul 2003
Baudrillard, Jean, “Simülarklar ve Simülasyon”, Çev: Oğuz Adanır, Doğu Batı yayınları, Ankara, 2005
Bauman, Zygmunt, “Postmodernlik ve Hoşnutsuzlukları”, Çev: İsmail Türkmen, Ayrıntı Yay. İstanbul, 2000
Ecevit, Yıldız, “Türk Romanında Postmodernist Açılımlar”, İletişim Yayınları, İstanbul, 4.Baskı,2006
Harvey, David, “Postmodernmize Bir Bakış”, Birikim Dergisi, mayıs 1993, sayı 49, s. 55-59.
Kahraman, H., Bülent, “Sanatsal Gerçeklikler, Olgular ve Öteleri”, Agora kitaplığı, , İstanbul, 3.Baskı 2005.
Kuspit, Donald, “Sanatın Sonu”, Çev: Yasemin Tezgiden, Metis yayınları, İstanbul, 2006
Murphy, John, W., “Postmodern Sosyal Analiz ve Eleştiri” Çev; Hüsamettin Arslan, Paradigma Yayınları, 2.Baskı, İstanbul 2000.
Rosenau, Marie, “Post-Modernizm ve Toplum Bilimleri”, Çev: Tuncay Birkan, Ark Yayınları, 1998, 1.Basım, Ankara.
Sağlık, Şaban “Türk Öykücülüğünde Postmodern Durum”, Hece Öykü, Aralık-Ocak 2007, Sayı:24, ss: 86-110.
Şakar, Cemal, “Öykünün Kendine Yabancılaşması”, Hece Öykü, Şubat-Mart 2006, Sayı: 13, ss: 91
Şakar, Cemal, “Soruşturma”, Hece Öykü, Aralık-Ocak 2007, Sayı:24, ss: 155-156
Şaylan, Gencay, “Postmodernizm” İmge Yayınları, 3.Baskı, Ankara, 2006