Menu
doğu ve batının arasında cemil meriç
Deneme/İnceleme/Eleştiri • doğu ve batının arasında cemil meriç

doğu ve batının arasında cemil meriç





İnsanlık tarihi içinde kavram çiftleri birbirinin yerine kullanılarak toplumlar arası benzerlikler ya da biri diğerinin karşıtı olarak konumlandırılan zıt kavramlardan hareketle toplumların zihniyetini anlamaya çalışmak tarihçilerin, düşünürlerin  tercih ettikleri ve uğrak haline getirdiği yollardan biri olarak karşımıza çıkmaktadır. Doğu- Batı kavramsallaştırması da farklı toplumsal yapılar arası benzemezleri ortaya koyan kavram çiftlerinden biridir. İlk kullanımı ve tedavüle sokuluşu tarihçi Homeros’la birlikte başladığı ve tarih şeridi içinde günümüze yakın zaman dilimlerine yaklaştıkça medeniyetler arası zihinsel ve toplumsal süreçleri açıklamayı da içine alan bir hüviyete kavuştuğunu müşahede ediyoruz. Özellikle günümüzde Batı ve Doğu kavram zıtlarının çağrıştırdığı iki farklı medeniyetle birlikte meydana gelen; algılamada, düşünmede, değerlendirmede, karar vermede rol oynayan yetilerimizin bütünü olarak anlaşılmaktadır. Ve yine bu süreçlerin medeniyet içi yansımalarında ifadesini bulan duyular, bellek, arzular, çeşitli akıl yürütme biçimleri, güdüler, tercihler, kişilik özellikleri ve bilinç dışı gibi oluşumlarda görülür; düşünme, bilgi, niyet (amaç) gibi oluşumlarla birlikte ele alınır. [Ana Britanica, zihin maddesi].

Batı-Doğu kavramları, iki şey; kültür, toplum, medeniyet arasında zihniyet farkını vurgularken farklı zihniyete mensup kişilerin eşyaya, tabiata ve insana bakışını izah etmesine hizmet eder. Burada farkı yaratan zihniyet tek tek bir araya ve yan yana gelen niteliklerle oluşmaz. En azından toplumda işaret edilen niteliklerin toplamlarından oluşmamaktadır. Bu niteliklerin bir kalıp içinde birbirleriyle ilişkiye sokulmasıyla elde edilen, yüzyılları aşan ve süreklilik kazandırılarak alışkı haline gelen kendi içinde tutarlı yapıların zihniyet ve kavram çözümlemesi ele alınarak diğer medeniyet adalarıyla kıyaslanabilir.

Bu genel sosyolojik çerçeveden insanlığa ait bilgiyi algılama ve kendine mâl etme ile ilgili farklı insan topluluklarını yalnız sunî olarak değil, tabii yolları takip ederek toplumların bilgi arkeolojilerinin yapılabileceğini de çıkarsamak kolaylaşmaktadır. Tabii yollardan kast ettiğim; insan ve tabiatına dair dinde, sanatta, felsefede toplumların içinde zaman içinde oluşan sosyal ve kültürel bakiyelerden hareketle objektifliğin en yakınından geçecek “durum tespitleri”dir. Toplumların kültür çantasında olan araç gereçlerin tespitiyle ve sayımıyla sınırlıdır. Antropologların “kültür-aşırı” yaklaşım dediği dışardan bir bakışı ve gözlemlemeyi ifade eder. Aynı kural, toplum içi bir eleştiriyi toplumuna yapabilecek dürüstlükte ve entelektüel kalibresi yüksek, değerlerini elverdiğince “askıya alabilen” aydın ve bilim insanlarınca da uygulanabilir.

Bir de sunî  olarak adlandırabileceğimiz o medeniyete içerden ve dışardan bakarken toplumsal şart ve konjonktürün oluşturduğu o döneme eşlik eden sosyo-psikolojik, ekonomik ve siyasi şartlarla birlikte gelişen; bakışların etkisinde oluşan ikinci bir düzey daha vardır. Örneğin güçlü olduğu için dünya üzerinde haklı olduğunu söyleyen Batı medeniyet dairesi içinde yeralan toplumlar vardır. Diğer daireyse, mağdur oldukları iddiasını taşıyan Doğu medeniyetinde yer alan toplumlardan meydana gelmektedir. Mağdurların son birkaç yüzyılda sürekli Batı’nın fiziki saldırı ve kültürel baskısıyla Doğu toplumlarında oluşan infiallerin yine Doğu aydınının zihin dünyasında meydana getirdiği yansımalardan oluşan hatırı sayılır bir literatür oluşmuştur. Bu değerlendirmelerin suni ve duygusal yoğunluklu oluşları; daha çok mübalâğlı anlatım ve düşüncelerle şekillenmesinden kaynaklanmaktadır. Yoksa ileri sürülen her şeyin gerçek dışı olduğu biçiminde anlaşılmamalıdır. Cemil Meriç’e atıfta bulunursak, Doğu ve Batı medeniyeti içinde yaşayan insanları beyindeki iki yarım küreye benzetebiliriz. Ama bir farkla; hayal gücü yüksek, şüpheyi zihninden eksik etmeyen ve hatta vehim makinesi haline gelmiş bir insan beyinin iki yarım küresi olarak… İşte o zaman sunî bir üretim sonu ortaya çıkan literatüre iyi bir emsal bulmuş oluruz. Böyle bir beynin bazı gerçekleri tespitte isabet kaydederken bazılarını da çok yanlış değerlendirebileceğini göz önünden kaçırmamak durumundayız. Yirminci yüzyıl aydını, birçok tespitiyle tartışılmayan soru ve sorunları toplumunun gündemine getirirken diğer yönüyle de vehim makinesini andırır. Aşırılıkları ve isabet kaydettiği konular birbirinin içine geçerek girift bir hal almıştır.

Bu hatırlatmalardan sonra Cemil Meriç’in Doğu ve Batı’dan ne kastetmek istediğinin daha iyi anlaşılacağı kanaatindeyim. Meriç’in yaşadığı dönemde Doğu ve Batı’nın durumu hakkında kısa bir bilgi vermek suretiyle üstadın fikirlerinin yaslandığı temelleri yakından tahlil etme şansına kavuşacağız.

20 yüzyıla girerken Doğu ve Batı medeniyeti:

15 yüzyıl sonrası şekillenen dünyada Batı kendi geleneksel bağlarından ayrılarak din temeline oturmayan yeni bir zihniyetin izini sürmeye başladı. Kıta bu yolda bilimsel, teknolojik, siyasal, sosyal devrim ve mücadeleleri 19 yy’da belli bir zeminde uzlaştırmaya muvaffak oldu. Batı, bir taraftan geleneksel çehresini değiştirirken diğer taraftan da Batı-dışı toplumların iç işleyişlerine müdahale ederek ve dünya siyaseti ve ekonomisi üzerinde söz sahibi olmaya başlamıştır. Giderek kıta Avrupa’sıyla sınırlı kalmayan ve kendi zihniyetini Afrika’ya Atlantik ötesine ve Asya’ya yaymaya başlayan Batı medeniyeti… Buna karşılık Batı medeniyeti kavramlaştırmasına karşı direnç göstermek ve tek taraflı sömürü düzenine karşı Asya halklarının öfkesini, korkusuzluğunu, kahramanlığını işaret edecek  bir kavram olarak Doğu kendiliğinden belirmiştir.

Kısacası  Batı; Batı’dır. Ancak Doğu; Doğu değildir. Doğu, Batı karşısında icat edilmiş bir kavramdır. İçinde işgal altındaki ülkelerin umutları, heyecanları, ikbal ve istikballerini ayakta tutmak şarkiyatçılara gözdağı vermek için suni bir kavramlaştırmadır. Doğu’yu simgeleyen Asya dünyasının dağılma ve iç karışıklık, kimlik buhranları devam ediyorken Batı giderek zihniyetini pekiştirmektedir. Onbeşinci yüzyıldan itibaren sonraki yüzyılların Batı medeniyetini ele veren arkaplan bilgisi gelişmekteydi. Önce fikir hareketleri olarak görülen ve Machiavelli, Locke ve daha sonra Rousseau gibi isimlerin düşünceleri ideoloji ve devlet resmi görüşü olarak batı ülkelerinde karşılık bulacaktır. Batı düşüncesi ve uygarlığının evrildiği, sonra yeni bir bedende katılaştığı medeniyetleri; ondokuzuncu yüzyılda somut bir orduya, iktisata ve siyasete doğru evrim geçirerek sıkı sıkıya bağlanacağı maddi bir uygarlığı ortaya koydular. Kendi toprağı ve insanı, tabiatla barışık olarak bildiğimiz Asya halkları ve toplumlarıysa devletleri eliyle modernleşerek bünyesinde yeni değişimlere ve tartışmalara kapı aralamaya başladı. Doğu bu anlamda tam bir buhranın içine doğru sürükleniyordu. Osmanlı ve Japonya örnekleri bu anlamda manidardır. Önce Osmanlı devlet yapısıyla başlayan batı aşısı daha sonra toplumsal yapıyı da sirayet ederek Osmanlı kimliğini reddeden yeni bir yapılanmaya yerini bırakmıştır. Japonya’da hızla modernleşerek Batı’daki endüstri toplumların karakteristik özelliklerine bürünmüştür. Hindistan ve İran, Çin gibi Asya coğrafyalarıysa aralarındaki modernleşmedeki boşluk ve gecikmelere rağmen Batı aşısını bünyesinde taşıyan, birbirini izleyen yapılar olarak karşımıza çıkmaktadırlar. Hangi Doğu? Ya da Büyük Doğu düşüncesi diye bir şey temenninin ötesine geçmekte midir? Yakın Doğu’da birbirinden etkilenmeyen ve birbirini değiştirmeyen Müslüman merkezler vardır. İstanbul, Kahire, Bağdat, Şam, Buhara, Semerkant gibi merkezlerin artan iletişim olanaklarına rağmen birbirinden habersiz hale geldiği dönemler yaşanmaya başlamıştır. Yirminci yüzyıla girerken kafamız karışıktır. Bu karışıklığı yaratan da Hıristiyan dünyasının İslam dünyası üzerinde kurduğu egemenliktir. Bu Hıristiyan egemenliği altında Müslümanlar ilerleyememektedirler. İlerlemenin biricik çaresinin kendileri gibi olmakta yattığı inancını Batı, Doğu’nun kafasına yerleştirmiştir. Bunun sonucu olarak, İran’da, Hindistan’da, Mısır’da ve Türkiye’de görülen Batı görüş ve inançlarına dayalı yeni ilkeler konması özlemi dönem itibariyle artmıştır.

Makalenin üzerine inşa edildiği Doğu-Batı meselesi Cemil Meriç’e göre farklıdır. Her fırsatta Asya’yı kucaklamaya çalışmıştır. Altmışlardan yetmişlerin ortasına kadar mabed Hint irfanını temsil etmektedir. Mabed bekçisiyse “Doğu” dünyasıdır. Yetmişlerin ortalarından sonraysa Mabede yalnızca mistizm’in değil onun yanı sıra dinin de, yani İslam’ın da misafir edildiğini göreceğiz. Bu sayede Doğu fikri “olgun” Cemil Meriç’in zihin dünyasında büyük bir Doğu koalisyona dönüşmüştür.

Cemil Meriç’in Doğu’ya ve Batı’ya bakışı

Meriç, yirminci yüzyılı sancılı yaşayan Doğu’daki kadim medeniyetlerden meded ummak ister. Doğuyu işaret eden her bir Asya coğrafyasının ki; en çok vurguladığı yakın doğu Müslüman Asya ülkeleri, İran, Hindistan sürekli andığı yerlerdir. Bu ülkelerin ve bölgelerin her birinde sakin, soğuk kanlı ve tertemiz insanın mahir yanlarını ve hünerlerini delil getirerek bizi Doğu’nun Batı’ya üstün taraflarını göstererek ikna etmeye çalışır. Aslında saldırgan, zor kullanan ve insanı sevmediği içinde sürekli kargaşa çıkararak barış ortamının oluşmasına izin vermeyen Batı; dünyanın adalet ve sevgi terazisini her daim bozmaktadır. Meriç’e göre, Doğu’nun hazineleri dünyanın istifadesine açılmalıdır. Dünyanın geri kalan toplum ve kültürünün, medeniyetlerinin Doğu’dan çok şey öğreneceğine inanmaktadır. Batı’lı şarkiyatçılara [oryantalist] karşı Garbçılığa ait [oksidentalist] çözümlemelerinin önünü açmak istemektedir. “Doğu ile Batı iki ayrı dünya, meseleleri başka başka. Biri zenginleştikçe öteki fakirleşmeye mahkum. Batı, bütün zaferlerini yamyamlığına borçlu. Eski Yunan, demokrasi adını verdiği bir avuç insanın hürriyet ve hakimiyetini, kölelik sayesinde gerçekleştirdi. Çağdaş Avrupa, sömürgecilik sayesinde bugünlere ulaştı. Ama bunlar maziye ait tahliller. Bugün tek bir dünya var. Küffarın hükümran olduğu bir dünya. Bir kelimeyle hepimiz Avrupalıyız. Onun dilini konuşmağa, onun silahlarını kullanmağa mecburuz. Avrupa, edebiyatı önce bir sınıf silahı, sonra bir istila vasıtası yaptı (…) Biz de edebiyatı bir milli müdafaa silahı olarak kullanmağa mecburuz. Edebiyat derken Avrupa’nın uydurduğu bütün izm’leri kastediyorum. Topkeyün bir kavga bu. Ama yaşamanın dayanmanın, direnmenin ilk şartı şuur.” Meriç, Batı’yı çoğunluğu Fransızlardan müteşekkil Avrupa’lı düşünürler üzerinden takip eder. Tıpkı Doğulu bilgiye nüfuz etmeye çalışan Bir Batılı gibi hareket etmektedir. O da bir Batı’lı oryantalistin yaptığı gibi Doğu rasathanesinden  Batı’yı seyre başlar; Batı’nın noksanlıklarını ve handikaplarını bir bir açığa vurmaktadır. Cemil Meriç’te tabir-i caizse Avrupa’nın ensesindedir; Avrupa’nın nabzını tutmaya çalışmaktadır. Kendi halkını bilgilendirme ve yüreklendirmeye çalışmakta ve adeta “düştüğü yerden kalkma”nın yollarını halkına göstermek istemektedir. Fransa kültür yaşamından örnekler vererek Avrupa’nın vahim durumunu bizlere göstermeye çalışmaktadır. “okuma oranlarının Fransız halkında genel olarak düşük olduğundan tutunda; yine Fransa’da en son açılan müzik ve konser salonunun tarihinin I.Dünya Savaşı yıllarına dayandığına kadar ilginç istatistikler verir. Fransız yazarlarından hareketle Batıyla hesaplaşmanın emareleri hakkında ipuçları vermektedir. Batı’nın Doğu’yu aynı haklara sahip, aynı ağırlıkta muhatap olarak görene kadar kavganın sürmesinin gerekliliğinden dem vurmaktadır; bu kavga haysiyet ve namus kavgasıdır. Muzaffer olmanın biricik yoluysa fedakarlıktan geçmektedir.

Meriç, modernleşme yüzyıllarının getirdiği yenilmişlik ve çaresizlik duygularıyla şerbetlenmiş Asya halklarına birçok Asyalı aydının yaptığı gibi Doğu kavramını önermektedir. Doğu kavramlaştırmasını yaparken muradı, moral ve tutunmak için ihtiyaç duyulan fikri ortamın ateşini yükseltecek bir zihinsel süreç olarak görmektedir. İçinde bulunduğu acılı ve buhranlı coğrafyaya biraz olsun nefes aldırmak ve arkasından da şaha kaldırmanın usullerini bulmak ister. Doğulu kimliğimizden başlayarak birbirine yakın duyuş, düşünüş ve zihniyetteki aynı medeniyetin halkalarını tekrar birbirine ısındırmak, kaynaştırmak istemektedir. Mekan ve toplumsal doku birliği oldukça zayıflayan Asya halklarını bir Doğululuk ortak paydası altında üstadının zihninde bitiştirilmektedir. Modernleşmeyle birlikte giderek kendi ortak yanları azalan Asya milletlerini tekrar bir araya getirecek ortak müşterekler üzerinden yeni dünyanın imkanlarına karşı bir alternatif oluşturmak istemektedir. Çatışan milletlerle, sınıflar, gelişen teknik: uçuruma açılan iki ray. Dünyamız ona göre, birleşmeğe bu kadar yakın, birlikten bu kadar uzak olmamıştı.

Her hamlesinde muzaffer olan Batı, gittiği coğrafyaları bencilce ve Avrupa merkezli bir zaviyeden hareketle mekanik bir işlemi tedavülde tutmaktadır. Mekanik hayatın Avrupa’yı insansızlaştırdığını, sevgiden yoksun bıraktığını belirtir. İnsanı sevemeyen bir uygarlığın çıkardığı toplum ve devlet düzenin pençeleri bir başka ülkenin karnına geçmiştir. Cemil Meriç, bu “mekanizm” içinde sistemleştirilen uygarlığın övülecek bir tarafını bulamadığını söylemektedir. Böyle bir vasatta hayvaniliğe bile razı olduğunu belirtir. Artık, insan cemiyetlerinin hayvani tabiatlarını bile kaybettiğinden şikayet eder. Yeter ki, canlı yaşamı ve hayat belirtisi medeniyet içinde hükümran olsun. Çünkü canlı hayatı sürdüğü müddetçe ümitte olacaktır. Ya mekaniklik! Böyle bir his dünyası bile taşımamaktadır. Hangi amaca hizmet için kurgulanmışsa mekaniklikte o yönde hizmet verecektir. O nedenle de Japonya gibi modernleşmiş Asya ülkelerinin vardığı zirveleri alkışlamamaktadır. Çünkü bu yapılara yelken açan Doğulular insanlıktan çıkartan bir zihniyete “bile isteye” hızla koşmaktadırlar. Bir mülakatta; Türkiye niçin Ortadoğu’nun Japonya’sı olamadı?” sorusuna verdiği cevap ilginçtir: “Ben Japonya’nın maddi fetihlerini, refahını, bir kelimeyle şevket ve ikbalini gıptaya şayan bulmuyorum. Üç kıtaya hakim olmuş bir medeniyetin, dünyaya adalet ve kardeşlik dağıtmış bir ülkenin hiçbir zıpçıktı ‘uygarlığı’ taklide ihtiyacı yoktur. Türkiye’nin kendisi kalması; insanlığın bütün keşiflerinden, bütün fetihlerinden faydalanarak ihtişamlı mazisine layık bir istikbal inşa etmesi başlıca muradım…” diyerek, her bir ülkenin kendi gelişim çizgisi ve kaderini o ülke insanlarının elinde yükselmesi gerektiğine olan inancını belirtmektedir. “Batı ‘nın faydalı taraflarını taklitte başarısızlığa uğramamızın sebebi sizce nelerdir?” sorusunaysa “Batı’nın faydalı tarafı diye bir şey yok… İnsanlık bir bütündür. Tekamül meşalesi elden ele dolaşır. Batı ile Doğu, insan beynin iki yarımküresidir. ‘Hikmet İslam’ın kaybedilmiş malıdır, nerede bulursa almalı’ emr-i celilini unutmamalıyız. Şöyle diyelim: Köklü bir medeniyetin iktibasları şuurlu olmak, aklın ve tecrübenin süzgecinden geçmek ve içtimai bünyeye uymak şartıyla faydalıdır. Biz Batı’nın, bize teklif ettiği müesseseleri değil, kendi ihtiyacımız olan unsurları iktibas etmeliydik. Tekrar ediyorum: Batı’yı Batı yapan fikri temeller insanlığın ve İslam’ın ortak hazinesinden alınmıştır… Bizim için söz konusu olan bir istirdattır, yani kaybettiğimiz hazinelere sahip çıkmaktan ibarettir ” ilahi kılavuzun kıstaslarına ters düşmeyen her düşünceyi benimseyecek ve gözlerimizi her yandan gelen ışıklara açık tutmamızı istemektedir. Adeta kendi yitik malını müzayede de satın almaya çalışan insanlar gibi Batılı maddi bilgiyi insanlığın birikimi olarak görmektedir.  Diğer taraftan da Batı’yı başka yönlerden eleştirmektedir. Batı’da insani hiçbir şeyin yaşamadığını, nefes almadığını söylerken hayvani olana bile razıdır. Yeter ki, mekanikten uzakta; canlı hayatını biraz olsun hatırlatacak  içinde insan merhametini hatırlatacak izler taşısın ister. Bize Batı tarafından ne yapıyorlarsa ve reva görülüyorsa misilleme olarak benzer şeylerin Doğu medeniyet(ler)i tarafından kurgulanmasını arzu eder.

İnsan ruhu maddenin karanlık zindanına mahpus. Onu zincirlerinden Batı’nın ilmi kurtaracak. Sefaleti ve hastalıkları yok edecek olan, Avrupa’nın ilmi zekası. Doğu, sonsuz’u kucaklayan düşüncesini armağan edecek insanlığa. Hind’in misyonu, insan ruhu ile  kainatı kaynaştırmak.

Harbin kaynağı, bazı milletlerin siyasi ve ticari egoizmi. Ancak, insanlığı  birliğe kavuşturabilirsek barış rüyası gerçekleşebilir. İki medeniyetin kucaklaşması, kaynaşması muhteşem bir ümit. ”.

“Meriç  çok iyi özümlediği, Batı ile bu toprağın üstünde yaşayan insanın kültürünün sentezini arıyordu ve bunu ararken de isyankardı. Neye isyankardı? Önce bu topraktaki sorunların temeline, kaynaklarına isyankardı, onları aşmak istiyordu. Batıyla aşacağına inanıyordu. Fakat Batı’yı gördükçe, Batı’nın temel yapısı içindeki isyankarlığını geliştirdi, zaten geliştirmemesi mümkün değildi. Baktığı zamanda, tek düze bir kültürün benimseyebileceği biri olmaktan çıktı.”

Bu nedenle Doğu’ya inanmak istedi.

Asya’nın birçok dine ve düşünceye analık eden işlenmiş fakat unutulmuş  ve işlenmeyi bekleyen kapasitelerine güvenmek istiyordu. Başka çaresi de yoktu. Batı’nın Eski Yunan’a dayanan alt yapısı aslında Akdeniz’de; önce Mısır’da daha sonra Eski Yunan’da hercümerç edilmişti. Bu anlamda Cemil Meriç, Batı’ya geçmişini hatırlatabilmek ve Doğu’nun da bu kötüye giden küremiz üzerinde saklı hazinelerini deşifre ederek muasırlarına ve arkadan gelecek barış elçilerine yeni başlangıç noktaları teklif ediyordu. Hiç kendi kabuğun dışına çıkmamış, kendi coğrafyasının dışında kalan milletleri hegemonik ve sömürü ilişkisine zorlamamış bir Hint medeniyetinin; Zerdüşt İran’ın ve yakın doğu’da İslam’ın insanlığın birleşik zihnine ve buradan sadır olacak insanı seven ve hikmet bilgisinin tekrar peşine düşecek bir zihin haritasını Doğu’da tasarlayabileceğimize inanmaktaydı. Yani “ilk”lerin yaşandığı Doğu’da; ilk insanın, ilk toplulukların, ilk dinin, ilk şehirin, ilk medeniyetin yaşadığı ve daha sonra nostaljik ilgilerin ve oryantalist özlemlerin dışında pasifleşerek unuttuğumuz Doğu’da…

Büyük Doğu koalisyonunu oluşturan Hint ten beklentilerini şöyle dile getirir:

“Avrupa, on sekizinci yüzyıldan beri kanmayan bir susuzlukla Hint’in fikir ve şiir kaynaklarından ilham içmektedir. Halbuki Hint’in fethi” Avrupa irfanının kaderini değiştirmiş, o ülkede yeni bir rönesansın yaratıcısı olmuştur. On dokuzuncu yüzyılın başlarındaki ikinci rönesanstan  bakalım ne zaman haberdar  olacağız.? Halbuki çağdaş Avrupa’yı ancak Asya medeniyetlerinin ışığında bütün heybet ve zaaflarıyla görebileceğiz. Anquetil. Biruni’den sekiz asır sonra Ganj kıyılarında dolaştı. Biz El Biruni’yi açmamak üzere kütüphanemizin raflarına yerleştirdik. Anquetil, Avrupa’ya bir kıt’a hediye etti. Batı’yı Batı yapan o büyük tecessüs,  kadirşinaslık…

Hint’i tanımak zorundayız, çünkü İslami tefekkürün ser-tac-ı iptihacı tasavvuf o ülkeden fışkırdı. Cetlerimiz İslam’ı kabul etmeden önce Budisttiler. Hint’i tanımak zorundayız. Asya düşüncesinin dayandığı temel, Hint düşüncesidir. Hint’i tanımak zorundayız. İnsanlığın irfan ve idrakine istikamet veren iki yaratıcı millet var: Hint ve Yunan.. Biz bu iki ülkenin merkezindeyiz. Akdeniz Doğu ile Batı’nın zifaf yatağı. İnsanlık korkunç bir buhran’ın pençesindedir. Kosmosla antropos arasındaki binlerce yıllık ahenk sona erdi. Avrupa maddeyi fethederken kendini unuttu. İnsana kendini bulduracak büyük terkibe ancak Hint sayesinde varabiliriz”.

Burada amaç  “hind’i göklere çıkarması Batı’yı yermek için değildir. Himalaya’nın keşfi Olemp’e karşı beslediğimiz sevgiyi azaltmadı. Ama Eski Yunan yalnız kitaplarda yaşıyor. Hind’in dehasını dile getiren büyük fikir adamları çağdaşımız. Tebliğleri yaşanmış ve yaşanan bir ders. Bunun için daha sıcak daha canlı”. Kısaca Asya, hayalin vatanıdır.

Asya hayali ve hayalin vatanıdır… orada yap-bozlarla ideal bir medeniyet tasarımına gider. Bu hayalinde de haksız sayılmaz. Gerçekte yaşananların Meriç’te kopardığı fırtınaların sonucu Batı’nın beraberinde tüm insanlığı sürüklediği cehennemi; Asya’nın vaat edebileceği cennetle  dengelemek istemektedir.

Soylarımızın, sanatlarımızın, medeniyetlerimizin ve dinlerimizin beşiği olan Asya’da alınyazılarımızın anahtarını aramaya devam eder ve İran’ı niye önemsememize ilişkin görüşlerini bizimle paylaşır;

İran’dan beklentisiyle yaşlı Asya ile Genç Avrupa arasında köprü olması yönündedir:

“Asya’nın bütün evlatları içinde Batı’nın benimsediği; Zerdüşt. Buda’yla Konfüçyüs’ün sesi uzun zaman erişemez Avrupa’ya ve Asya’nın hikmetini tek başına Zerdüşt temsil eder. Musevilik Zerdüştlüğün damgasını taşır: hayırla şer arasındaki ikilik, meleklerle cinlerin, kıyamet gününe iman…hep onun yadigarı. Hıristiyanlık, Zerdüşt olmadan anlaşılmaz. Bir kelimeyle Batı, kaynaklarını araştırırken karşısında daima Zerdüşt’ü bulmuştur… Avrupa, “gerçek Zerdüşt”ü 1771’de tanır; Avesta… Ama Batı, Doğu’nun şiir ve düşünce bahçesine onun açtığı yoldan girer…”

Yakın Doğu’da İslam, bütün dinlerin sonuncusu ve Doğu bilgeliğinin ve cömert hazinelerinin taşıyıcısı olarak bahse konu olur. Bölücü değil, birleştirici bir dindir; bütün devirlere ve ülkelere hitap eden bir dindir. Parçalayıcı da olmamıştır. Aksine birleştiricidir. İslam medeniyeti bütüncüdür, hidayetten mahrum kavimleri bile himaye eder. Bu haliyle diğer tek tanrılı dinler için söylediği “kan dökücü” nitelemesine İslam dinini dahil etmez. İslam’ın kalıba dökülmüş ve katılaştırılmış son formu olarak Osmanlı üzerinden bize tasvirini yapar;

“Kavimler ve medeniyetler bir rolü ifa için tarih sahnesine çıkar, bu rolü oynar ve çekilirler. İbn Haldun, Toynbee, Danilevski bu kanattadırlar. Yani medeniyet bugünkü yırtıcı-kapitalist Avrupa medeniyetinden ibaret değildir. Öyle olduğu vehmi düşmanlarımız tarafından aşılanmıştır. Avrupa medeniyeti tarih sahnesine ayak bastığı sırada, Osmanlı bütün ihtişamıyla yaşıyordu. İslam-Türk Osmanlı medeniyeti bin yıllık mazisi olan, bütün medeniyetler içinde en insanisi, en birleştirici olanıdır. İslam’ın kılıcı olan bir kavimdir. İslam bütün devirlere ve ülkelere hitap eden bir dindir. Parçalayıcı değil, birleştiricidir. Osmanlı için savaşın bile gayesi ila-yı Kelimetullah’dır. Osmanlı İmparatorluğu yoktur, Devlet-i Aliye vardır. Türk-İslam medeniyeti bütüncüdür, hidayetten mahrum kavimleri bile himaye eder. Bu kadar civanmert bir medeniyetin Avrupa karşısında mağlup olması mukadderdi. Avrupa Ignace de Loyola ile Machiavelli’nin çocuğudur. Kapitalizm Protestan ahlakının çocuğudur. Weber’e göre. İkinci bir ahlak, Yahudi ahlakıdır. Tefeci ahlakıdır”

Sonsöz yerine

Cemil Meriç,  Doğu’da ve Batı’da yaptığı zihinsel seyahatleri sayesinde önümüze seçkin parçaların bir araya getirilmesiyle emsalsiz ve paha biçilmez bir hazine bıraktı. Modernleşme yüzyıllarından çok öncelerine giderek şoktan çıkamayan muasırlarına Asya’daki kadim medeniyetlerden hareketle bir öneri getirdi. Doğu bakiyesinde biriken düşünme, hissediş, kavrama, çoşku, bilgeliği ve zihniyeti kitap ve söyleşilerinde dile getirmeye çalıştı. Ahmet Cevdet’e tersinden bir göndermeyle en son şunları söyleyebiliriz, üstad için;

Madem, Batı  düşüncesi diye bir gerçek var. Onunla da yaşamak durumundayız.

Doğu- Batı  kavram çiftine şöyle yaklaşırsak Cemil Meriç’in Doğu-Batı  kavramlarına getirdiği yorumları daha iyi anlamış ve haksızlık etmemiş oluruz;

Batı damarlarındaki kirli kanı temiziyle değiştirme çabası olarak, bakılabilir Cemil Meriç’in katkısına..

KAYNAKÇA

AnaBritannica  Ansiklopedisi, “Zihin”, Hürriyet Yayınları, İstanbul, 1992

Cemil Meriç, Bu Ülke, İletişim Yayınları, İstanbul, 1992.

Ümit Meriç, “Cemil Meriç”, Kültür Bakanlığı Yayınları:1391, Ankara, 1992,

Cemil Meriç, Jurnal-I, İletişim Yayınları, İstanbul, 1992.

Cemil Meriç, Bir Dünyanın Eşiğinde, İletişim Yayınları, İstanbul, 1998

Dücane Cündioğlu, Bir Mabed Bekçisi: Cemil Meriç, Etkileşim Yayınları, İstanbul, 2006

Cemil Meriç, Kültürden İrfana, İnsan Yayınları, İstanbul, 1986

Niyazi Berkes, Türkiye’de Çağdaşlaşma, YKY Yayınları, İstanbul, 2005, s.412