Beylerbeyi İskele meydanında oturuyorduk. Şiir, deneme, dergi derken Boğaz’ın tarihi de ilgi odağımız oldu birden. İkimiz de yazıyorduk ve ikimiz de Boğaz’ın Anadolu yakasında oturuyorduk. Günlerdir kafamda dolaşan bir fikir vardı. Acaba bunu uygulayabilir miydik? Sohbetimiz arasında arkadaşıma fikrimi açtım. Arkadaşıma gel, dedim, şu Boğaz’ı bir güzel resimleyelim. Beykoz’dan başlayıp Üsküdar’a inelim. Geçmişi yazalım, günümüze dokunalım. Olmadı, dinletemedim, bir türlü razı edemedim arkadaşımı. Ben de doğrusu tek başıma göze alamadım bu işi. Belki bir kişinin bu işi yapması daha doğru olurdu ama bende o gayret ve cesaret yok gibiydi. İstiyordum ki bir arkadaşımla birlikte yapalım bu önemli çalışmayı. Tarihin içine girelim iyice. Hâlbuki şu Boğaz nasıl da çekiyor bizi kendine, zaten başlı başına bir harikalar tarihidir. Ahmet Mithat Efendi’den, Orhan Veli’den başlamak lazımdı. Ahmet Mithat Efendinin damadı olan Muallim Naci’den... Beykoz’da oturmuşlar çünkü. Olmadı tabii. Fotoğrafsız yaşamak, yarına tarihsiz durmak da iyi değil. Boğaz yukarı seyreden yük gemileri, kılavuzsuz geçen gemiler. Boğaz’ın serin suları. Karşı kıyılar. Kuruçeşme, Yeniköy, Rumeli Hisarı ve sonrasında Sarıyer’e kadar uzanan karşı yaka... Ya, Boğaz böyledir işte! Beylerbeyi’nden temaşa eylemek karşı kıyıları...
Anadolu yakasında ise, yani oturduğumuz kıyıda ise zaten başta Üsküdar var. Kuzguncuk, Beylerbeyi, Çengelköy, Kuleli, Vaniköy, Kandilli, Küçüksu, Anadoluhisarı, Kanlıca, Çubuklu, Paşabahçe ve Beykoz... Biz rahmetli Cahit Zarifoğlu ile Çubukluya kadar sahilde çoluk çocuk oturacak bir münasip yer bulamamıştık o tarihlerde. Şöyle rahatça oturacak bir deniz kıyısı. Sahi bu kıyılar bizim değil miydi de bize göre oturacak bir yer yok? 1968 yılının Mayıs ayından itibaren Beylerbeyi’nde ikamet ediyorum. Mademki ben bu uzun vadeli işi yapamıyorum, Beylerbeyi’nde ikamet etmiş ve kendilerine yakın olduğum şairleri anayım yaşadığım bu zaman diliminde.
Beylerbeyi’nden denize girmiş Ortaköy’e kadar yüzmüş diyorlar merhum Mehmet Akif için. Mehmet Akif, Beylerbeyi’nde ikamet etmiş şairlerimizdendir. İlklerden yani... Bir müddet Beylerbeyi’nde de ikamet eden büyük şair o vesileyle de onun ayak bastığı yer vesilesiyle daha da önem arz ediyor benim için. Hatta daha yakın zamanda öğrendiğim o enfes incelik ve feragat ise zaten tarihe geçmiştir. Meğer bir soğuk kış günü sırtında paltosuyla çarşıya inen Mehmet Akif’in çarşı dönüşünde sırtında paltosunun olmadığını pencereden bakarken gören zatta Beylerbeyi Çamlıca caddesinde oturuyormuş. Sokakta soğuktan titreyen bir garibana çıkarıp paltosunu giydirmiş Mehmet Akif, soğuk bir kış günü. Aşağı inerken paltosu var, çıkarken paltosu yok. Safahat kitabının başındaki şu mısralar ne kadar manidardır:
Bana sor sevgili kaari’, sana ben söyliyeyim,
Ne hüviyette şu karşında duran eş’ârım:
Bir yığın söz ki, samîmiyyeti ancak hüneri;
Ne tasannu’ bilirim, çünkü, ne san’atkârım.
Şi’r için “göz yaşı” derler; onu bilmem, yalnız,
Aczimin giryesidir bence bütün âsârım!
Ağlarım, ağlatamam; hissederim, söyliyemem;
Dili yok kalbimin, ondan ne kadar bîzârım!
Oku, şâyed sana bir hisli yürek lâzımsa;
Oku, zira onu yazdım, iki söz yazdımsa.
Asaf Halet Çelebi, daha yerlidir. Eski bir Beylerbeylidir. Koruda oturduğum o bir yıla yakın zaman diliminde Çelebi sokağın dik merdivenlerinden koşarak inişlerimde daha gençtim. Eve dönüşlerimde ise merdivenleri çabuk çabuk çıkıyor, sabırsızlıkla ilk çocuğumu sevmeye gidiyordum. İlk çocuk, ilk göz ağrısıdır. Tatlı, şirin bir kız. Karyolanın altına sakladığım kitaplarımı çıkarıp çıkarıp yırtan, emekleyerek giderken keyiflenen bir kız çocuğu. Ben o zaman zayıf, çelimsiz bir kuldum. Asaf Halet Çelebi ise resimlerinde göründüğü gibi şişman. Vapur dönüşünü görenler, bilenler var. Ekâbirlerin akşam dönüşünde vapurdan çıkışları da bir o kadar çelebiceymiş. İltifatlar, muhabbetler... Ya o merdivenler; aman Allah’ım!
OM MANİ PADME HUM
vurma kazmayı
ferhâad
he’nin iki gözü iki çeşme
âaahhh
dağın içinde ne var ki
güm güm öter
ya senin içinde ne var
ferhâd
ejderha bakışlı he’nin
iki gözü iki çeşme
ve ayaklar altında yam yassı
kasrında şirin de böyle ağlıyor
ferhâaad
Bu “He” şiiri güzeldir. Asaf Halet Çelebi’nin sevdiğim şiirlerindendir. Anlamı, vurgusu, anlatımı güzeldir. Hoştur yani... Zaten kendine has bir şairdir. Sanki zamanının dışına çıkmış bir aykırı şairdir. Dönemin şairlerine benzemeyen bir sesi vardır...
Necip Fazıl başlı başına bir ekol... Rivayet o dur ki Beylerbeyi’nde bir müddet ikamet etmiştir. Elektrikçi İhsan Efendi elektrik işini yapmıştır oturduğu evin. Dahi atlara olan merakından söz açılmıştır. Necip Fazıl demek, anlatılması, algılanması, anlaşılması bir devrin demektir. Öyle el bebek gül bebek yaşatırlar mı adamı?.. Necip Fazıl başlı başına bir ekol... Gençken ezberlediğim bu kısa şiirini kim bilir kaç defa terennüm etmişimdir hayatımda...
BEKLENEN
Ne hasta bekler sabahı,
Ne taze ölüyü mezar,
Ne de şeytan bir günahı,
Seni beklediğim kadar.
Geçti istemem gelmeni,
Yokluğunda buldum seni;
Bırak vehmimde gölgeni,
Gelme, artık neye yarar?
İlk gördüğümde bu küçük kafada bu kadar akıl demişim. Bir hayli de memnun olarak sevinmişim tabii. İsmet Özel, dediler. Tanıştık. Gördün mü Beylerbeyi al sana bir şair daha. Son ihtilali daha görmemiştik o zamanlar. Eli kulağındaymış meğer. 1980 Haziran ayı gibi günleri yaşıyorduk... Ha geldi ha gelecek öyle bir zaman dilimiydi. Çamlıca Caddesinde trafik yoğundu. İnsanlar bir uykuyu uyumuşlar yeni bir uykuya hazırlıyorlar kendilerini. Bunu şairler bilecekler elbet... “İşte geldi diyorum / gözlerimi kapayıp ben kimim diye sorunca biri”
AMENTÜ
İnsan
eşref-i mahlûkattır derdi babam
bu sözün sözler içinde bir yeri vardı
ama bir eylül günü bilek damarlarımı kestiğim zaman
bu söz asıl anlamını kavradı
geçti çıvgınların, çıbanların, reklâmların arasından
geçti tarih denilen tamahkâr tüccarı
kararmış rakamların yarıklarından sızarak
bu söz yüreğime kadar alçaldı
damar kesildi, kandır akacak
ama kan kesilince damardan sıcak
sımsıcak kelimeler boşandı
aşk için karnıma ve göğsüme
ölüm için yüreğime sürdüğüm ecza uçtu birden
aşk ve ölüm bana yeniden
su ve ateş ve toprak
yeniden yorumlandı.
.....................
Osman Konuk genç bir şair olarak komşu olmuştur İsmet Özel’e. Artık Beylerbeyi’nin güzel havasını solumakta, şiirlerini Yönelişler dergisinde, tahsilini İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Sosyoloji Bölümünde yapmaktadır. İki yıl kadar sonra da “Seni Yalnız Ben Anlarım” adlı ilk şiir kitabını çıkaracaktır:
“Sonra yetişkin oldum, ciddi oldum, aday oldum.
Acemi berberlerden korktum, normal oldum.”
HERHANGİ BİRİNE ÇAĞRI
ihanetten bir alıntı sağlığınla gelirsin (gelirsen)
unutmabeni çiçekleriyle yaralarımı süslersin
utanılası birşeydir katıksız pembeliğin
bu yüzden kitaplardan yalnızca
ıslık çalmasını öğrenebilirsin
tüm iyiliğin filmlerin iyi bitmesini istemek
ama bu kente gelirsen unutma beni ara
sana bir çay ve temiz yaralar ısmarlarım
öfkem geçer dinle yüzümü sevgiyle bakarım
kimse değil seni yalnız ben anlarım
Daha İsmet Özel cellâdına gülümsememişken, kısa bir zaman diliminde çağımızın önemli şairlerinden Sezai Karakoç’u misafir etmişti Beylerbeyi. Hafif bir yel eser gibi. Geldi geçti buralardan. Seksen ihtilâli vaki olmuştu. Soğuk rüzgârlar esiyordu. O soğuk şartlarda bir defa ancak Beylerbeyi fırınının yanındaki Hasan Amca’nın kahvesinde sohbet edebildik. Öyle dalgın yürüyüşlerdedir, dudakları kıpır kıpır, geçer gider yanınızdan, bakakalırsınız... Sezai Karakoç’un Balkon şiiri harikadır doğrusu.
BALKON
Çocuk düşerse ölür çünkü balkon
Ölümün cesur körfezidir evlerde
Yüzünde son gülümseme kaybolurken çocukların
Anneler anneler elleri balkonların demirinde
İçimde ve evlerde balkon
Bir tabut kadar yer tutar
Çamaşırlarınızı asarsınız hazır kefen
Şezlongunuza uzanın ölü
Gelecek zamanlarda
Ölüleri balkonlara gömecekler
İnsan rahat etmeyecek
Öldükten sonra da
Bana sormayın böyle nereye
Koşa koşa gidiyorum
Alnından öpmeye gidiyorum
Evleri balkonsuz yapan mimarların
Ya Süleyman Çelik? Üniversite hayatından itibaren adeta Beylerbeyi ahalisinden biri olmuştur. Tanıştığımızdan bu yana bir ayağı Beylerbeyindedir. Okulu bitmiş, evlenmiş, iş güç sahibi olmuş Çengelköy’de ikamet etmiştir ama bir türlü Beylerbeyi’nden vaz geçememiştir. Zaten ha Çengelköy ha Beylerbeyi demek de mümkündür Süleyman Çelik için. İskele meydanında, denizin kenarında çokça oturmuş dostlarıyla çay içmiş, şiir konuşmuş, şiir yazmıştır. Süleyman Çelik için Beylerbeyi’nde oturuyor gibi Çengelköy’ün sırtlarından bakarak demek daha yakışık alır aslında. Haftanın en az iki günü Beylerbeyi’nde deniz kenarında şiirle hemhâl olmuşuzdur birlikte. Öyle ki bu güzelliğin tesiriyle, “Beylerbeyi’nde Şubat” adlı şiiri yazacaktır.
BEYLERBEYİNDE ŞUBAT
beylerbeyinde şubat solgun bir bahçedir
düşerken çaylar cama içimiz kırılıverir.
sarayda yangın sönmüş külleri ıpıslaktır
kokusu rüzgârlarla güllerimi devirir.
padişahım çok yaşa efendimiz var’olun
burda balık çok olur midye tava ızgara.
balonlarıylae çocuk gülücükler dağıtır
her dalgası denizin iskeleyi avutur.
koşuşurken yolcular akşam sabah yorgundur
vapurlardan son hicran son türküler duyulur.
padişahım çok yaşa efendimiz var’olun
burda balık çok olur midye tava ızgara.
uçuşan kelebekler duvarda gölge olur
sesleri kaybolunca bir olmamış bir olur.
şairler şiirlerle boğaza yaslanmıştır
nice ıssız geceler burada yaşlanmıştır.
padişahım çok yaşa efendimiz var’olun
burda balık çok olur midye tava ızgara.
Bu adını andığım kıymetli şairler artık Beylerbeyi’nde oturmuyorlar. Semtler zamanla değiştiriyormuş kendilerini galiba. Insanlar gelip gidiyor lâkin semtler duruyor yerlerinde. Binalar eskiyor, renkleri soluyor, varsa caddelerin kenarlarında veya parkında ağaçlar büyüyor, dal budak salıyor, yaşlanıyor ama gene de semtlere bir şey olmuyor. Zaman zaman kimsesizliğe uğramış olsalar dahi bir müddet sonra belki ona da alışıyor semt olduğunu icbar ediyorlar adeta. Herkes gitti gibi geliyor bana sanki. O canlı, hareketli vaziyet kayıplara karıştı. Sahi diyorum şimdi biz bize mi kaldık burada?.. Bize mi kaldı Beylerbeyi? Yani bana ve Cahit Zarifoğlu’na. O temellisi oldu Beylerbeyi’nin Küplüce mezarlığında taht kurmakla. 1983 yılında geldi, bir güzel yaşadı ve 1987 yılında göçüp gitti aramızdan. Tepede selvi ağaçlarının altında Sekiz Haziran’da dostlarının, sevenlerinin elleri üzerinde taşınarak defnedildi. Bir cemaat ki gören gördü. Cahit Zarifoğlu iyi bir şair olarak halkın içinde “bir sesti öyle”. Halktan biri gibiydi. Gururlanmaz, böbürlenmezdi. Has şairdi doğrusu. Bir şiirinde: “Kardeşim dedim / Acılarıma da kardeş olur musun?” demiştir. Dahası da vardı tabi.
NERDE BİR SEVDA KELİMESİ
Şu gördüğünüz masaya bir aşk şiiri yazmak için
oturmuştum sevgili insanlar muhterem konuklarım
Pazenle kaplama parmaklar
Elele tutup denizlerin üstüne basarak
Dalgaları mahcupluk duvarlarını aşarak
Bir aşk şiiri biçimlemek için başlamıştım.
Deyin ki resitalim
Çekiştiriyor bıyıklarımı yakalarımı
Konfeksiyoncu kızlar
Nasıl bilebilirler kimim nasıl tanırlar içimi
Kertenkele gibi duruyorum bir an altında tunç
bir güneşin
Papatyalar tenler
Ve zülfe dair bir anı sunacaktım
Ama urgan çıktı sevgili insanlar
bir de kör testere
.............................
“Mavi gök orda mı?” demişti bir de Cahit Zarifoğlu...
(12 Aralık 2006 - 01: 37)
(BİRNOKTA DERGİSİ)