Menu
Her Tercih Bir Defa Yenilmektir
Deneme/İnceleme/Eleştiri • Her Tercih Bir Defa Yenilmektir

Her Tercih Bir Defa Yenilmektir

İdamın ne olduğunu tuhaf bir karşılaşma ile Türkiye Gazetesi’nin kütüphanemizin raflarını dolduran Yeni Rehber Ansiklopedisi ile öğrenmiştim. Şimdilerde Vikipedi’de yaptığımı çocukken de yapardım. Kafam estikçe ansiklopedi okumanın bilgiyi özümsememe yalnız ondan bir tortu bırakma gibi bir maraza neden olacağını bilmeden elbette. İnternet nam kutsal ve yoğun bilgi kaynağının henüz eşiğimizden içeri adım atmadığı zamanlardı. Sert kapaklı, bordo ciltli ansiklopedinin 27 Mayıs Darbesi’ni anlatan maddesinde, yazı aralarına serpiştirilen sansürsüz idam fotoğraflarını çocuk bilinci ile ne olarak algılamıştım emin değilim. Ama ölmek mefhumunu idrakimle aynı döneme rastladığına göre öldürülme eylemi de kafamda bir yere oturmuştu demek ki. Müteveffaların Yassıada’daki o Eylül sabahında kendilerini ölüme taşıyacak yolu ağır aksak alışlarını gösteren, kırılmış boyunlar ve üzerlerine asılmış mahkûmiyet hükmü taşıyan fotoğraf kareleri gözümün önünde hâlâ. Ölüm cezasının bir mahkûmiyet şekli olarak kanunda yer aldığı dönemleri yaşadım hatta azılı mücrimler için “Kesin asarlar!” denildiği zamanları da biliyorum ancak belleğimi taradığımda kamuoyuna mal olmuş büyük bir ölüm cezasının icra edildiğine dair bir anıya rast gelmiyorum. Arada infial yaratan bir suçun sebep olduğu reaksiyonel çıkışlar ve sosyolojik travmalarımızla gündeme gelmeye devam ediyor idam tartışmaları. Siyasi arenada ısıtılıp ısıtılıp konuşulsa da Avrupa Birliği ceza müktesabatının hukukumuza tatbiki ile bütünüyle toplumsal gerçekliğimizden çıktı esasen. Gemimiz bir gün AB rotasından bütünüyle dümen kırmazsa da geri gelmesi hukuken mümkün değil. Kıta Avrupası hukuk sisteminden tamamen, Anglosakson sistemdense büyük oranda dışlanan bu tecziye biçimi, yine bu sistemlere entegre olan toplumları için uzak ancak rahatsız ve kimi zaman romantikçe kaşınıldığı için utanılası kollektif bir anı. Sanat eserlerinde yahut tarih kitaplarındaki yer aldığı kadarıyla var bilincimizde. Ölümü bir cürüm karşılığı cezalandırma olarak kabul edip uygulayan hukuk sistemine sahip ülkelerde ise mezkûr gerçeklik yaşamın bir tarafında yürürlüğünü yitirmemiş bir vakıa olarak sessizce hükmünü sürmeye devam ediyor.

Ceza Genel Hukuku dersini alırken ilgimi en çok cezbeden konulardan birisi ceza verme ile ne murad edildiği ile ilgilenen cezalandırmanın amacıydı. Uzun zaman konuyu kafaya takıp üzerine okumalar da yapmıştım. Bir toplumsal olgunun üzerine akademik ve teorik anlamda fazla konuşulduğunda gerçekliğini yitirme riski var. Cezanın amacı mevzunu çalışırken de teorik alanın dışına çıkamadığım oldu. Sanki dışarıda suçlar işlenmiyor, cezalar verilmiyor da yalnızca teorik varsayımlarla çıkarımlar yapıyormuşuz hissine kapılmıştım. Bunda konu hakkında düşünürlerin yaptıkları yorumlar da etkili elbet. Gerçekleşmesi imkânsız önermelerle konuyu izah çabaları kavramsal bagajımı teorik alanda sıkıştırıp bırakıyordu. Kant’a göre devlet ve toplum anlaşarak varlıklarını sona erdirse dahi, toplum dağılmadan önce cezaevindeki son katil de asılmalıydı mesela. Hegel cezayı hukukun inkarının inkârı saymaktaydı. Tüm bu önermelerin arasında ve farazi tartışmaların içinde boğuşurken dünya üzerinde bu sorgulamaların gerçekleşmesine gerek dahi duyulmadan insanlar idam cezası ile ölmeyi sürdürüyor. Teorik olarak üzerine arsız ve şımarıkça konuştuğumuz meselenin aslında insanın asla yerine koyulamayacak hayatının son bulması olduğunu düşününce bir duvara çarptığımı fark etmiştim.  

Uzun zaman sonra mesele üzerine düşünmem bir film sayesinde oldu. İdamın yalnızca mahkumla onun biyolojik ve toplumsal olarak ilintili olduğu insanlarda değil hükmün talebinden ifasına kadar geçen süreçte rolü olan herkeste dikey ve yatay eksende derin bir yara olarak kalabileceğini gösteren bir film: Şeytan Vucûd Nedared (There Is No Evil, Şeytan Yoktur). Filmin künhüne vakıf olmayı denemeden önce ismiyle ilgili bir şeyler söylemem gerek. Farsça vucûd nedared ifadesi bir şeyin yokluğunu anlatan kelime grubu. Farsçanın yardımcı fiili bol gramerinde sıradan duran ifade Türkçeye “şeytan yoktur” şeklinde çevrilse de aslında “şeytanın vücudu yoktur” çağrışımını da barındırıyor. Bu çıkarımım filmin bütününe sirayet eden kötü olmak meselesini kavrayınca daha da netleşti.  

Mohammad Rasoulof, İran’ın yasaklı yönetmenlerinden. Hakkında, izinsiz film çekmek suçundan verilmiş mahkûmiyet hükmü de var. Soruşturmalar ve yargılamalar yıldırmamış yönetmeni. Bir rivayete göre dört kısa film çekiyormuş gibi göstererek tamamlamış Şeytan Vucûd Nedared’i. Filmin birbirinden bağımsız ancak belirli bir temanın etrafında oluşan dört hikayesinden ilkinde İranlı sıradan bir ailenin günlük koşuşturmalarını şahitlik edip filmle bağımızı yarım saat kadar zorlukla koruyoruz. O kadar sıradan bir hayat ki izlediğimiz. Türk bağımsız sinemasının da çok sevdiği uzun sekansların boy gösterdiği bir hikâyenin içinde ekranla anlamsızca bakışıyoruz. Vardiyalı olarak çalıştığını anladığımız Haşmet, hayatındaki kadınlara yani karısı, kızı ve annesine karşı oldukça munis bir karakter çiziyor bu arada. Algılara aykırı bir doğu erkeği profili. Ev temizliğine yardım ediyor, karısının saçını boyuyor, kızı ile sorunsuz bir ilişki sergiliyor. Hatta hayatında bu kadınlardan başkası dahi yok. Fakat Tahran’ın kirli havası ve kaosu içindeki bu çekirdek ailenin iyilik timsali baba öznesinde şekillenen hikayesinde Haşmet’in çizdiği munis profilin hikâyenin climaxi için ne denli özenli ve güçlü kurgulandığı bölüm sona ererken yerine oturuyor. Haşmet’in uykudan önce aldığı hapları, şehirdeki yeşil ve kırmızı ışıklara neden takılıp kaldığını bölüm sonundaki vuruş ile anlıyoruz ki bu vuruş birkaç saniye hareketsiz bırakıyor. 

Filmin adı ile anılan ilk bölüm kısmen ölümün uzağında bir “dışarı” tablosu çiziyor. Ölümün onun kıyısına yaklaşmayan insanlardaki etkisini pek göremiyoruz. Haşmet bize o köprüyü kuruyor. İkinci bölüm olan “Yapabilirsin” Dedi ise mevzunun tam ortasında bodoslama dalıyor. Gerilim-aksiyon dolu bir ritimde veriliyor hikâye. İlk bölümün sonunda koca bir çekiçle kırılan sükunetin gürültüye dönüştüğü yerde bu bölüm ritmi düşürmeden sürdürüyor. Film idam mefhumunu hukuki ve ahlaki olarak sorgulamak yerine infazı gerçekleştiren son halkanın hikayesinde iyilik ve kötülük arasındaki seçimde meseleyi derinleştiriyor. Zorunlu askerlik hizmetini cezaevinde idam mahkumlarının infazından mesul birimde ifa eden bir asker olan Pouya ilk vazifesinde yaşadığı tökezleme ile bir insanın hayatını sona erdirecek son hareketin sahibi olma ağırlığını izleyen herkese yüklüyor. Pouya’yı canlandıran ve bence filmdeki en iyi performansı sergileyen oyuncu olan Kaveh Avangar’ın da bu özdeşimde payı büyük elbet. Koğuştaki askerlerden birinin “Doğru ya da yanlış; memleketin kanunu böyle. Eğer istiyorsan kanunu değiştirmenin yollarını ara.” deyişi pozitif hukuk ve doğal hukuk tartışmalarına gönderme yapıyor. Filmde idamın hukuki boyutuna çok az değinildiği yerlerden birisidir bu. Pouya tüm bu derin tartışmalara gayet insani bir halle “Ben kimseyi öldürmek istemiyorum ki.” diye karşı çıkıyor. Film bu tartışmaların ardından tehlikeli bir aksiyona dönüşmeye başlıyor yavaşça. Dört hikâye arasında ritmin zirveye ulaştığı ikinci bölümün bitişindeki tekinsiz gece manzarası yerini sabahın ilk ışıklarının ferahlığına bırakırken içimize yarım bir kurtulmuşluk ile sonrasına dair sıkışıklık hissi çörekleniyor. E şimdi ne olacak?

Gerilimli gecenin sonunda uzayan dağ manzaraları arasında açılan favori bölümüm olan Doğum Günü‘ne giriş yapıyor sonra film. Yeşilinin bolluğundan Kuzey İran’ın dekor olarak seçildiğini tahmin ettiğimiz bölümde izne gelen bir askerin orman içinde yer alan gölde yıkanışı bir vaftiz yahut boy abdesti ile temizlenme sembolü kuruluyor doğrudan. Javad, ailesi ile uzak bir dağ köyünde yeşillik içinde mukim sözlüsünün doğum günü için izne geldiğinde onlarla görüşmeden önce arınmayı, asker kimliğini ormanına ötesinde bırakmayı istiyor. Yiyeceği büyük tokattan habersiz elbet. Doğanın ve özgürlüğün tadını çıkarırken çiftin arasını kör bir makasla kesecek bir hikâye o an yolunu çizmeye başlıyor. Aile dostlarının ani ölümüyle doğum günü gölgelenen Nana’nın kalbi ile aklını bir teraziye koyacak olan olay, Javad’ın ise bölüm boyu peşini bırakmıyor. Ölümün zehirli tadı dağın başında dahi ardı sıra yol alıyor Javad’ın. Bir ağaç dibindeki su birikintisinde ölmeyi isterken de yine başka bir çaresi olmadığını idrak ediyor. Javad’ın “Bazen buna mecbur kalıyorsun çünkü onların karşısında güçsüzsün.” dediği yerde karşısındakinin “Gücün, hayır demende.” deyişi seçimlerimizin bizleri biz kıldığı hakikatini hatırlatıyor. İkinci bölümdeki diğer asker olan Pouya’nın cesareti Javad’ın ellerinden akıp gidiyor. Cezaevinin kasvetli havasından çıktı sanılan film bu sefer kötülüğün peşini bırakmadığı Javad ile Nana’nın parmaklarının uzaklaşması ile bir sonraki bölüme geçiyor. Nana, Javad’a “Seni özleyeceğim.” diyor yalnız. 

Öp Beni ise filmin idam meselesinden uzaklaşabildiği kadar uzaklaştığı son bölümü. Burada taşranın da taşrasında işliyor hikâye. Uzayan kuru dağlar, tozlu yollar. Almanya’dan gelen misafiri ile arasındaki bağın bir zaman çözümlenemediği Bahram’ın seçiminin sonucunun yıllara sirayet edişini görüyoruz. Bahram bir zamanlar tıpkı ikinci bölümdeki Pouya gibi birilerini öldürmeye zorlandığı anda çareyi kaçmakta ve hayır demekte bulmuşsa da bu seçimi, nihayet onu ölümün kıyısında başka bir hakikatle yüzleştirmek istiyor. Ailesinin dağılışı gözleri önünde gerçekleşmiştir Bahram’ın. Seçiminin bedeli ağır olsa da kararının arkasında durmaya devam etmektedir. Almanya’dan gelen misafir Darya’ya “Seni kümesime dadanan tilkiyi vurman için zorlasam ne yapardın?” diye sorarak kendi vicdanını misafirine açmaya girişiyor ama en yanlış yerinden. Toparlaması imkânsız bir yol açılıyor aralarında. Darya, Bahram’ın karısı Zaman’dan hakikati öğrendiğinde yıllardır aradığı huzur Bahram’ın bakışlarından edebiyen çekiliyor. Yol bir kez daha ayrılık için uzanıyor tozlu tarlalar arasında. 

Filmin metropolde başlayıp ücra bir köyde bitişi ritmin tam da yönetmenin istediği şekilde sonlanışı aslında. Önce sakin bir şehir hayatı, sonra gerilim ve aksiyon içinde bir kaçış, ardından huzurlu bir taşra dinlencesine bulaşan hesaplaşmalar, onun da ardından uzağın uzağında pusu kurmuş yenilgi. Yönetmen, ölüm ellerimize bulaştığı zaman huzurlu ve sakin bir hayatı ne şehirde ne de uzaklarda da bulamayacağımızı gösteriyor. Bir de her tercihin en az bir defa yenilmeyi de göze almak olduğunu.  

M. Fatih

 1991 doğumlu. Çukurovalı. KTÜ Hukuk Fakültesi’ni bitirdi. Öyküleri ve yazıları Post Öykü, Alandayız, Mahalle Mektebi, Hece, Hece Öykü ve Fakirane ‘de yayınlandı. Kafkasya asıllı olan yazar Anadolu, Orta Asya, Ortadoğu, Kafkasya mitolojileri ve halkiyatı ile Orta Çağ Seyahatnameleri üzerine araştırmalar yapıyor. Aynı zamanda F-Graphi Tasarım Stüdyosu’nda dijital sanat çalışmalarını sürdürüyor.Yazarın ilk öykü kitabı Misak’ın Aynaları, 2019 yılında; ikinci öykü kitabı Ben Denizlerden Hangisiyim? 2021 yılında Ketebe Yayınları’ndan çıktı. Misak’ın Aynaları, 2020 Zeytinburnu Öykü Festivali’nde İlk Öykü Kitabı Ödülü’ne layık görüldü.Eserleri ile katkı sağladığı kitaplar ise şunlar: Dengbej Hikâyeleri: Yüzünü Örtüyor Sesin (2019), Perdenin Ötesine Bakmak / Yazarın Sineması (2019), Evden Uzakta (2020), Seyyahlar ve Kâşifler Kitabı (2020), Korkut Ata Ne Söyledi? (2022) Bursa’nın Bitmeyen Hikâyesi (2022).

Daha fazla görüntüle