Menu
GEÇMİŞ ANLATILAR VE OLAYLAR EDEBİYATÇIYI NASIL ETKİLER?
Deneme/İnceleme/Eleştiri • GEÇMİŞ ANLATILAR VE OLAYLAR EDEBİYATÇIYI NASIL ETKİLER?

GEÇMİŞ ANLATILAR VE OLAYLAR EDEBİYATÇIYI NASIL ETKİLER?

Niyetim bu konuşmayı başlığından mülhem iki temel üzerine oturtmak. İlk olarak geçmiş anlatıların neler olduğu, nasıl bir işlev gördükleri ve bugünün edebiyatçısını nasıl etkileyebileceği üzerine konuşacağız. Devamında ise geçmiş olaylar dediğimiz tarihin, edebi metinde nasıl yer edebileceği hususuna değineceğiz. Her iki başlık altında genel bilgilerin akabinde kendi okuma ve yazma deneyimlerim üzerinden genel bir resim çizmeye çalışacağım.

Geçmiş Anlatılar


Ne Olduğu ve İşlevi 


Her şeyden önce geçmiş anlatıların neler olduğuna hızlıca bir değinelim: Bu anlatılarla destan ve mitler ile başlayıp efsane ve masal ile devam eden, halk içindeki anlatıcılar üzerinden yayılan sözlü kültür ürünlerinin yanı sıra mesnevi, menâkıbnâme ve halk hikâyeleri gibi yazıyla halka ulaşan eserleri kastediyoruz. Bu eserlerin tamamı özünde bir hikâye barındırdığından insanların kurmaca-anlatı ihtiyacını karşılıyordu. Bir yönüyle sanatsal olan fakat temelde bilgisel bir ihtiyaç. Bu yüzden geçmiş anlatılar ifadesi ile bugünün edebi eser kavrayışına çok yakın olmayan bir kavrayışı kastederiz. Nasıl bir kavrayış peki? Şöyle ki: Bugün edebiyat tarihi içerisinde edebi eser olarak nitelendirdiğimiz bu anlatılar esasen birer sanat eseri olmakla birlikte daha çok sanat eserinin işlevsel yönü ile bağıntılıdır. Bu önerme ilk olarak bizler doğayı ölçmeye başlamadan önce onu kendimizce nitelemeye ve açıklamaya çalıştığımız zamanlardan kalma bir işleve ya da sonradan edebi metinle Tanrı’ya ulaşma işlevine işaret eder. Nasıl ki biz mitler, efsaneler ve destanlarla doğayı ve insanı açıklamaya çalıştıysak mesnevi, menâkıbnâme veya kıssalarla da Tanrı’ya ulaşmaya çalıştık. Nihayet biz bu metinleri, günlük hayatın pratikleri içerisinde ve gerçek dünyadan kopmadan dolaşıma almıştık. Burada tarihsel olarak günümüze yakın fakat bahse konu metinlerin saydığımız işlevi yönünden kadim bir örnek vermek istiyorum: Sovyetler zamanında dini kurumların baskı altına alınması ile tüm Kur’an metinleri yasaklı hale gelir. İnsanların elinde dini metin olarak yalnızca Kiril alfabesi ile yazılmış Mevlid-i Şerif metinleri kalır. Askerlerin denetimi sırasında hem Kiril ile yazılmış olması hem de formel olarak şiire benzemesi sebebiyle pek dikkat çekmez bu eser. Ahıska Türklerinden bir amca anlatıyor: “Biz geceleri bu kitaplardan mevlitleri okuyarak imanımızı taze tuttuk. Bugün Ahıska Türkleri hâlâ Müslümansa bu metinler sayesindedir.” Geçmişimizde edebi metne yükletilen bu işleve karşın bugünün hikâyesi ise günlük hayatın sorunlarına çözüm üretmede daha hantaldır. Bunu bir yadırgama olarak söylemiyorum. Edebi metne bakışın hangi yollardan geçerek bugünkü durumuna evrimleştiği başka bir gerçeklik. Fakat bugün hikâye kavrayışımızın büyük oranda işlevsel beklentilerden arındığı ortada. Diğer sanat dallarında da durum farklı değil elbet. Bizdeki hat, arabesk bezeme, minyatür ile Batı’daki gravür, fresk, kilise müziği... Hepsi temelde dini olmak üzere işlevsel bir yer edinmiş sonrasında tümüyle salt sanatın tahakkümü altına girmiş ve yollarına devam etmiştir.  

Geleneksel anlatıların yerini belirledik. Şimdi bu metinlerin bazılarına ismen değinip ardından bunların günümüz edebiyatçısı için nasıl birer etki aracına dönüşeceği üzerine kafa yoracağız: Son bin yılımızda belleğimizi derinlemesine etkileyen bir anlatılar listesi çıkarırsak başında muhakkak konusunu Dede Korkut Hikâyeleri gibi eski Türk geleneklerinden alanlar; Hazreti Ali Cenkleri, Battal Gazi Cenkleri, Binbir Gece Masalları gibi İslâm - Arap geleneklerinden alanlar ile Kelile ve Dimne, Şehnâme, Rüstemnâme, Hamzanâme, Tutînâme gibi Hint-İran kaynaklı metinleri sayabiliriz. Bunların yanına Yusuf ile Züleyha, Leyla vü Mecnun gibi yüzlerce şair tarafından kaleme alınan mesnevileri de eklersek dev bir anlatı birikimiyle karşı karşıya olduğumuzu daha rahat görebiliriz. Bu metinlerin tamamı bizler gibi hikâye dinleme ve anlatma isteği duyan insanlardan sadır olmuş ve sahneleme, gösterme veya görüntüleme yöntemlerini kullanarak metinler üzerinden ortak bir kültürel hafıza inşa etmiştir. 


İnşa Ettiği Tarz, Üslup, Tavır ve Bunların Günümüz Edebiyatçısına Etkisi


Bu metinler büyük oranda vahye dayalı bilgi ya da doğayı olağanüstü şekilde açıklayan bir hayat bilgisine yaslanırlar. Anlatımız temelde bu yönde şekillenmiştir. Biz yüzlerce yıl böyle yaşamış ve bir dünya inşa etmişiz. Bundandır ki bu metinler yalnızca vakit geçirmek için okunan birer eğlence aracı değil bizzat hayatın içerisinde ve hayatı inşa eden araçlardır. Hem görünen hem görünmeyen hayatı. Dünyanın gerçeğin ötesinde bir gerçekle açıklanması dünya edebiyatının son yüzyılda yeniden keşfettiği bir hakikat. Halbuki geçmiş anlatılar, uzay ve zamanın sınırları dışında bir imkanla dünyayı algılama fırsatı vermişti zaten bizlere. Gördüğümüzün dışında bir evren sunuyorlardı. Cinlerin, devlerin, ateş denizlerinin, konuşan kuşların evreni. Bugünün edebiyatçısı için saydığım temas noktalarının modern birer anlatma imkânı olarak kullanımı ancak son yüz yıllık süreçte gerçekleşmiştir. Marquez, Dönüşüm’ün o meşhur ilk satırını okuyunca yataktan fırlayıp “Kahretsin. Bunun yapılabileceğini kimse bana söylememişti. Bunun yapılabileceğini bilseydim, şimdiye kadar çoktan yazmaya başlamıştım.” der. Marquez bu özgüveni ancak Kafka’yı okuyunca elde edebilmiştir. Bizlerin ise bu özgüveni diri tutacak onlarca rol model metni var. Aynı Marquez yazarın Şehrazat olarak yeniden metinde yer alması gerektiğine inanır. Şehrazat’ın anlattığı masalların onun zamanında gündelik yaşamda gerçekten oluştuğunu ama sonraki nesillerin ödlek gerçekçiliği sebebiyle meydana gelmez olduğunu düşünür. Goethe’nin, Borges’in, Oscar Wilde’ın hayran olduğu Binbir Gece Masalları, Batı’yı İncil’den sonra en çok etkileyen metin olarak yer alırken, Hayy Bin Yakzan, Batı’daki ada anlatılarının atası olurken bizim de bu metinleri bugünün edebiyatının sunumları ile dolaşımda ve diri tutmamız işten dâhi değil. 


Geçmiş anlatılar, ele aldıkları meseleler bakımından da hâlâ güncel ve insanın iç dünyasına göndermeleri olan metinler olarak karşımızda durur. Yazının icadından beri gerek varoluşsal gerek de doğa ile ilişkinin irdelenmesi edebiyatın odağında. Aynı konu, metinlerde dönüp durmuş. Sadi’nin “Söz ustaları, hakkında Sadi’nin misal vermediği bir söz söylememiştir.” Diyerek hem sürekli hem de evrensel olarak sözün ve edebiyatın aynı eksen etrafında şekillendiğini anlatır. Yani ki hikâyemiz, bizi muhakkak ilk ana - babamızdan bugüne kadar takip etmiş ve çoğunlukla cevap bulduğumuzu sandığımız soruların ve hakikatlerin peşinde iz sürmemizi sağlamıştır. Bu arayış bugün de kendisini hissettirir. Her çağ, kendi felaketini yaratır ve insan hiçbir zaman bu felaketlere bütünüyle hazır olamaz. Hazır sansa dahi değişen gerçeklik, geçmişin deneyiminden bambaşka sularda ilerleyecektir. Yüzyılımızın temel sorunlarından olan kitlesel göç mevzuunu düşünelim: İnsanlık tarihinde yüzlerce örneği, sonucu ve çözümü olmasına rağmen bugün, çağın kendi açmazları yüzünden çözümsüz kaldığımızı görüyoruz. Dünyanın en etkili göçlerinden Exodus’un yahut Hicret’in seyrini ele alıp ona bambaşka anlamlar yükleyen yüzlerce eser olduğu gibi bugünün göç mevzuunu da anlatan çokça eser çıkacak. Yani ki biz bugün hâlâ aynı yerde deveran edip durmakta belki hikâye merhemi ile şifa aramaktayız. Bizler, yani bugün edebiyatla ilgili olanlar geçmiş anlatıların sunduğu pratiğin bugünün derdine nasıl katkı sağlayacağının hesabını yapmalıyız. Elbette ki bu katkı, geçmişteki işlevden başka bir boyutta olacak. Belki edebiyatı bir terapi olarak kullanacağız belki de sanat ile farkındalık sağlayabileceğiz. Öyle ya da böyle bu yolda hikâyeyi kullanacağız.


Üzerinde durduğumuz bu metinler, inşa ettikleri tarz ve ele aldıkları konular gibi üslupları ile de bugünün edebiyatçısı için yeni bir bakış açısı getirebilir. Geleneksel metinler topluluk içinde okuyucu tarafından okunmaya – söylenmeye uygun yazılmıştır. Biz dili ile konuşan anlatıcıları hatırlayalım: Dede Korkut, Mevlid-i Şerif gibi. Bu metinler hikâyemizin anlatma temelli olduklarını gösterir. Hatta birçok geleneksel metin ilkin anlatılmış sonra yazıya geçirilmiştir. Bu metinleri okuduğumuz zaman metni okuyor değil de birisinden dinliyor gibi oluruz. Bu çok önemli. Çünkü bugün, dilin kullanımı açısından aradığımız konforlu alana bir kapı aralıyor. Postmodern metinlerin dil konusunda yapı taşları olan rahat dil ile ironi ve alaycı tavrın ilk örneklerine bu metinlerde oldukça sık rastlarız. Bazı öykülerimde anlatıcı bir karakter seçip olayı onun üzerinden hikâye etmişliğim oldu. Okurun metinde diri ve dinamik bir üsluptan fazla sevdiği az şey var çünkü. Paviç de yazdığı bir cümlenin öncelikle kulağa hoş gelmesi gerektiğine inandığını söylüyor mesela. Okurunu bir dinleyici olarak hayal edip ona göre yazdığını ve dinleyicilerin uykusunu getirmemek gerektiğini savunuyor.


Geleneksel metinler hem yazma ilhamı ya da cesareti vermesi hem de kurmaca malzemesi olmaları bakımından oldukça kıymetliler. Bu metinlerle teması olan çağımız eserleri de ayrı bir cesaretin ürünü. Dışarıdan demode ya da köhne görünen bir yapı içinden güçlü metinler çıktığına şahit oluyoruz. Orhan Pamuk’un Kırmızı Saçlı Kadın romanında Şehname üzerinden yaptığı Doğu ve Batı çıkarımı veya Kara Kitap’taki Binbir Gece Masalları’na yaptığı göndermeleri, Murathan Mungan’ın Şahmeran’ın Bacakları’nda kurduğu metinler arasılık veya Nazan Bekiroğlu’nun yakınlarda çıkan Kehribar Geçidi’nde olduğu gibi Ashab-ı Kehf kıssasının ele alması oldukça kıymetli işler olarak karşımızda duruyor.


Geçmiş Olaylar – Tarih

Adına kısaca tarih dediğimiz dünün tüm hikâyesi, bugünün edebiyatında oldukça tutan bir dekor. Tarih, kurmaca içerisinde hem bir malzeme hem de düşünsel bir teklif olarak yer edinebilir. Edebiyatçı, geçmiş olayların kendi cephesinden göründüğü üzerine inşa eder metnini. Tarihin daima bugünün algılayışı ve dünya görüşü ile yorumlanan bir alan olması, onun edebi metinlerde de çeşitli bakış açılarıyla karşımıza çıkmasına sebep olur. Bu konuya hızlıca bir örnekle değinmek istiyorum. Yavuz Sultan Selim ile Şah İsmail arasındaki mücadeleyi, siyasi ve dinsel çekişmeyi ele alan iki roman: Birisi İskender Pala’nın yazdığı Şah&Sultan romanı diğeri ise Reha Çamuroğlu’nun İsmail romanı. Bu iki romandan Pala tarafından kaleme alınan eser, olayları Yavuz ve Osmanlı cephesinden Sünni bir perspektifle ele alırken Çamuroğlu ise Şah İsmail cephesinden olaya yaklaşmakta ve buna dayalı olarak romanda Kızılbaşlık bakışı açıkça hissedilmekte. Aynı konunun Sünni ve Alevi bakış açıları ile irdelendiği bu iki farklı romanın hem aynı tarihi olaya (Çaldıran Savaşı) farklı cephelerden yaklaşıldığında ortaya çıkan sonuca hem de tarihin aslında edebi malzeme olarak nasıl esnekçe kullanılabileceğine dair iyi bir örnek olduğunu düşünüyorum. 

Peki edebi eserler tarihi gerçeklere ne borçludur? Okur, metne yaklaşırken hangi ön kabullerle dahil olur? Kurmaca eser, tarihin ne kadarına sadık kalmak zorundadır? Okur ve yazarın anlaşması gereken müşterek bir zemin var mıdır? Kurmaca metinlerde ele alınan tarihi malzemenin okurda bir karşılık bulması gereği ile hareket eden yazarın muhakkak ki en azından temel noktalarda muhatabı ile uzlaşı içerisinde olması beklenir. Bunu bir örnekle şöyle açıklayayım: Quentin Tarantino’nun Inglourious Basterds filmi, İkinci Dünya Savaşı’nda Yahudi kaçakların planı neticesinde Hitler’in Paris’te bir sinema salonunda öldürülmesi ile sonuçlanıyor. Tarihi gerçeklikte biliyoruz ki Hitler Almanya’nın düşmesi üzerine sığınağında intihar ederek öldü. Fakat Tarantino, bu gerçekliği bükerek filmle başka bir tarih yazıyor. Buraya kadar bir kurmaca eserin tarihe yaklaşımı açısından kabul edilebilir bir tutum. Tarantino, Hitler için arzuladığı sonu hayalinden eserine bir şekilde taşımıştır. Fakat Tarantino’nun aynı tarihi gerçeği bükme eğilimi ile Hitler’i kötü bir adam yerine insancıl ve tonton bir politikacı olarak gösterdiğini düşünelim. Akla pek yatmıyor gibi. İşte yazarın metindeki tarihi gerçekliğe sadakatinin sınırlarının bu örnek üzerinden çizilebileceğini düşünüyorum. Eserin tüm noktalarında geçerli ortak bir zemin şart olmasa da muhatabıyla asgari müşterek bir zeminde anlaşması lazım. Çünkü kurmaca eser karşısında bazı inançlarımızı ve kabullerimizi askıya alabilirken bazılarını alamıyoruz.

Tarihi gerçekliğin muhatabı hesaba katmadan çarptırılması gibi ona bütünüyle sadakatin de ayrı bir maraz doğurduğuna ve muhataptaki gerçeklik beklentisini üst düzeye çıkararak kurmaca evreninin içine girmesini engellediğine dair bir örnekle konuşmamın sonuna geleceğim: Eco, meşhur Foucault Sarkacı romanını yazarken karakterin 1984 yılının 23 Haziran’ını 24’üne bağlayan gece Paris’te belli bir güzergahta yaptığı yolculuğu daha etkili kılmak için o yolu elinde ses kayıt cihazı ile gezmiş ve notlarının sonucunu da romana bu şekilde aktarmıştır. Hatta bir bilgisayar programı yardımı ile o gece ayın nasıl göründüğünü öğrenmiş, not almış ve romanına aktarmıştır. Roman yayınlandıktan sonra bir okurundan mektup alır Eco. Okur o dönemin gazetelerini araştırıp karakterin yürüdüğü güzergahta 23 Haziran’ı 24’üne bağlayan gece büyük bir yangın çıktığını öğrenir ve Eco’ya roman karakterinin bunu nasıl görmemiş olduğunun hesabını sorar. İşte tarihsel ve mekânsal gerçekliğe bütünüyle teslim olmanın doğuracağı maraz tam da bu. Okurda hayal ürünü bir metnin göndermede bulunduğu gerçek dünyaya bütünüyle uymasına dair gereksiz bir beklenti oluşacaktır. Ki okur ile yazarın bu denli geniş bir müşterek zeminde buluşması da söz konusu değil. Tarihe yaslanan bir anlatı bizi zaman, mekân ve tarihsel gibi olay tüm ögeleri ile kurulan yeni bir dünyanın içine kapatır ve o kapandığımız dünyanın sınırları içerisinde kurulan iç gerçekliğe uymamızı bekler. Fazlasını değil.



Kaynakça:

Eliade, Mircea (2019). Mitlerin Özellikleri. Alfa Yayınları. 

Russ, Jacqueline (2021) - Avrupa Düşüncesinin Serüveni. Doğu Batı Yayınları.

Aytaç, Gürsel (2016) - Genel Edebiyat Bilimi. Doğu Batı Yayınları.

Marquez, Gabriel Garcia (2014) Anlatmak İçin Yaşamak. Can Yayınları.

Eco, Umberto (2019) Anlatı Ormanlarında Altı Gezinti. Can Yayınları.

Tosun, Necip (2017) Doğu’nun Hikâye Kuramı. Büyüyen Ay Yayınları.

https://www.gzt.com/amphtml/cins/milorad-pavic-hicbir-sanat-eseri-doganin-guzelligini-anlatmak-icin-yeterli-degildir-3486254 Erişim: 11.06.2022  - 12.50


Bu konuşma 4. Zeytinburnu Türk Dünyası Öykü Festivali’nin Açılış Programında sunulmuştur.

M. Fatih

 1991 doğumlu. Çukurovalı. KTÜ Hukuk Fakültesi’ni bitirdi. Öyküleri ve yazıları Post Öykü, Alandayız, Mahalle Mektebi, Hece, Hece Öykü ve Fakirane ‘de yayınlandı. Kafkasya asıllı olan yazar Anadolu, Orta Asya, Ortadoğu, Kafkasya mitolojileri ve halkiyatı ile Orta Çağ Seyahatnameleri üzerine araştırmalar yapıyor. Aynı zamanda F-Graphi Tasarım Stüdyosu’nda dijital sanat çalışmalarını sürdürüyor.Yazarın ilk öykü kitabı Misak’ın Aynaları, 2019 yılında; ikinci öykü kitabı Ben Denizlerden Hangisiyim? 2021 yılında Ketebe Yayınları’ndan çıktı. Misak’ın Aynaları, 2020 Zeytinburnu Öykü Festivali’nde İlk Öykü Kitabı Ödülü’ne layık görüldü.Eserleri ile katkı sağladığı kitaplar ise şunlar: Dengbej Hikâyeleri: Yüzünü Örtüyor Sesin (2019), Perdenin Ötesine Bakmak / Yazarın Sineması (2019), Evden Uzakta (2020), Seyyahlar ve Kâşifler Kitabı (2020), Korkut Ata Ne Söyledi? (2022) Bursa’nın Bitmeyen Hikâyesi (2022).

Daha fazla görüntüle