Masalsı bir serüvense hayat, Eylüller de her daim onun bütünlemesidir.
Her Eylül ardından hüzünlü yapraklar bırakır; şiirler, şarkılar, hikâyeler…
Ardında bıraktığı yalnız hikâyeler değildir elbet Eylül’ün...
Her giden Eylül’le beraber, yeni Eylül’lere yelken açar; yeni yüzler, yeni sesler, yeni isimlere konuk oluruz.
Merve Koçak Kurt
Hani tüm Eylül’ler birbirine benzerdi. Kandırmak değil miydi bu kendi kendimizi? Kandırmak değil miydi kendimizi dünyanın tüm seslerinden kaçırmak? Kandırmak değil de neydi tüm Eylül turuncularına sırtımızı dönmek? Değildi elbet!
Belki benzerdi tüm Eylül’ler birbirine; ama bizimki farklıydı inan.
En azından bize aitti. İlkti hem. İlk bakıştan sonraki ilk ay…
Eylül/dü… Eylül/müş… İkisi Aynıymış!
Bir dili geçmiş zaman ritüelinden fırlama, bir ahir zaman düşüne açık, bir adı konulmayan hüznün ilacıydı Eylül o zamanlar.
Diğer tüm aylar gibi o da eskirmiş.
Eskiyen tüm Eylül’ler Eylül (dü).
Geçmiş tüm Eylül’ler de Eylül (müş).
Dili ve mişli geçmiş, dahası şimdiki zamanın, kısacası hayatın tüm Eylülleri, sadece bir cümlenin özeti aslında: “Hayatım boyunca beni yeniden sevmeni bekleyeceğim!”
Her Eylül’ün Bir Yazı(sı) Var!
Geçen yıl bu zamanlar bir Eylül yazısı yazmıştım. Sonra yazdıklarıma inanıp Eylül yağmurlarına kapılmıştım. Oysa unuttuğum bir şeyler varmış:
Yazı yazdıran aymış Eylül, yazdan kalma ayların ardına eklenen…
Ellerimizle yazılar döktüğümüz, bazen bir şiir gibi süzüldüğümüz, diğer yarımızı kaybedince eksildiğimiz, tutuklu zamanlara denk düştüğümüz ve gözlerimizle görmediğimiz şeyleri yaşarken körleştiğimiz bir zaman dilimiymiş.
Bir Eylül turuncusuymuş meğer tanıklık ettiğimiz, rüzgârlarına kendimizi koyverdiğimiz, eteklerimize sarı yapraklar doldurduğumuz, her daim sulu sepken yağmurlardan kaçtığımız…
Güzel zamanlarmış!
Hani herkesin hayatının bir döneminin kesintiye uğradığı, bir dönemine sekte vurulduğu olur ya…
Öyle bir şeymiş işte Eylül!
Adı Eylül’müş!
Sonbaharmış! Son baharmış! Adı Eylül’müş…
Gittiğinde yalnızca yaprakları değil hüznü ve yalnızlığı da götüren aymış.
Gökteki aymış bazen, aynı zamanlarda bakılıp aynı anlarda dilekler tutulan, dualar edilen.
Önündeki uçsuz bucaksız vadiden kaçıp içine konan misafir bir güvercinmiş.
Okuma minderlerinde yaptığın uzun okumalardan sonra üzerine sinen yılgınlıkmış.
O aymış ki; geceleri uykundan edermiş, gündüzleri düşlerinden.
Bir merhabaymış, bir göz açıp kapamaymış, bir elvedaymış.
Bir son kez gelmeymiş, bir kahve içimiymiş, bir sorgu-sualmiş.
Bir dalgınlıkmış, bir yalnızlıkmış, bir kedermiş, bir yasmış.
Bir çocuk kahkahasıymış, bir sihirli gülücükmüş, bir gözyaşı tanesiymiş.
Yanaktan süzülen uzun ve yaşlı çizgilermiş.
Nedenini bilmediğin heyecanlarmış, gençlikmiş, delidolulukmuş, coşkunlukmuş, taşkınlıkmış.
Her Eylül Biraz Öğretmenmiş!
Ne çok şey öğrendim ben de son Eylül’ümden sonra.
Her Eylül bizi biraz daha eksiltir, her güz yaprağı aşkı sarartırmış.
Doğrular değişir, gerçekler kişiye ve sunumlara göre farklılık gösterirmiş!
Öğrendim ki, şiirden kuleler yapmak kolay da yürekler inşa etmek zormuş.
Yıkmak ne kadar kolaysa, kırılan bir kalbi kazanmak o kadar zormuş.
Kulağını ve kalbini delip geçen müziklerin tınısından ürküp sığınmakmış şefkatli bir kucağa Eylül!
Seslerini duymadığın her dostun sıcak bir merhabasını aramakmış yeni dostlarla içilen her sütlü kahvede.
Kızılderili müzikleri eşliğinde yapılan tatlı bir sohbetin ardından kalan gülümsemeymiş Eylül. Ya da Saura’nın İberia’sındaki müziklerden tınılar sunmakmış sevdiğine, bir sinema salonunda…
Çocuklar gibi şen; elinde elmaşekeri, yüreğinde çocukluk imgeleri, kaldırımlarda sek sek oynar gibi yağmur damlalarından kaçmakmış.
Bir Aydan Daha Fazlasıymış Eylül!
“Aklını başına al”lı cümlelermiş Eylül.
Söz(cük)lere düşmeyen, söz(cük)lerin izdüşümüymüş.
Bir aydan daha fazlasıymış Eylül.
Kalmalardan öte, gitmelerden beriymiş.
O ilk zamanlarmış; ilk anmış, ilk tanışıklıkmış, ilk bakışmış.
Yoldan geçenlerin anlayamadığı, sessiz sözcüklerin konuştuğu bir rüya sinemasıymış.
Tüm sürgünlerin birbirini tanıdığı bir filmin İtalyanca müzikleriymiş.
Sürgüne gidenlerin, birbirini sürgün edenlerin ve birbirine sürgün olanların konuştuğu bambaşka bir dilmiş.
Gidenlerin Ardındaki Hüzünmüş
Sanki rahmet yağmurlarından kaçarken kaybolduğun bir ıssız orman ortasıymış Eylül.
Sanki yolcuların yollarını bitirip de dinlenmeye geldiği bir akşamüstü serinliğiymiş.
Sanki anlatılamayan bir düş, hayra yorulamayan tuhaf bir rüya, atılamayan köprülermiş.
Bir gün çıkıp gelecek, ümidini taşımakmış tüm gidenlerin ardından.
Bizde misafir olanların ise hep bir gün çekip gideceklerinden korkmakmış.
Gidenlerin; gitmek isteyip de gidemeyenlerin, kaldığı halde gidenlerin, kalmayıp da gidenlerin, kısacası hep giden olanların sesini özlemekmiş.
Geçip giden günlerin, arkadaşlıkların, dostlukların, evlerin, mahallelerin, yolların, istasyonların, limanların ardından gitmekmiş Eylül…
Bir şiirle bitirmekmiş en çok özlediklerinin ardından yazdığın yazıyı:
“El geçer yüz geçer çığlık geçer
Bir tek yürek geçmezmiş
Dolmayınca vakti.”
(TURUNCU, 24 Ağustos 2007)