Menu
GÖRSEL İLHAM
Deneme/İnceleme/Eleştiri • GÖRSEL İLHAM

GÖRSEL İLHAM

Temel problemin görsel olduğu çağda onu eleştirmek bir hayli uzaktan konuşmaya kapı aralamaktır. İnsanın o kadar uzağa gitmesi ise neredeyse mümkün değil. Düşüncelerimizi okuyan sisteme kadar görselin bize okutmaya çalıştığı binlerce ikonu anonim bir kaynak olarak kabule doğru hızla geldik. Görselin bir terör olduğu düşüncesindeyim. İnsanın kendisine mahsus bir muhayyile oluşturmasına neredeyse izin vermeyen, doğaya ve bilgiye ekranlar üzerinden baktıran ve soyut hafızalar yaratan karanlık bir zemin içindeyiz. Hep karanlık ve gri tonlu bilgisayar oyunlarından, yeşil perdeyi sonradan boyayan sinema görsellerinden yola çıkarak görselin yeni kuşakta İsmet Özel’in dediği gibi “kül, kanat, gizem bırakma”dığı bir baş dönmesi yarattığı ve gözün değerini yapay ışıklara indirdiği bir aralıktayız.

Kavram dolayısıyla edebiyat etrafında şu soruları sormak zorundayız. İnsan; doğayı, işareti, yazıyı aslına bağlı bir iz peşinde okurken postmodern çevresinde giderek gelişen görsel okurluk tanımıyla sanat algısını nereye oturtacak? Dijital dünyanın resimleri ile o resimler okuru aynı yere, aynı duyguya götürür mü? Bütün bu soru ve çıkarsamaların zamana mahsus olduğunu elbette atlamıyorum. Aslında her çağ kendinden sorumlu iken bu çağa böylesi yüklenmek de bir ajitasyon havasında yapay bir kendini uzak tutmak anlamı içeriyor. Ama yine de yüklenelim.

Başlıktaki ilhama dönerek görsellikle ilgi kurduğumuzda gelenekle karşı karşıya kalırız. Gelenek sanatkârın ilham kaynağının başlıcasıdır. Burada gelenekten kasıt kendisinden önceki birikmiş olan her şeydir. Dev edebiyat eserleri, içinden çıktığı çevre ve yaşadığı zemin, alış veriş ettiği, teati içinde bulunduğu herkes onun kaynağıdır. Bu teşrifatı belli bir ana sığmayan, görünmeyen bir törene benzer. İlham bu çeşitliliğe yaslanmak ve seçmektir. Günümüzde biraz pejoratif çağrışımlar taşıyan bu kelime için “bir şeyi birden yutmak” kelime karşılığı sanki çok önceden bu istihfafı içermiş gibi de duruyor. Ama asıl bir şeyi birden yutmak, onunla zihnin çok çabucak düşünüp üretivermesi sonucunu akla getirmesiyle üreten muhayyilenin çok hazır bulunduğu bir iletişimi barındırıyor. Burada bir açıdan sanatkârı tanımlayan iki kavramın etrafında gezmiş oluyoruz. Büyük bir antoloji ve hayal gücü. Mesela Tanpınar’ın ilhamı neydi desek klasik müzik, modern resim, Batı şiiri gibi bir sıralama ile devam ederdik. Peki bu ilhamın imajinatif sergisinde kabaca ne çıkar diye sorsak herhalde cevabımız insanın bir sessizlik âlemindeki derin dalgınlığı olacaktır. Bu sergide, taze açmış gül ve kadının asude hâli, sessizliği öğüten değirmene eşlik eden çıtırtılar, suyun ve rüzgârın klasik müzik tonunda akışı gibi tablolar donuk renklerle dizilecektir. Bu imajlar nereden gelmiş diye bir kazı işlemine girsek modern hayatın birçok adresine uğradığımız kadar geleneğin içinden birçok kavrama da yol düşürmemiz gerekir. Örneğin Huzur’da, Mümtaz’ın, Nuran’ı Renoir’ın “Okuyan Kadın” resmine benzetmesi, Beş Şehir’de, Selçuk camilerinin toprağa pençelerini geçiren aslana benzetilmesi bu birikimlerin görselden yansımasıdır. Dolayısıyla yazar görselden çok ciddi anlamda beslenir, birinde okurluk ve entelektüel merak onu Batı kaynaklarına bağlar, diğerinde çocukluktan öğretmenlik yıllarına kadar tecrübe ettiği Anadolu ortaya çıkar.

Yazar elbette bir tanıklığın ve sosyolojinin içerisinde var olur ve kendisini o sanatkâr ruhuna teslim ederek üretir. Onun bilincinin özerk bir yer olması da düşünülemez. Çağa teslim olmak zorunda mıdır, onunla birlikte düşünmesi kaçınılmaz mıdır, diye düşündüğümüzde cevabımız evettir. Bilgi simülasyonla öğreniliyorsa veya yaşantı bununla gerçekleşiyorsa edebi ürün de bunun göbeğinde doğacaktır. Artık ağır sayılmayacak ve ironinin biraz da dertsiz, teklifsiz kuşatmasında kalan metinlere bakılarak ne de hafif ve uçucu diye eleştirdiğimiz mesele bugünkü sanatkârın tavaf ettiği yörüngenin onu böylesi bir aktarmaya yönlendirmesi sonucudur. Burada gerçek de uçucu hâle gelmekle yazarın sorumluluğunu azaltmış zannı vererek okurun masumiyetini –ki her okur metin karşısında suçsuzdur- de aynı sorumsuzlukla eşitlemeye doğru evrilmektedir.

Bir başka metin dolayısıyla bu simülatif yapı ve gerçekliğin, okuru ve doğallıkla yazarı nasıl konumlandırdığına değinelim. Hasan Ali Toptaş’ın çok okunan romanı Kuşlar Yasına Gider’de bir aile sorumluluğu anlatılır, bu gerçekliktir. Yazar, at, su, asma dalları gibi edebi seviyeyi yükselten semboller üzerinden geçmişle hesaplaşmayı gerçeklik düzeyi olarak metne yükler. Bu derin yapıdır ve gerçeklik baba evinin girişindeki asma dalları ile otorite ve saygı mesabesini imlerken okura sorumluluk duygusunu hatırlatır. At metaforu fantastiği beslediği kadar ölüm ve kaçış ritminin psikolojisini de yükseltir. Ancak yazar, romanın kurgusundaki yazar eleştirilerinde yadırgatıcı bir tatla simülasyona girer. Yazar ülkenin sosyolojisinden ve kültüründen selam verirken okura çok yakındır ancak yapının diğer tarafında ondan uzaklaşır. Sözünü ettiğim durum bununla örnek hâle getirebilir. Simülatif olan okurun mesuliyetini azaltmaktadır. Buna karşı çıkarak çağı reddetmek akıl kârı değildir, ancak metnin kendinden daha çok olduğunu da atlamamak gerekir.

Son örnek görsel ilhamın nereye geldiğine ilişkin wattpad romanlarından olsun. Satışı 300.000 olan bir örnekteki kaynaklara baktığımızda şaşırtmayan bir “Batıcıl” beslenmenin ayak seslerini değil, sis gibi her şeyi örttüğü apayrı bir dünyayı görürüz. Bu kitaplarda, vampir dizi ve filmleri, kötü kız ve erkek tipleri, parçalı ve uyumsuz ama heyecan körükleyen mekânlar, bozuk olduğu kadar edebi dilden nasipsiz üslup bir kuşağın görselle büyüyüşün kötü sonuçları açıktır. Bu demektir ki küreselleşme, internet ve kaybolan doğa insan ilişkisi dolayısıyla -adı ne konulursa konulsun- aslı postkolonyal olan bir ağın ortasındayız.

Bir çağ ilhamı olarak görselliğin baskısı altındaki simülatif antoloji, sanal metropol kültürünün yabancılaşma parodisiyle hızla büyüyor. Sis renkli simülasyonların uçucu bir o kadar da tiner işlevindeki dünya sanrısı hisleri biçimsizleştiriyor. Oysa edebiyat, okurun kendisiyle ya da insanın insanla karşılaştığı yerdir.

ERTAN ÖRGEN

ERTAN

Ertan Örgen 1969 yılında Konya'da dünyaya gelmiştir. Selçuk Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümünden mezun olmuştur. Selçuk Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümünde yüksek lisans ve doktora eğitimini tamamlamıştır. Araştırma & Başvuru Kitapları, Deneme, Divan Edebiyatı & Halk Edebiyatı kategorilerinde eserler kaleme almıştır. Yazar hala  Balıkesir Üniversitesinde öğretim üyesi olarak görev yapmaktadır. 

Daha fazla görüntüle
Diğer Yazıları