Menu
ELEŞTİRMENİN EL KİTABI
Deneme/İnceleme/Eleştiri • ELEŞTİRMENİN EL KİTABI

ELEŞTİRMENİN EL KİTABI

"Şeffaf Zihinler-Kurmaca Eserlerde Bilincin Sunumu", Metis Yayınları'nın her biri edebiyat eleştirisi ve analizi alanında önemli bir boşluğu dolduran "Eleştiri" kitapları arasından yayımlandı. Özgün dildeki ilk baskısı 1957 yılında yapılan eser, Dorrit Cohn'a ait. Alt başlığından da anlaşılacağı gibi, burjuva toplumunda edebi bir 'tür' olarak doğmuş romanda, zihinsel yaşantının temsili açısından anlatım biçimlerini inceliyor. Cohn, öğretici, bir o kadar da zevkle okunan çalışmasında, gramer özelliklerini ve üslup tabakasını dikkate alarak "edebi söylemin olanakları" üzerine yetkin bir çözümleme sunuyor. Bu anlamda "Şeffaf Zihinler"in, kuramcılar, edebiyat eleştirmenleri ve romancılar gibi roman okurunun da ilgisini çekeceğine şüphem yok. Bununla birlikte yapıtın en belli başlı özelliği olan Cohn'un kılı kırka yararak izlediği sınıflandırmaya dayalı yöntem, okuru terminoloji bakımından belirli bir zorlukla karşı karşıya bırakacaktır. Neyse ki dilimize bu alanda kazandırdığı son derece önemli yapıtlarla tanınan Ferit Burak Aydar sayesinde bu güçlük mümkün olduğu ölçüde giderilmiş. Aydar'ın kitaptaki bütün alıntıları, hem dipnotlarda hem kaynakçada, mevcut Türkçe çevirilere yönlendirmek gibi bir zahmetten kaçınmadığını da belirtelim.

Kimdir romancı? Hayatlarını keyfince yönettiği, iç dünyalarını dilediği gibi ifşa edebildiği varlıklar yaratan bir otorite mi? Yoksa can sıkıntısı içinde kafasından akla hayale gelmedik şeyler uyduran bir yalancı mı? Belki de yarattığı karakterlerin arkasından atıp tutan ikiyüzlü bir sahtekâr. Kurmacanın içinde, her şeyi bilen, yazgılara hükmeden bir ilâh mıdır? Kendi kurmacasının dışında saklanan bir korkak mı?

Gerçeğin bizden gizlediği bir şey mi var, yoksa biz miyiz gerçekten gizlenen? Nasıl olur da bütün hüneri anlattıklarına gerçeklik süsü vermekten ibaret olan bir romancının uydurduğu her şey bize gerçekten daha gerçek gelir? Aslında Cohn'un yapıtının burada biraz sulandırmış olduğum kökensel soruların çevresinde döndüğü söylenebilir. Nitekim çalışmanın odak noktası olan "bilincin temsili", kurmaca anlatının gerçekçiliği bakımından can alıcı bir önem taşır. Tek başına, kimseyle paylaşamayacağı düşünceleri 'aklından geçiren' bir kişinin temsili sırasında kurmaca, en yüksek gerçeklik düzeyine ulaşır. Kurmaca zihinlerin şeffaflığı varsayımına dayanan bu "hayali psikoloji", anlatının kalbidir. Bilincin temsili, romanı öteki anlatı türlerinden kesin biçimde ayırır. Cohn'un Kate Hamburger'i izleyerek söylediği gibi kurmaca anlatı, "herhangi bir insanın dile getirilmeyen duygularını, düşüncelerini ve algılarını resmetmeye uygun tek edebiyat ve anlatı türüdür." Kaldı ki roman, tarihsel süreç içinde giderek daha çok karakterin bilinci içinde cereyan eder hale gelmiş, Schopenhauer'ın öngörüsünü haklı çıkarmıştır: "Bir roman iç yaşamı ne kadar çok, dış yaşamı da ne kadar az sunarsa, o kadar yüce bir amaca hizmet etmiş olacaktır...Sanat asgari dış hareketle azami iç hareketi başarma meselesidir; zira esas merak ettiğimiz şey iç yaşamdır."

"Şeffaf Zihinler", yazarın Önsöz'de belirttiği gibi, Joyce'tan Proust'a, Hamsun'dan Woolf'a ve Mann'a pek çok "paradigmatik alıntı" içeren "yakından analizle örülü" bir metin. Cohn'un sınıflandırma açısından temel kıstasları "şahıs" ve "zaman". Bu bakımdan yapıt iki bölüme ayrılıyor. İlk bölümde Cohn, "üçüncü şahıs bağlamında" bir analize girişirken ikinci bölümde ise "birinci şahıs metinleri"nin incelendiğini görüyoruz. Bu görece basit ve dile ilişkin kıstaslarla gerçekleştirilen ayrımı üslup, bağlam ve psikolojik derinlik bakımından gerçekleştirilen analiz takip ediyor. Cohn, "sıkı bir tipolojik çerçeve" sunmakla beraber anlatı tekniklerini tarihsel süreçle ilişkilendirmeyi ihmal etmemiş. Dolayısıyla çalışmanın 19. Yüzyılın ortalarından 1950'li yıllara uzanan bir zaman diliminde anlatı biçimlerindeki evrimsel değişiklikleri de gözden geçirdiğini söylemek gerekir: Romancının karakterlerin iç dünyasına bakmaktan kaçındığı, "sesli anlatıcı"nın gözde olduğu, teatral eğilimli tipik 19. Yüzyıl romanından birer sınır durum olarak Joyce'un ve Woolf'un "özerk iç monolog"larına; bir başka açıdan yazar anlatısından karakter anlatısına varana dek.

***

Dorrit Cohn'un üslup tabakasına dayanan ayrımlarından birisi "ahenk" ve "ahenksizlik". Hamsun'un "Açlık" romanını ahenkli öz anlatının som örneği sayan Cohn'a göre diğer uçta Proust'un "Kayıp Zamanın İzinde" adlı romanı bulunmaktadır. Proust'un ahenksiz anlatısında anlatıcının Marcel'in bilincine incelikli yorumlar, zihinsel çözümlemelerle yaklaştığı görülür. Geriye bakış yöntemini doruk noktasına taşımış olan Proust'un romanında, anlatan benliğin deneyimleyen benliğe üstünlüğü açıkça hissedilir.

"... [bu oydu!] Büyük bir hayal kırıklığı yaşadım. Hayal kırıklığımın sebebi, Mme de Guermantes'ı düşünürken, onu hep bir duvar halısının ya da vitrayın renklerinde, bir başka yüzyılda, yaşayan diğer insanlardan farklı bir biçimde gözümde canlandırdığımı hiç fark etmemiş olmamdı. Mme de Guermantes'ın da Mme Sazerat gibi kırmızı bir yüzü, eflatun bir fuları olabileceği hiç aklıma gelmemişti; yanaklarının oval çizgisi, evimizde görmüş olduğum insanları o kadar hatırlattı ki bana, hemen dağılan bir anlık bir şüpheye, bu hanımın, kaynağında, özünde, bütün molekülleriyle belki de Guermantes düşesi olmadığı... kuşkusuna kapıldım."

Halbuki "Açlık"ta geçmiş benliğiyle özdeşleşen, entelektüel üstünlüğü reddeden, akışa müdahale etmeyen bir anlatıcı vardır. Hamsun, "şimdi"yi geçmiş zamana taşıyarak bir eşzamanlılık yaratır. Psikolojik uyumsuzluklara yoğun bir ilgi duyduğu anlaşılan Hamsun, anlatı uzaklığını, anlatan benlikle deneyimleyen benlik arasındaki mesafeyi ortadan kaldırır.

"Birdenbire parktan doğru tiz perdeli bir iki klarnet sesi yankılandı. Ve düşüncelerime yeni bir hız verdi. Makalemi hazırlayamadığımdan dolayı keyfim kaçmış bir halde kâğıtlarımı yeniden cebime soktum ve kanepenin arkalığına yaslandım. [...] Böyle yan uzanmış bir durumda bakışlarımı göğsümden bacaklarıma doğru kaydırınca, nabzımın her atışında ayağımın titreşip durduğunu fark [ediyorum]. Az doğrulup ayaklarıma [bakıyorum]. [O sırada] daha önce hiç duymadığım ve şaşılacak derecede değişik, yabancı bir ruhsal durum [yaşıyorum]. Sinirlerimde sanki bir ışık sağanağına tutulmuşçasına ince ve olağanüstü bir ürperme oldu. Bakışlarımı ayakkabılarımın üzerinde dolaştırınca, [sanki] yakın bir tanıdığa rastlamış ya da benliğimin kopup gitmiş bir parçasını yeniden elde etmiş gibi oldum:

Bir yeniden tanıma duygusu ruhumu [ürpertiyor]. Gözlerim yaşla [doluyor]. Ayakkabılarımı içime işleyen hafiften uğultulu bir ezgi gibi [algılıyorum]. Kendi kendimi "zayıflık bu!" diye azarladım. Yumruklarımı sıkıp tekrar "zayıflık!" dedim. Bu gülünç duygulardan ötürü kendi kendime "sen bir delisin!" diye söylendim. Oysa bilincim tam anlamıyla yerli yerindeydi, kendi kendimle çok acı ve mantıklı konuşuyor, gözyaşlarımı tutmak için gözlerimi sımsıkı yumuyordum. Ayakkabılarımı daha önce sanki hiç görmemiş gibi şimdi hep onlarla uğraşıyor, dış görünüşünü inceliyor, ayağımı oynattıkça yaptığı mimikleri, aldığı biçim ve yıpranmış üst kısmını gözden [geçiriyorum]. Onlara bir fizyonomi, bir ifade veren şeylerin kıvrımları ve beyaz dikişleri olduğunu [keşfediyorum]. Kendi varlığımdan bu ayakkabılara bir şeyler geçmişti. Bu ayakkabılar beni öz benliğime üflenen bir soluk gibi etkiliyordu. Sanki varlığımın soluk alan bir parçası olmuşlardı."

YENİ ŞAFAK KİTAP, 03.09.2008

Diğer Yazıları