Menu
EDGAR ALLAN POE - Yazmanın Felsefesi
Deneme/İnceleme/Eleştiri • EDGAR ALLAN POE - Yazmanın Felsefesi

EDGAR ALLAN POE - Yazmanın Felsefesi


Charles Dickens, önümde duran mektubunda1 “Barnaby Rudge” romanının işleyişi üzerine yaptığım incelemeyi ima ederek şöyle diyor, “Yeri gelmişken, Godwin’in ‘Caleb Williams’ı sondan başa doğru yazdığını biliyor muydun? Kahramanını önce ikinci ciltte zorluklar ağının içine atıp sonra, birinci ciltte yapılanların hesabını soracak bir yol aradı.”

Godwin’in birebir bu yöntemi izlediğini düşünmüyorum –ayrıca kendisi de Dickens’a katılmadığını onayladı– ama “Caleb Williams”ın yazarı en azından benzer bir sürecin sağlayacağı faydayı gözden kaçırmayacak kadar iyi bir sanatçıydı. Gayet açık; bahsedilmeye değer konular, akıbetini enine boyuna, incelikle belirlemeden kaleme alınmamalıdır. Hikâyedeki vazgeçilmez neden sonuç ilişkisi, sadece bizi bekleyen akıbeti göz önünde bulundurarak, olayların, özellikle de üslubun her aşamasında hedefe uygun yazarak yakalanabilir.

Öykünün alışılagelmiş kurgulama yönteminde köklü bir hata var bence. Ya tarih bir fikir sunar ya da günlük hadiseler bir öneriyle gelir ya da en iyi ihtimalle yazar, anlatısının temelini şekillendirecek çarpıcı olaylarla bir bağ kurar. Genellikle sayfalar ilerledikçe gerçekle eylemin çatlakları belirginleşir. Yazar, bu çatlakları tasvirlerle donatıp diyalog ve yorumlarla doldurarak kapatmayı tasarlar.

Bense etkiyi göz önünde bulundurarak başlamayı tercih ederim. Özgünlük her zaman başta gelir tabii. Çünkü bu kadar açık ve kolay ulaşılan bir merak unsurundan vazgeçmeye yeltenen biri yanlış yapar. Öncelikle kendime sorarım, “Sayısız etki ve izlenim, kalbe, akla ya da genel manasıyla ruha mı dokunacak? Şu anki şartlarda hangisine ihtiyacım var? Sıra dışı bir yol izlemekle başlar, iz bırakan bir etkiyle devam ederim. Bunun olayla mı üslupla mı en iyi şekilde işleneceğine karar veririm. Tuhaf bir tonda anlatılan sıradan bir olay veya tam tersi de olur. Tuhaflık üsluba da olaya da sirayet edebilir. Daha sonraki aşamada, etki yaratmada işime en çok yarayacak olanın olaylar bütünü mü yoksa üslup mu olduğunu bulmak için etrafıma, daha doğrusu içime bakarım. 


Zaman zaman düşünürüm, herhangi bir yazar, nihai bitiş noktasına ulaşan eserlerinden birinin gelişim sürecini ayrıntılarıyla, aşama aşama bir dergiye yazsaydı, daha doğrusu yazabilseydi, ne güzel olurdu. Neden böylesine bir yazı hiç basılmamıştır bilemiyorum ama bu ihmalden en büyük payı yazarın kendini beğenmişliği alıyor. Birçok yazar –özellikle de şairler– bir çeşit coşkunluk, esrik bir ilham sayesinde yazdıkları imajını oluşturur. Halkın göz ucuyla bile olsa perde arkasına bakmasına izin verme düşüncesi onları korkudan titretir. O ham fikirlerin tereddütleri ve karmaşası, kıl payı yakalanan gerçek amaçlar, olgunluğa erişemeyen sayısız düşünce kırıntısı, kullanışlı olmadığı için çaresizce çöpe giden olgun hayaller, titizlikle elenen ve seçilenler, sancıyla silinen ve eklenenler, başka bir deyişle çark ve dişliler, sahne geçişlerinde dönen makaralar, seyyar merdivenler ve şeytan tuzakları, horoz tüyleri, al boyalar ve siyah yamaların yüzde doksan dokuzu edebi aktörlüğe dayanır.

Öte yandan, yazarın sonuca ulaştıktan sonra izlediği aşamalara geri dönüp baktığına pek rastlanmaz, bunun da farkındayım. Çoğu zaman, palas pandıras ortaya çıkan fikirler kovalandıkları gibi çabucak unutulur.

Bana gelince ne sözünü ettiğim isteksizliği yaşıyorum ne de yazılarımın oluşum sürecini hatırlamayla ilgili ufak bir güçlük çekiyorum. Yeniden yapılandırma veya analiz etme merakı arzulanan bir şey olduğu gibi analizin odak noktasına duyulan gerçek ya da hayali ilgiden de tamamen bağımsızdır. Çalışmamda uyguladığım yöntemi inceleyip göstermeyi edebe aykırı bulmuyorum. Çok bilindiği için “Kuzgun”u seçtim. Eserimin hiçbir noktası rastlantıya ya da tesadüfe dayandırılmasın diye, nasıl adım adım ilerleyerek matematiksel bir problemin kesin ve katı sonucuna ulaştığımı ortaya koymayı amaçlıyorum.

Evvela, eleştirel ve popüler zevklere uygun şiir yazmayı zorunlu hale getiren şartları, şiirin dışında olduğu için bırakalım gitsin.

O zaman başlarken niyetimiz bu olsun.

Öncelikle uzunluğu dikkate aldım. Eğer edebi bir çalışma bir oturuşta okunamayacak kadar uzunsa, bütüne tesir eden son derece önemli etkiden vazgeçmeye razı olmalıyız çünkü iki oturuş önerildiğinde dünya işleri araya girip bütünlüğe benzeyen her şeyi yerle bir eder. Ancak hiçbir şair tasarısını geliştirecek herhangi bir şeyi çıkarmayı göze alamayacağından bunun beraberinde gelen bütünlük kaybını dengeleyecek herhangi bir kazanım varsa, uzunluğa dokunmaz. İşte buna derhal itiraz ediyorum. Uzun şiirden kastımız, aslında, kısa şiirlerin, başka bir deyişle, kısa şiirsel etkilerin art arda sıralanmasından ibarettir. Bir şiirin şiddetli coşkularla oluştuğunu, bunu ruhu yücelterek yaptığını açıklamaya gerek yok. Coşkun heyecanlar, ruhsal bir zorunlulukla kısadır. Bu sebeple “Kayıp Cennet’in” en azından yarısı esasen nesirdir, şiirsel coşkulara kaçınılmaz olarak bunalım eşlik eder. Tamamı, aşırı uzunluğundan dolayı önemli bir sanatsal unsurdan, etkinin bütünlüğü veya birliğinden mahrum kalır.

Bu durumda, edebi çalışmalarda uzunlukla ilgili belirgin bir sınır var; bir oturuşta okuma sınırı. Robinson Cruse gibi (bütünlük istemeyen) bazı düzyazı türlerinde bu sınır yarar sağlayacaksa ihlal edilebilir ama şiir bunu asla taşıyamaz. Sınırlara riayet edilirse, şiirin uzunluğu onun değeriyle matematiksel bir bağ içinde olabilir. Başka bir deyişle, coşku ve yükselişe gerçek şiirsel etkinin derecesiyle ulaşılır. Çünkü gayet açık, amaçlanan etkinin şiddetiyle şiirin kısalığı doğru orantılıdır. Fakat tek bir koşulla; etki uyandırabilmek için belli derecede uzunluk kesinlikle mecburidir.

Bu konuyu, coşkunun derecesini eleştirel beğeninin altına düşürmeden ve popüler zevkin üstüne çıkarmadan yazmayı da göz önünde bulundurarak, tasarladığım şiir için uygun ölçüye hemen ulaştım; yaklaşık yüz dize uzunluğundaydı. Tam manasıyla söylersek yüz sekiz dize.

Bir sonraki adımım, aktarılacak izlenim veya etkinin seçimiyle alakalı. Şimdi dikkat ediyorum da evrensel bir değer oluşturmak için şiirin yazım aşamasında taslağımı sürekli gözden geçirdiğimi görüyorum. Defalarca üzerinde durduğum bir noktayı, şiirsellikle birlikte, yeniden açıklarsam konunun dışına çıkmış olurum. Şüphe yok ki, Güzellik şiirin tek meşru alanıdır. Buna rağmen birkaç kelimeyle ne kast ettiğimi izah edeyim çünkü bazı arkadaşlarım konuyu yanlış anlamış görünüyor. En şiddetli, en yüce ve en saf hazzın Güzellik tasavvurunda bulunduğuna inanıyorum. Güzellik mevzu bahis olduğunda, sanıldığının aksine nitelik değil, etki kast edilir. Kısacası, sözünü ettikleri akıl ya da kalp değil, ruhun saf ve şiddetli yüceliğidir ve bu ancak Güzellik kavramının bir sonucu olarak deneyimlenir. Etkinin doğruca sebeplerden kaynaklandığı sanatın açık bir kuralı olduğundan, güzelliği şiirin merkezine yerleştiriyorum. Söz konusu özgün yükseliş şiirde kolaylıkla elde edilir. Hedefe, ona götürecek en uygun vasıtalarla ulaşılır, henüz bunu inkâr edecek kadar cahil biri çıkmamıştır. Şimdi hakikat nesnesi ya da aklın tatmin edilmesi diyelim ve tutku nesnesi ya da kalbin coşkusu diyelim şiire belli bir yere kadar dahil edilebilse de düzyazıda bunu elde etmek çok daha kolaydır. Doğrusu, hakikat kesinliği talep eder; tutkuysa sadeliği (gerçekten tutkulu biri beni anlayacaktır). İkisi de ruhun coşkulu ve tatminkâr yükselişi olarak değerlendirdiğim Güzelliğe muhaliftir. Buraya kadar söylediklerimden tutkunun hatta hakikatin şiire dahil edilemeyeceği, dahil edilse de yakışmayacağı sonucu kesinlikle çıkmamalı. Çünkü tutku ve hakikat, tıpkı müzikteki ses uyumsuzluğunun zıtlık yoluyla yaptığı gibi genel etkiyi açıklığa kavuşturmaya hizmet edebilir ya da onu güçlendiren bir rol üstlenebilir. Sadece gerçek bir sanatçı her zaman çözüm yolunu bulmuştur. Onları önce asıl amaca boyun eğdirecek şekilde düzenler; sonra da mümkün olduğunca şiirin havası ve özü olan Güzelliğin içinde eritir. 

Güzelliği merkeze aldıktan sonra bununla ilgili bir sonraki sorum en ulvi tezahür olan üslupla ilgili olacaktır. Deneyimler gösteriyor ki bu üslup hüzünlü bir tona sahiptir. Ne tür bir güzellikten bahsedersek bahsedelim, güzelliğin en yüce tekamülü hassas ruhları her zaman göz yaşına boğar. Bu yüzden şiirsel tonlar arasında en münasibi hüzündür. 

Uzunluk, merkez ve üslup açıklığa kavuştuğuna göre şiirin oluşum sürecinde bana hizmet eden temel taşlardan biri olan sanatsal cazibeyi elde etmek amacıyla alışılagelen tümevarıma geçebilirim. Şiirin yapısı bu eksen üzerinde döner. Sanatsal tesirlerin, daha dramatik söylersek sanatsal noktaların, etraflıca düşünüldüğünde hiçbirinin nakarat kadar yaygın kullanılmadığını fark etmekte gecikmedim. Kullanımının evrensel düzeyde yaygın oluşu asli değerinden emin olmam için yeterliydi ve bu da beni inceleme zahmetinden kurtardı. Ancak onun gelişmeye yatkın olduğunu hesaba katarak değerlendirip çok geçmeden ilkel bir durumda olduğunu gördüm. Genel kullanımıyla nakarat veya koro, sadece lirik mısralarla sınırlı değildir, bir tesir oluşturabilmesi aynı zamanda hem ses hem düşünce olarak monotonluğun gücüne de bağlıdır. Tekrarlanan ve benzerlik gösteren duygular, zevkin kaynağıdır. Genel olarak sesin tekdüzeliğine bağlı kalırken, düşüncenin tekdüzeliğini sürekli değiştirerek etkiyi çeşitlendirmeye, böylece muazzam bir şekilde yükseltmeye karar verdim. Bir başka deyişle, nakaratın kullanımını değiştirerek birbirini takip eden yeni etkiler üretmeye karar verdim. Nakarat, büyük ölçüde değişmeden kaldı.

Bu noktalar açıklığa kavuştuğuna göre, nakaratımın mahiyetini düşünebilirim. Kullanımı durmaksızın değişirken, nakaratın kendisi kısa ve öz olmalıydı çünkü herhangi uzun bir cümlenin kullanımındaki sık değişimler baş edilemez zorluklar çıkaracaktı. Cümle kısa olunca, elbette, değişim de kolay olacaktı. Aniden, en güzel nakaratın tek kelimeden oluşacağı fikrine yöneldim.

Şimdi de kelimenin nasıl bir karakteri olacağı sorusu belirdi. Nakarat kullanmaya karar vermek elbette şiirin dörtlüklere bölünmesiyle sonuçlandı: Her kıta nakaratla kapanıyordu. Böyle bir kapanışın güçlü olabilmesi, uzun vurgunun gür ve hisli olmasını zorunlu kılıyordu şüphesiz: Bu düşünceler beni kaçınılmaz olarak kalın ünlülerden uzun o’yu ve bağlantılı olarak ünsüzler arasında en uygun olan r’yi seçmeye götürdü.

Nakaratın sesi netleşince, bu sesi içselleştirecek bir kelime seçmek ama aynı zamanda da şiirin tonu olarak belirlediğim hüznü mümkün olduğunca koruyacak bir kelime bulmak zorunlu hale geldi. Böyle bir aramada “Hiçbir zaman” kelimesini göz ardı etmek kesinlikle imkansızdı. Aslında, o zaten en başında kendini göstermişti. 

Bir sonraki gereksinim, “Hiçbir zaman” kelimesinin devamlı kullanılabilmesi için lazım olan bir bahaneydi. Bu kelimenin sürekli tekrar etmesi için yeterince makul bir sebep icat etmenin getirdiği zorluğun farkındaydım. Yeknesak ve sürekli tekrarlanan kelimeyi bir insan söylemeliydi, zorluk bu varsayımdan kaynaklanıyordu, bunu görmeyecek kadar kör değildim –yani işin özü, akıllı bir yaratık tarafından kelimenin tekrar edilmesiyle, tekdüzelik arasında bir uyum oluşturmak pek kolay değildi. Bir anda aklıma konuşabilen fakat akıl yürütemeyen bir yaratık fikri geldi. Doğal olarak ilk başta papağan kendini gösterdi ancak aynı derecede konuşma kabiliyeti olan, amaçlanan havaya daha uygun bir Kuzgun derhal papağanın yerini aldı. 

Kuzgun fikriyle gayet iyi yol kat etmiştim; yaklaşık yüz dize uzunluğundaki hüzün dolu bir şiirin her mısra sonunda uğursuz bir kuş yeknesak “Hiçbir zaman,” diye tekrarlıyordu. Şimdiyse yücelik ya da mükemmellik kavramının hiçbir noktasını atlamadan kendime şunu soruyordum – “Gelmiş geçmiş bütün hüzünlü konular arasında, insanlığın evrensel anlayışına dayanan en hüzünlü konu nedir?” Cevap aşikardı: Ölüm. “Ve ne zaman,” diye sordum, “şiirselliğin doruk noktasına ulaşır?” Daha önce uzun uzadıya açıkladığım gibi cevap burada da aşikardı: “Güzellikle birleştiğinde. O halde, ölümün güzel bir kadına uğraması kuşkusuz dünyada şiirin zirvesiydi ve tabii ki matem tutan bir aşığın dudakları bu konu için en münasibiydi.”

Sevdiğinin ölümüne yas tutan bir aşıkla sürekli “Hiçbir zaman,” diye tekrarlayan bir Kuzgun fikrini harmanlamalıydım şimdi. Her aşamada yeniden tekrarlanan kelimenin kullanımındaki değişimi dikkate alarak taslağımı düzenlemeliydim. Fakat böyle bir tertip için akla yatan tek yol, kuzgunun bu kelimeyi aşığın kuşkularını gidermek için söylemesini hayal etmekten geçiyordu. Tam da burada ihtiyaç duyduğum etkinin, yani farklı kullanım şekillerinin yarattığı etkinin yeterli imkânı sunduğunu gördüm. Kuzgunun, “Hiçbir zaman,” diye cevaplayacağı ilk soruyu aşığın sormasını sağlayabilirdim. İlk soru sıradan olabilirdi –ikinci soru daha az sıradan –üçüncü soru da sıradanlık taşıyabilirdi ve bu böyle giderdi. Ta ki uğursuzluğuyla nam salmış kuş, hüzünlü kelimeyi sürekli tekrarlayarak aşığı içinde bulunduğu kayıtsızlıktan silkeleyip çıkarıncaya kadar. Sonunda boş inançlara kapılıp farklı anlamlar taşıyan çılgınca sorular yöneltir. Çözüm yolunu tutkuyla kalbinin derinliklerinde sakladığı soruları kâh batıl inancın etkisiyle kâh kendine zulmetmekten zevk alan bir çeşit çaresizlikle soracaktı. Bu soruları, kuşun sadece bir kâhin ya da şeytan olduğuna inandığı için değil, beklediği “hiçbir zaman” yanıtından keder kadar lezzet de alabileceği kıvamda şekillendirerek taşkın bir haz duyduğu için sorar (ki mantığı ona ezberlenerek öğrenilmiş bir dersi tekrarladığını telkin eder.) Beni tatmin eden bu imkânı değerlendirerek ya da kurgudaki gelişim beni buna zorladığı için diyelim, kafamda ilk önce doruk noktasını yani kapanış sorusunu belirledim. Böylelikle “Hiçbir zaman,” en son cevap olarak yerini alacaktı. “Hiçbir zaman,” diyerek yanıtlanan soru hüznün ve ümitsizliğin zirvesinde olmalıydı.

O halde şiir burada başlayabilir; sonda, sanat eserlerinin başlaması gereken yerde. Çünkü ön değerlendirmelerimin bu aşamasına gelince ilk defa kalemi elime alıp şiirin mısralarını yazdım:

“‘Ey felaketler tellalı!’ dedim,

‘Kuş ya da şeytan da olsan kahinsin işte

Şu dönen gökler ve Tanrı aşkına

Söyle bu hüzünlü ruh uzaklardaki Cennette mi

Sarılacak o mukaddes kıza, melekler Lenore diye seslenir ona,

Sarılabilir mi o parıldayan nadide kıza, meleklerin Lenore diye seslendiği?’

Dedi Kuzgun: ‘Hiçbir zaman.’”


Aşığın önceki sorularının önem ve ciddiyetine göre daha iyi kademelendirip çeşitlendirebilmek için ilk önce can alıcı bölümü belirleyerek bu kıtayı yazdım. İkinci adım olarak ritmi, ölçüyü, kıtaların uzunluğunu ve genel düzenlemesini kesin olarak belirlemeliydim. Bir yandan da daha önce gelen dörtlükleri kademelendirmeliydim ki hiçbiri ritmik etkiyi aşmasın. Yazının devamında daha dinamik kıtalar oluşturabilseydim, zirvedeki etkinin yerini almasınlar diye onları tereddüt etmeden, bilerek zayıf düşürmem gerekirdi.

Burada nazım sanatıyla ilgili birkaç kelam edebilirim. Öncelikle (her zamanki gibi) özgünlükten bahsetmek istiyorum. Şiirde bunun neden ihmal edildiğini dünyada kimse açıklayamaz. Salt ritimde küçük bir çeşitlilik olanağı olduğunu itiraf etsek de şurası aşikâr, ölçü ve kıtanın olası çeşitliliği kesinlikle sonsuzdur ve yine de yüzyıllardır, hiç kimse, şiirde özgün bir şey yapmadı veya özgün bir şey yapmayı hiç düşünmedi. Aslında özgünlük bazılarının sandığı gibi sezgi veya dürtüyle ilgili değildir (tabii bir dehadan bahsetmiyorsak.) Genel olarak, bulunması için titiz bir arama gerekir. Üst düzey bir meziyet olmasına rağmen özgünlüğe ulaşabilmek buluştan ziyade reddetmeyle olur.

Elbette, Kuzgun’un ölçü ve ritminde hiç özgünlük yokmuş gibi davrandım. İlki uzun-kısa ölçülü, sonraki tam heceli sekiz ölçü, beşinci dizenin nakaratında tekrar edilen eksik heceli yedi ölçüyle dönüşümlüdür ve eksik heceli dört ölçüyle sonlanır. Kılı kırk yarmayı bırakıp söyleyecek olursak, şiir boyunca kullanılan ölçü, uzun bir heceyi takip eden kısa bir heceden oluşmaktadır: Dörtlüğün ilk dizesi bunun gibi sekiz, ikincisi yedi buçuk (doğrusu üçte iki), üçüncüsü sekiz, dördüncüsü yedi buçuk, beşincisi aynı, altıncısı üç buçuk ölçüden oluşur. Şimdi, bu dizelerin her biri bağımsız olarak ele alınıp daha önce kullanıldı. Kuzgun’a özgünlüğünü verense dizelerin dörtlük olarak birleştirilmeleridir. Bu düzenlemeye ucundan yaklaşan hiçbir şey daha önce denenmemiştir. Birleşimdeki özgünlüğün etkisi kafiye ve aliterasyon yoluyla kullanılan uzantılardan kaynaklanan beklenmedik ve yeni etkilerle desteklenmiştir.

Göz önünde bulundurulması gereken bir sonraki aşama, aşıkla Kuzgunun bir araya getirilme yöntemiydi ve bu değerlendirmenin öncelikli kolu da mekandı. En doğal öneri orman veya tarlalar gibi görünse de her zaman yalıtılmış olay etkisi için mekânın yakın bir şekilde çevrelenmesini kesinlikle zorunlu buluyorum: Bu resmin çerçevesi gibi güçlü bir etki yaratır. Dikkati canlı tutmada karşı konulamaz bir ahlaki kuvvete sahiptir ve elbette salt mekân birliğiyle karıştırılmamalıdır.

Böylelikle aşığı odasına yerleştirmeye karar verdim. Oraya sık sık uğrayan sevdiğinin hatıralarıyla kutsanmış bir oda. Şatafatlı eşyalarla döşeliydi. Bu fikrin nereden geldiğini tek gerçek şiirsel tez olan Güzellik konusunda çoktan açıklamıştım.

Mekân belirlendiğine göre, kuşu takdim etmeliydim. Onu pencereden tanıtma düşüncesi zaruriydi. İlk başta kuşun panjura doğru kanat çırpmasıyla aşığın kapıya tıklatıldığını sanması fikri; okuyucunun merakını uzatarak arttırma isteğinden ve aşığın kapıyı açınca karşısında zifiri karanlığı bulmasından, böylelikle kapıyı çalanın sevdiği kızın ruhu olduğu yarı-düşünü benimsemesinden kaynaklanan tesadüfi etkiyi kabul etme arzusuyla oluşturuldu.

Fırtınalı bir gece yarattım. İlk önce Kuzgunun sığınacak bir yer arayışını açıklamak için, ikincisi de odanın (fiziksel) sükunetiyle tezat oluşturması için.

Tüyün ve mermerin arasındaki tezatlığın getirdiği etkiden yararlanmak için kuşu Pallas büstüne kondurdum. Heykeli kesinlikle kuşun tercih ettiği anlaşılıyordu. Aşığın derin bilgisini yansıttığından ve Pallas kelimesinin tumturaklı söyleniş tarzından dolayı Pallas büstü seçilmişti.

Şiirin ortalarına doğru, esas izlenimi derinleştirmek niyetiyle çelişkinin gücünden yararlandım. Örnek verecek olursam, Kuzgun’un içeri girişine neredeyse gülünçlüğe varan, fantastik bir hava verildi. “Heyecanla yalpalayarak girdi içeri.”

“Göstermedi ufak bir hürmet, bir an bile durmadı, ne de kaldı,

Fakat kâh bir sevgili kâh bir efendi edasıyla tünedi oda kapısına.”

Takip eden iki kıtada tasarladığım fikir daha açık bir şekilde uygulanmıştır:


“Derken bu zifiri kuş, takındığı ağır ve haşin çehresiyle

Hüznüme tebessüm getirdi

‘Sorgucun yolunmuşsa da kuşkusuz korkak değilsin sen

Gecenin kıyısından gelen kasvetinle

Gaddar ve kocamış Kuzgun söyle,

Ölüm diyarındaki saygıdeğer adın nedir?’

Dedi Kuzgun, ‘Hiçbir zaman.’

--

Hayret, sade bir söylev çıkıyor hırpani kuşun ağzından

Küçük bir anlam, ufak bir alaka

Çünkü soluk alıp veren hiçbir insan

Bir kuş görmekle şereflenmemiştir oda kapısına konan,

Kuş ya da yabani bir hayvan kapısındaki yontulmuş büstte;

Adı ‘Hiçbir zaman’ olan.”


Sondaki etki böylece sağlandığına göre fantastik havayı bırakıp derin bir ciddiyete büründüm. Bu hava, son tekrarı izleyen dörtlükle, hemen şu dizeyle başlıyordu:

“Fakat Kuzgun yapayalnız, tünemiş sakin büste, sadece bunu söyledi, vs.”

Aşık, bu andan sonra oyunu bırakıp Kuzgunun fantastik tavrını bile görmez olur. Ondan “Eski zamanların kasvetli, hırpani, gaddar, uğursuz kuşu,” diye bahseder, “ateşli bakışlarının” “bağrını” yaktığını hisseder. Aşığın fikirlerindeki veya hayalindeki bu devrimin okuyucu tarafından da benzer bir şekilde hissedilmesi amaçlanır ki zihinlerinde oldukça hızlı gelen sona doğru belirgin bir çerçeve oluşsun.

Aşığın son talebi olan sevdiğiyle öte dünyada buluşma isteğine Kuzgun’un “Hiçbir zaman” yanıtını vermesiyle şiir, uygun bir sonla, gayet açık bir safhada, basit bir anlatımla tamamlanır. Buraya kadar her şey gerçeğin makul sınırları içindeydi. “Hiçbir zaman” kelimesini ezberleyerek öğrenen bir kuzgun, gece yarısı sahibinin himayesinden kaçarak şiddetli fırtınaya karşı uçar, ışığı hâlâ parıldayan bir pencereden içeri girmeye çalışır –bir yandan elindeki kitabı okurken diğer yandan artık hayatta olmayan sevdiğinin hayalini kurmakla meşgul olan bir öğrencinin penceresi. Kanat çırpışlarıyla pencere ardına kadar açılır ve kuş öğrencinin kolay ulaşamayacağı en rahat yere tüner. Olayla ve ziyaretçinin tuhaf tavırlarıyla şaşkına dönen öğrenci, bir cevap beklemese de eğlenmek için şaka yollu kuşun ismini sorar. Muhatap alınan Kuzgun, her zamanki sözüyle cevaplar, “Hiçbir zaman.” Bu öyle bir sözdür ki öğrencinin hüzünlü kalbinde aniden yankı bulur. Bu vesileyle düşüncelerini yüksek sesle dile getirirken, kuşun “Hiçbir zaman,” diye tekrarlamasıyla yeniden ürperir. Şimdi öğrenci olayın vahametini tahmin etse de daha önce açıkladığım gibi insanın kendine eziyete susamışlığı ve biraz da batıl inancın etkisiyle, beklediği “Hiçbir zaman” cevabını alıp en ağır acıları yaşamak için kuşa birtakım sorular sormayı sürdürür. Kendine eziyet etmekten kaynaklanan büyük bir tatminle, daha önce açık bir safha olarak adlandırdığım anlatım, doğal bir sonuca ulaşır. Ayrıca, gerçekliğin sınırları şimdiye dek hiç aşılmamıştır.

Ancak bu tür konular ne kadar ustaca işlenirse işlensin ne kadar güçlü bir olay örgüsüyle ele alınırsa alınsın her zaman sanatçının gözünü rahatsız eden bir zorluk yahut çıplaklık olur. İki şey mutlaka gereklidir: Birincisi, belli bir düzeyde karmaşa, daha doğru bir ifadeyle karmaşaya alışma. İkincisi, belli bir miktar telkin; alttan alta sızan bir akım veya muğlak bir anlam. Özellikle bu sonuncusu, sanat eserine (günlük konuşma dilinden zorlama bir terim ödünç alırsak;) zenginlik katar. Bu zenginliği ideal olanla karıştırmaya pek düşkünüz. Sözde deneyüstücülerin sözde şiiri, önerilen anlamın üzerindedir, mevzunun gizli etkisini açığa çıkararak düzyazıya dönüştürür, hem de dümdüz bir yazıya.

Bu düşüncelere dayanarak, şiirin son iki kıtasını ekledim. Böylece çağrışımları, kendilerinden önce gelen bütün anlatıya yayılmış oldu. Gizli anlam, şu dizelerin altından akmaya başladı:

“Kalbimden gaganı çek, uzaklaş kapımdan!

Dedi Kuzgun, ‘Hiçbir zaman!’”


“Kalbimden” sözcüğünün şiirdeki ilk metaforik ifadeyi içerdiği fark edilecektir. “Hiçbir zaman,” cevabıyla bir araya gelince, daha önce anlatılan her şeyde yeni bir anlam aramaya yöneltir. Okuyucu, Kuzgun’u sembolik olarak düşünmeye başlar. Fakat onu Kederli ve Ebedi Bir Hatıranın sembolü haline getirme niyeti, son kıtanın son satırına kadar açığa çıkmaz.


“Kuzgun hiç uçmadan, tüneyerek hâlâ

Solgun Pallas büstünde, oda kapımın tam üstünde

Bir şeytanın bakışları gözlerinde, rüya görüyor

Lamba yere düşürüyor gölgesini

Ve ruhum yerde süzülen o gölgeden

Kalkmasın –Hiçbir zaman!



1 Bahsi geçen mektup Dickens tarafından 6 Mayıs 1842’de yazılmıştır.


ÇEVİREN: GÜZİDE ERTÜRK

Güzide

1985 yılında İstanbul’da doğan Güzide Ertürk, Portland Eyalet Üniversitesi’nde Yaratıcı Yazarlık okumakta ve Oregon’da yaşamaktadır.  Öyküleri Karabatak, Post Öykü, Varlık ve HeceÖykü gibi çeşitli dergilerde yayınlandı. Amerika’daki çalışmaları The Pacific Sentinel, Kithe Journal ve Pointed Circle gibi dergilerde yayınlandı.  Eserleri:Düşeş (Öykü, 2010)Rüzgârgülü Çamlıca (Deneme, 2010)Öbür Dünya Öyküleri (Öykü, 2014)Kaplumbağa Gölgesi (Öykü, 2017) Loretta (Öykü,2019)Kül Ormanı (Roman, 2024)

Daha fazla görüntüle