Menu
EDGAR ALLAN POE - Eşyanın Felsefesi
Deneme/İnceleme/Eleştiri • EDGAR ALLAN POE - Eşyanın Felsefesi

EDGAR ALLAN POE - Eşyanın Felsefesi


“Felsefe,” der Hegel, “Tamamen yararsız ve verimsiz olması sebebiyle muhteşem bir meşgaledir. İlgimizi hak eder, şevkimize değer.” Sözcükler bahçesinde derin anlamlar içeren bir nehir, bir nevi Coleridgevari bir iddia. Paradoksu çözmeye çalışmak zaman kaybı olur. Hem ayrıca felsefenin kendine has değerini, sayısız amaca uyarlanabilir oluşunu kimse inkâr edemez. Derler ki, yumurtaların kızartılmasında bile bir mantık vardır, tıpkı eşyanın da bir felsefesi olduğu gibi. Bununla birlikte, yeryüzündeki hiçbir medeniyet eşyanın felsefesini Amerikalılar kadar yanlış anlamış görünmüyor.

Mimarlıkta değilse bile iç dekorasyonda yaşadıkları mekânları düzenlemede İngilizler üstündür. İtalyanlar, renk ve mermer konusunda iyi ama ötesine geçemezler. Fransa “Meliora probant, deteriora sequuntur” –insanlar, ince zevkli veya sağduyulu olmalarına rağmen, evle ilgili konuları ciddiye alıp inceleme konusunda ehlikeyifler. Başta Çinliler olmak üzere birçok Doğu halkı samimi ama zevksiz. İskoçlar dekorasyon konusunda zayıf. Hollandalıların perdeyi lahanadan zor bela ayırabilen muğlak bir görüşleri var. İspanya’da her şey perdeli –asan bir millet. Ruslar döşemiyor. Hottentot ve Kikapular’ın kendine özgü güzel zevkleri var. Absürt olan sadece Amerikalılar. 

Bu anlamak zor değil. Asil kanı taşımıyoruz. Onun yerine, kaçınılmaz olarak, doların asaletiyle kendimizi var ediyoruz. Zenginlik gösterisi, monarşik ülkelerin hanedanlık gösterisiyle yer değiştirdi. Hemen anlaşılan, kolayca tahmin edilen bir dönüşümle, zevk anlayışımızı gösterişle karıştırdık. Somutlaştırarak anlatayım. Mesela İngiltere’de, pahalı aksesuarlarla yapılan hiçbir gösteriş, bizdeki gibi ne eşyaya karşı ne de mal sahibine karşı bir saygı uyandırmaz. İşte bu sebeple, birincisi, İngiltere’de hedeflenen en yüce hırs zenginlik değildir. Onlar zaten soyludur. İkincisi, kandaki gerçek asalet, lükse tenezzül etmez. Sınıf atlama yarışı sonradan görmelikle değil; katı sınırlarla, hesaplı bir gözlemle, yerinde bir beğeniyle kazanılabilir. Halk doğal olarak, seçkinleri taklit eder. Bunun sonucunda doğru sezgi yayılmaya başlar. Ancak Amerika’da para, asaletin en yüce nişanı haline geldi, görünüş belki genel anlamda aristokratik ayrımın tek belirleyicisi oldu. Kendine örnek arayan halk, birbirinden tamamen ayrı olan iki kavramı, güzellik ve ihtişamı düşüncesizce birbirine karıştırır oldu. Kısacası, bir mobilya parçasının maliyetini bakış açımızı belirleyen tek ölçü haline getirdik ve bu ölçü bir kere ortaya çıkınca ilkel bir aptallığın sebep olduğu hatalar silsilesi onu takip etti.

Sanatçının gözünü iç mekân kadar hiçbir şey rahatsız edemez. Amerika’da bu, iyi döşenmiş bir apartman anlamına gelir. En yaygın kusuru, aşırı derecede sahiplenme isteğidir. Bir resme özen gösterdiğimiz gibi bir odaya da özen göstermekten bahsediyorum. Resim ve oda, her ikisi de sanat türleri için geçerli olan şaşmaz ilkelerin boyunduruğu altında. Bir tablonun yüksek değerini oluşturan kuralların hemen hemen hepsi, bir odanın düzenlenmesiyle ilgili verilen kararlarda yeterli olur. Muhafaza etme isteği, bazen birkaç parça eşyanın duruşunda ama genellikle renklerinde ve kullanım biçiminde kendini belli eder. Zevksiz düzenlemeler hemen göze batar. Düz çizgiler çok yaygın, hiç aralıksız sürüp gider veya dik açılarla beceriksizce kesilir. Eğer kavisli çizgiler varsa, tatsız bir benzerlikle kendilerini tekrar ederler. Aşırı mükemmeliyetçilik birçok odanın görünümünü bozmuştur.

Perdeler, diğer eşyalara nazaran nadiren güzel durur veya iyi seçilir. Ciddi eşyalar arasında yersiz kaçar. Hangi kumaş türü olursa olsun, aşırı hacim, her koşulda iyi bir zevkle bağdaşmaz. Uygun miktar ve doğru düzenleme odadaki etkinin havasına göre değişir.

Antik çağlara nazaran halı konusuna hâkim olsak da renk ve desene gelince hâlâ yanılabiliyoruz. Halı evin ruhudur. Sadece farklı tonlardaki renkler değil, sergilenen tüm nesnelerin biçimleri de onda anlam bulur. Genel hukukta sıradan bir insan hâkim olabilir ama söz konusu halıysa hâkimin mutlaka bir deha olması gerekir. Buna rağmen duydum ki bazı arkadaşlar düş gören bir koyun edasıyla halılar hakkında ahkam kesiyormuş –d’un mouton qui reve Onların kendi bıyıklarını kesmelerine bile izin verilmemeli. Herkesçe malumdur, geniş zeminlere büyük figürler; küçük zeminlere küçük figürler yakışır, yine de bunu bilmek yetmez. Saksonya dokuma konusunda tek kabul edilebilir. Brüksel, modanın mükemmeli aşmış zamanıdır. Türkiye’nin zevki can çekişiyor. Desene gelelim, bir halı Kızılderili Rikara kabilesindekiler gibi kırmızı kireç taşı, sarı aşı boyası ve horoz tüyleriyle bezenmemeli. Özetle, belirgin zeminler ve anlamsız dairesel canlı figürler ortalama kurallardır. Berbat çiçekler veya tanınan objelerin tasvirleri asla Hristiyan aleminde kullanılmamalı. Aslında ister halı, perde, duvar kâğıdı veya koltuk kumaşı olsun bu özellikteki döşemeler katı bir şekilde arabesk olmalı. Antik yer örtüleri hâlâ daha ayak takımının evinde görülebilir –devasa, geniş, ışıl ışıl malzemelerle bezenmiş, çizgili, tüm renkleriyle ihtişamlı, zeminin kaybolduğu kumaşlar – para aşıklarının ve fırsatçıların kötü icatlarıdır. Baal’ın çocukları ve servetin kulları. Düşünme zahmetinden kurtulmak ve düş kurmamak için önce acımasızca çiçek dürbününü icat ettiler, sonra onun buharla dönmesi için bir patent şirketi kurdular. 

Parıltı, Amerikan ev dekorasyonu felsefesinin başlıca kusurudur. Biraz önce belirttiğim gibi bu kusurun çarpık zevkimizden kaynaklandığı hemen anlaşılır. Gaz ve cama fazla düşkünüz. İlki iç mekânda katiyen uygun görünmez. Keskin, titrek ışık şüphesiz çok rahatsız edici. Kafası çalışıp gözü gören hiç kimse onu kullanmaz. Hafif ışık ya da sanatçıların soğuk ışık dediği şey ve buna bağlı sıcak gölgeler, kötü düzenlenmiş bir evde bile harikalar yaratır. Hiçbiri yıldız lambaları gibi güzel olamaz. Elbette, hakiki yıldız lambalarını kast ediyorum, yanlış anlaşılmak istemem. Argand tarzındaki düz, buzlu cam biçimindeki, temperlenmiş, tek tip ay ışığı yayan lamba. Kristal ton, düşmanın zayıf bir icadıdır. Kısmen gösterişli olduğu için, ama esasen yüksek fiyatından dolayı hevesle benimsedik onu. Başta bahsettiğim soruna iyi bir örnek teşkil ediyor. Kasten kristal lambayı kullanan birinin, başlı başına bir zevksiz olduğunu veya körü körüne modanın kaprislerine boyun eğdiğini söylersek abartmış olmayız. Bu ışık yayan şatafatlı iğrençlikler, dengesiz, arızalı ve yorucu. Eşyanın üzerindeki etkisi bir dünya dolusu güzelliği bozmaya yeter. Kadın güzelliği, lambanın kem ışıkları altında yarı yarıya büyüsünü yitirir.

Cam konusuna gelirsek; onu yanlış yöntemlerle kullanıyoruz. Bu hataların başını parlaklık çekiyor ve bu tek kelimeyle ne kadar çok iğrençlik sergiliyoruz. Titrek, rahatsız ışıklar nadiren hoş olabiliyor; çocuklar ve budalalar içinse her zaman. Fakat oda süslemesinde dikkatle kaçınılması gerekir. Güçlü, sabit ışıklarsa hiç kullanılmamalı. Geceleyin en gösterişli salonlarımızda sallanan prizma kesimli, gazla aydınlanmış, gölgesiz, devasa ve anlamsız cam avizeler zevksizliğin timsali olabilir; akıl almaz bir çılgınlık.

Parıltı çılgınlığı –daha önce gözlemlediğim üzere, ışıltı fikri soyuttaki ihtişamla karıştırıldığı için aynaların abartılı bir şekilde kullanılmasına yol açtı. Evlerimizi iyi bir şey olduğunu düşünüp İngiliz levhalarıyla donattık. Gözü olan herkes, biraz düşününce yüzlerce aynanın, özellikle de büyük olanlarının kötü etkisini anlayacaktır. Aynayı, yansıttığı şeylerin dışında tutarsak süregiden, renksiz, monoton bir yüzeyden ibaret kalır. Kesinlikle çok çirkin. Yansıtıcı olarak düşünürsek, kati surette korkunç, yavan bir tekdüzelik saçar ve kötülük, kendi içindeki artıştan bağımsız fakat sürekli yükselen bir oranla katlanır. Gelişi güzel döşenmiş dört-beş aynalı bir odanın aslında sanatsal açıdan şekli şemaili yoktur. Buna bir de parıltı üstüne parıltı eklersek nahoş ve ahenksiz etkilerden oluşan harika bir karışım elde etmiş oluruz. Sersem olmayan bir ahmak, şatafatlı bir apartmana girdiğinde, memnuniyetsizliğinin nedenini anlayamasa bile yolunda gitmeyen bir şey olduğunu hemen fark edecektir. Ama aynı kişinin güzelce döşenmiş bir odaya girdiğini düşünelim, zevk ve hayretle ürperecektir. 

Cumhuriyetçi kurumlarımızda gittikçe büyüyen bir kötülük var, cüzdanı kabarık bir insanın genellikle cüzdanın içinde tuttuğu ruhu küçük oluyor. Beğenideki yozlaşma, zenginlik tutkusunun bir parçası ve halkası. Biz zenginleştikçe fikirlerimiz köreliyor. Bu sebeple, Amerika’da, İngiliz yatak odasının ruhaniyetini arayacaksak, bunu bizim soylularımız arasında bulamayız. Ancak son derece orta halli ama nadir bulunan bir zevke sahip Amerikalıların apartmanlarını da gördüm. Dolapları en azından menfi anlamda okyanus ötesindeki dostlarımızın dolaplarıyla boy ölçüşebilir.

Şimdi hayalimde küçük, gösterişten uzak, kusursuzca döşenmiş bir oda beliriyor. Ev sahibi kanepeye uzanmış uyumakta. Hava serin. Neredeyse gece yarısı. O uyanmadan odanın taslağını çıkaracağım. Uzunluğu yaklaşık on, genişliğiyse sekiz metre kadar olan bu oda, güzelce döşenebilecek bir biçimde dikdörtgen. Dörtgenin bir ucunda tek kapı ve diğer ucunda iki pencere var. Yere kadar uzanan bu büyük pencereler kalın çerçeveli, İtalyan bir verandaya açılıyor. Normalden daha geniş koyu kırmızı camlar, gül ağacından kenarlıklara oturtulmuş. Girintinin içi, pencereyle uyum sağlayan gevşekçe asılmış, kalın, gümüş bir kumaşla perdelenmiş. Çok yer tutmuyor. Dıştaki son derece zengin koyu kırmızı ipek perdenin kenarları aralıksız altın bir ağla işlenerek gümüş bir kumaşla astarlanmış, dışarıyı tamamen kapatıyor. Korniş yok ama kat kat perdeler, yoğun yaldız işlemeli geniş saçaklıklardan sarkarak (ağır değil ama keskin, havadar bir görünüşü var) odayı tavanla duvarın birleştiği köşelerden çevreliyor. Perde, onu gevşekçe saran, kolayca düğüm haline gelen kalın altın bir iple açılıp kapanıyor. İğneye benzer hiçbir şey yok. Perdenin ve püsküllerin rengi --kırmızı ve sarı tonlarında- odanın karakterini belirlerken her yere cömertçe yayılıyor. Saksonya halısının yarım santim kalınlığındaki kırmızı zemini, perdeleri süsleyen altın kordon gibi, biri diğerinin üzerine gelmeyen kısa, düzensiz kıvrımlar oluşturacak şekilde basit bir altın şeritle açığa çıkmış halının üzerine atılmış. Bu halının bordürü yok. Duvar kâğıdının parlak, gümüşi tonları, odaya hâkim koyu kırmızının hafif tonlarına sahip arabesk işlemelerle bir arada. Birçok tablo, kâğıdın geniş yüzeyini rahatlatmış. Bunlar genellikle Standfield’deki masalsı mağaralar veya Chapman’deki Dismal Bataklık Gölüne benzer manzaraların hayali çizimleri. Tonları sıcak ama karanlık, öyle parlak bir etkileri yok. Resimlerin hiçbiri küçük değil. Odaya benekli bir görünüm veren küçük resimler, üzerinde fazlaca çalışılmış bir sanat eserindeki lekeler gibidir. Derinlikten yoksun geniş çerçeveler, oymalarla süslü ama telkâri yok. Bolca işlenmiş yaldızlar, altının ihtişamını yansıtıyor. Duvara düz bir şekilde dayanırlar, kordonlarla asılmazlar. Belki kendi tarzlarında güzel görünebilirler ama odanın genel görünümü bozulur. Ortada ne ayna ne sandalye vardır. Kızıl ipekle döşenmiş, gül ağacından iki geniş kanepe odadaki tek oturma yeridir. Tamamen altın işlemelerle donatılmış mermerden yapılan sekizgen masa, kanepelerden birinin yanına konmuş. Bu masanın da örtüsü yok. Perde kumaşının yeterli olacağı düşünülmüş. Dört adet porselen, büyük ve muhteşem Serves vazo, odanın köşelerine konmuş ve içlerindeki taze, şirin çiçeklerin hepsi açmış. Uzun ve görkemli bir şamdan üstünde yoğun kokulu bir yağla aydınlatılmış küçük antika bir lambayla, uyumakta olan dostumun yanı başında duruyor. Yaldız köşeleri, kırmızı ipekten kordonları ve altın püskülleriyle hafif ve zarif asma raflar, iki veya üç yüz muhteşem ciltli kitabı barındırıyor. Bunlardan başka eşya yok. Argand tarzı bir lambayı saymazsak tabii. Bu lamba, yüksek tavandan, tek bir altın zincirle sarkıp kırmızı camından hafif ama büyülü bir aydınlık saçıyor.  



1 Bir şair olduğu kadar bir filozof da olan Samuel Taylor Coleridge’e bir gönderme. Poe’nun sözünü ettiği nehir, Coleridge’in “Kubla Khan” şiirinde bahsi geçen “kutsal Alfa nehri” olabilir.

2  “Güzeli bilir, berbat işler yapar.”

3 Avrupalıların Güney Afrikalı göçebe halk için kullandığı saldırgan bir söylem.

4  Kuzey Amerika yerlileri

5  Rüya gören koyun


ÇEVİREN GÜZİDE ERTÜRK

Güzide

1985 yılında İstanbul’da doğan Güzide Ertürk, Portland Eyalet Üniversitesi’nde Yaratıcı Yazarlık okumakta ve Oregon’da yaşamaktadır.  Öyküleri Karabatak, Post Öykü, Varlık ve HeceÖykü gibi çeşitli dergilerde yayınlandı. Amerika’daki çalışmaları The Pacific Sentinel, Kithe Journal ve Pointed Circle gibi dergilerde yayınlandı.  Eserleri:Düşeş (Öykü, 2010)Rüzgârgülü Çamlıca (Deneme, 2010)Öbür Dünya Öyküleri (Öykü, 2014)Kaplumbağa Gölgesi (Öykü, 2017) Loretta (Öykü,2019)Kül Ormanı (Roman, 2024)

Daha fazla görüntüle
Diğer Yazıları