Menu
“ÇOKSESLİLİK”İN YENİ BAĞLAMINDA YAKIN DÖNEM TÜRK ŞİİRİNE RETROSPEKTİF BİR BAKIŞ 1
Deneme/İnceleme/Eleştiri • “ÇOKSESLİLİK”İN YENİ BAĞLAMINDA YAKIN DÖNEM TÜRK ŞİİRİNE RETROSPEKTİF BİR BAKIŞ 1

“ÇOKSESLİLİK”İN YENİ BAĞLAMINDA YAKIN DÖNEM TÜRK ŞİİRİNE RETROSPEKTİF BİR BAKIŞ 1

Edip Cansever 1964’te yayımladığı “Tek Sesli Şiirden Çok Sesli Şiire” başlıklı yazısında, çoksesli şiire yönelişteki en kapsamlı ölçünün düşünsel-ussal olduğunu belirtmişti. Ancak yazıda bu ölçünün niçin çoksesli bir yapıyı getirdiğini yeterince tartışmamış ya da açıklayamamıştı.
Düşünsel-ussal ölçünün Cansever’in zihnindeki karşılığı, diyalektiğin şiire yerleştirilmesi olarak görünüyor bize. Cansever, sadece düşünce-yaşam birliğinden ve kalıpsız şiirin imkânlarından söz ediyor yazısında. Bu da bir katkı olarak çok değerli olmakla birlikte, bunun teknik yönünü açımlamak ancak ‘çoksesli şiir’in özelliklerini anlayarak olabilir. Yeni bir bağlamda çoksesliliği tartışmaya başladığımız anda, Cansever’in hissettiği ama dile getirmediği şeyi şiirlerinde nispî olarak başardığını görürüz. Buna örnekler bölümünde yeniden döneceğiz.
Çokseslilik, şiir içi bir ifadeyle “bütün mümkünlerin kıyısında olmak”tır. Önem ve değer kavramının şiir bazında tahtının yıkılmasıdır. Bu, dar anlamıyla düşünülmemesi gereken bir gerçekliğe sahiptir; şiire ilişkin köklü ve yenilikçi bir tutumu, tavır alışı öne çıkarmaktadır. Söz konusu olan, bütün mümkünlerin gerçekleşmesi olasılığı değil, mümkünün ucu açıklığı, serkeşliği, bağlantısızlığı, belirlenip biçilmiş yazgıların dışında yeni yazgılar yaratma olasılığının zenginliğidir. “Bitmemişlik, tamamlanmamışlık, sürecin içinde olmak, anlatılanların heyecanını daima diri tutmak” vurgularıyla çoğaltabileceğimiz yaklaşımlar; bütün o “bilinçli eksik bırakışlar, yargıyı askıda bırakma ve nihaileşmemiş yaşantıları önceleme” gibi yöntemler, bütün mümkünlerin tamamlayıcısıdır.
Geçerli olan bir yasa ile hükmedilmeye tepki duyan bilinçler çoğulluğu, çoksesliliğin bir başka boyutudur. Yüceleştirme yerine anlamanın, karar yerine kararın ertelenmesi taleplerinin, tek bir doğruya atıfta bulunmak yerine yaşantının olumsallığının gündeme gelmesinin de önkoşuludur bu. Zaten şiirin kendi iç yasaları vardır, dışarıdaki herhangi bir yasaya gönderme yapmaz; yapmamalıdır da. Öğelerin, seslerin, dillerin şiirde ‘homojen bir bulamaç’ olarak tek bir hükme vardırıcı estet tarzını benimsemek, şairin bir masaya oturup kalemini birinin hizmetine vereceğine dair bir antlaşma imzalamasından farksızdır.
Çoksesli şiirde, her şey yan yana ve karşılıklı etkileşim halindedir.
Şairin farklı ve birbiriyle bağdaşmaz görünen öğeleri bir araya getirebilme becerisi, birleşik ve bütünlüklü dokuyu yıkma ameliyesi üslubun tam da merkezinde yer almaktadır. Nitekim, bu konuyla bağlantılı olarak diyaloji bahsinde Bakhtin şunu söylemektedir: “Yazar kahramanın her şeyi yutan bilincinin karşısına yalnızca tek bir nesnel dünya çıkarabilir, kahramanınkilerle eşit haklara sahip öteki bilinçlerin dünyasını.” Buradan hareketle söylersek, çoksesli şiirde şairle söylemin göbek bağı kökünden kesilmiştir. Bunun zorlama ve yapay deneyler / deneysellikler ya da simgesel aykırı var oluşlarla karıştırılmasını istemeyiz. Çünkü bu kadarını dışavurumcu sanat zaten başarıyordu. Ama gene de öteki’leri “bilişsel sürecin cansız nesnesi”ne dönüştürmekten kaçamıyordu. Şiirde kurulacak bir öznenin, şair tarafından nesneleştirilmesinin önüne bir tek metot geçebilir: Onun meşruiyetini kabul etmek. Onun yalnızca kendisinin dışa vurabileceği bireysel var oluşuna -bir hükme bağlamaksızın- kulak kabartmak. Diğer bir deyişle bir insanın, sanatçının kendisiyle örtüşmeyeceğini, Heraklietos’un meşhur “aynı suda iki kere yıkanılmaz” önermesinin dile getirdiği şeyi ve bir insanın da tıpkı bir ırmak gibi sürekli aktığını kabul etmek gerekmektedir.
Örneğin; kimi çekincelerimize rağmen, görsel şiiri -ya da bu eğilimin şiir anlayışına getireceği ayrıksı katkıyı- önemsememizin en önemli nedeni, bu yaklaşımın heterojen malzeme ile personaları yarıp geçerek yüzeyde kendisine has bir meşruiyet yaratmasıdır. Bu şiirin gerekçesi kendi biçemindedir; gösterenle gösterilen birleşmiştir. Meşruiyetten kasıt bir politikaya göre geçerli ve tutarlı oluşu değil, kendi oluş’u içinde algılanmayı hak ediyor olmasıdır. Ama sonuçta, bunun şiirde gerçekleşmesi, görünürlük kazanması ilgilendiriyor bizi. Retrospektif bir bakışla yakın dönemdeki bazı şiirlerde çoksesli eğilimlerin izini süreceğiz bu yazıda. Ancak yeri gelmişken şunu eklemek lazım: İyi şairlerin ustalıklarıyla ve önseziyle yakınlaştıkları bir şiir, çoksesli şiirin beklentilerini lokal olarak aydınlatan spotlar gibidir. Dolayısıyla örnekleri, belli bir alana düşürdükleri aydınlıkla çoksesli şiirin temel enstrümanlarına yaklaşımımızı açıklaması babında çevresel olarak zikrediyoruz. Bir adım daha gidebilmek adına, atılmış adımları görebilmeyi önemsiyoruz.

*
Çoksesliliğin heterojen dil eğilimi, özellikle azınlık tercihlerinde görülür. Azınlık ve azlık tercihine en yakın örnek, Ece Ayhan’ın şiiridir. Sözgelimi; ortak özellikleri dilsiz oluşla açıklanabilen ya da bir çeşit ben yitimi (şizofrenlik) yaşayan deliler, ana dil içerisinde kendi dillerinin kılçıklı varlığını sürdürmeye çalışan azınlıklar, haklarını savunmaktan mahrum bırakılan orta ikiden ayrılmış çocuklar, mühürle iktidarın çekim alanına sokulmaya çalışılan ama sivil kalmayı seçen kadınlar gibi toplumsal hiyerarşinin en alt düzeyindeki madun-özneler onun şiirinin başat temasıdır. Bunu örnekleyen en tipik şiir, “Yalınayak Şiirdir”: “Biz tüzüklerle çarpışarak büyüdük kardeşim / Emrazı Zühreviye Hastanesi’ne kapatıldı anamız / Adıyla çalışan ermiş Sirkeci kadınlarındandır / Şeker atar hâlâ mazgallardan Cankurtaran’da / Acı Bacı’nın acı bilmez uçurtma çocuklarına / Yıl sonu müsamerelerine kimler çıkarılmaz? // Velhasıl onlar vurdu biz büyüdük kardeşim / babamız dövüldü güllabici odunlarla tımarhanede”
Aynı zamanda çoksesli şiirin “babayla çatışan evlat modeli”ne de iyi bir örnektir Ece Ayhan. Muhalif söylem tüm şiirine yayılmıştır. Ona göre, yaşam “oğullar oğulluktan sessizce çekilmesini bilmelidir abiler” dizesinde ironi yaparak dile getirdiği bir çekilme, bir geri duruş, bir bozgundur.
Ece Ayhan’ın “Artık Atından İnmeden Sevişmeye Alışmalısın” şiirinde göçebeliği, yersiz yurtsuz oluşu; “Meçhul Öğrenci Anıtı” şiirinde sistemin buyurgan ağzının, doğallığı ve yaşantısal olanı boğuşunu; “Ölümün Arkasından Konuşmak” şiirinde kökenlerin geçersizleşmesini; “Ortodoksluklar” adlı bir dizi şiirde ise karnavallaşma olgusuna yatkın duruşu birçok boyutuyla görmek mümkündür. Ne var ki Ece Ayhan azınlık söylemini fazla sahiplenerek ezik ya da marjinal sayılabilecek bir özneyi tecessüm ettirmiş ve bu öznenin artalanını sahiplenmiştir. Böylelikle de başka oluş biçimlerini dışlamış, ötekileştirmiş, reyini taraflı kullanmıştır.

*
Çoksesliliğin yapıtaşlarından olan “mikro-deneyim, bitmemişlik ve kişilerin ayrıksı kanallar talep etmeleri” gibi özelliklerin izini sürmede ise, Turgut Uyar şiiri bizi ilginç ve çok yönlü ipuçlarıyla karşılaştırmaktadır.
Onun şiiri, bütün mümkünlerin kıyısında bir duruş sergilediği için, kişilerinde ortak bir yasaya bağlılık da görülmez. Yazgıları, şairin dünya görüşüne ve yazgısına bağlı değildir. Sözgelimi, Uyar’ın yarattığı en orijinal tiplerden biri olan Yekta, herhangi bir değeri temsil etmez. İçinde yaşadığı toplum, onun eylemlerini kutsayıp doğrulamaz; ama o kendi yanılgısına sahip çıkacak denli yaşantısaldır. Kendi yanılgı sürecini, tökezlemelerini neredeyse onun dengiymişçesine yasanın karşısına koyar. Böylelikle herhangi bir hiyerarşik değerler manzumesine teslim olmadığı gibi, ayrıksı ve çarpıcı tek kişilik kanalının kendi yasasını oluşturur.
Turgut Uyar şiirinde işleyen mantık, her olay ve her olgu için ayrı bir seçeneği bünyesinde barındırır. Kişileri, herhangi bir modelin mükemmelen tamamlanmış dünyasına yönelme arzusunda değildir. Her şeyle karşılaşabilecek bu kişiler, içinde dönendikleri farklı koşullar ekseninde kendi var oluşlarını birtakım verili fikirlere uydurmaya çalışmazlar. Acı eşiği yüksek bireyler olarak kurgulanmışlardır ve acıyı başka biçimde dönüştürüp çoğullaştırarak (mesela utanç, eziklik, hicran) duyumsama konusunda hipnotik bir beceriye sahiplerdir.
Uyar’ın şiir evreninde devinen bu kişiler, genelgeçer yasaların yetersizliği konusunda bilinçlidirler. Genelleştirilmeye direnirler. Şiir de işte tam buradan sökün eder. Kendilerine a priori bir kimlik ve kişilik seçilerek sahneye çıkarılmayı reddeden bu kişiler, ‘uzanıp kendi yanaklarından öperler’. Uyar’ın kişileri kendi bireysel değerlerini taşıyan “seslerden bir ses” olarak karşımıza çıkarlar. Her bir karakter ‘eşanlı’ ve kendi yazgı anlayışı içinde kavranır; bunun için de örneğin epik karakterin dışarıdan biçilip giydirilmiş yazgı ve zaman anlayışıyla uyuşmaz. O, evrilmekte ve değişmektedir.
Uyar’ın şiiri, her anlamda ‘mutlak geçmiş’te konumlanan “gösterişli kahramanlaştırma biçimleri”ne, “dar ve yaşamla ilgisi olmayan şiirsellikler”e, “kahramanların ambalajlanmış ve değişmeyen mahiyeti”ne uzaktır. Uyar, işte bu tutumuyla çoksesli şiire adım atar. Turgut Uyar şiiri, çoksesliliğe izin vermeyen kuşatıcı ve biçimlendirici bir hiyerarşiye de uzak durarak, karşı çıkarak açılım gösterir. Bilakis bu şiirde, her şeyi bir arada, yan yana ve karşılıklı etkileşim halinde görebilme konusunda, çoksesliliğin ipuçlarını taşıyan bir sanatsal yetkinlik söz konusudur. Uyar şiirinde önemli olan; kişinin dünyaya nasıl göründüğü değil, öncelikle dünyanın kişiye nasıl göründüğü ve kişinin kendi kendisini nasıl algılayıp aktardığıdır:
Sevdiğimden değil sevindiğimden
Uzun geceleri durup bölüyorum
Uyanık sesleri geliyor utanmıyorum
Herkeslerin kaçıştığı bu yağmur
Beni arı duru yıkıyor ıslanıyorum
Hep bir hikâyeye girmek insan yönümüz mü
Islanıyorum
Bu yanım ıslanıyor daha çok
Akçaburgaz bir küçük kentti
Küçük evleri olan bir kentti
Yalnızdım inceydim kendi kendimeydim
Kalktım bu büyük kente geldim
- Şimdi kimi acıyor kimi kınıyor beni hangileri
haklı hangileri iyi ama iyiyi haklıyı aramak her
zaman gerekli mi, ya benim yaşamam
Kalktım bu büyük kente geldim

Turgut Uyar, çoksesli şiirin vazgeçilmez mekânı olan eşikleri kullanmasıyla da ilgimizi çeker. Şiirde merdiven basamakları, balkonlar, duraklar, deniz kıyıları, izbe yerler gibi mekânlar tercih edilir. Söz konusu mekânlar gibi şiirin kendisi de geçişliliğe, sürekli değişime tabidir ve kişilerin kendi bilincine, kadersizliğe, belirsizliğe bağlıdır:

‘beni bir gün bir yerde bulurlar’
diyor birisi
sağında gazetesi solunda bir ağustos bahçesi
göğsünde dünyayla ilişkisi
darmadağınık saçma sapan toz gibi
‘saçların kapkara gözlerin korku irisi’
herkes kendi elini tutuyor
öbürlerini bırakıp
kopkoyu bir çığlık bekleniyor karşıki evden
herkes geceyle yüzyüze şimdi

Ancak Bakhtin’in şu sözlerinde roman için geçerli saydığı özelliği şiire uyarlayalım: “Şiir, bilinmeyen şey hakkında spekülasyonda bulunur. (Çoksesli şiir), yazarın sahip olduğu fazla bilginin, kahramanın bilmediği veya görmediği fazla bilginin kullanılması için çeşitli biçimler ve yöntemler icat eder.” Bu yöntemler ve biçimler yaratma konusunda Uyar’ın özellikle 1970 sonrası dönemde (kişisel tarihinde “Divan” adlı kitabı ile başlayan dönem) oldukça yetersiz davrandığını söyleyebiliriz.

*
Döneminin koşulları ve bireysel donanımı ölçüsünde Edip Cansever’in de yalnız, yabancılaşmış, yerleşemeyen kişilerle, anti-kahramanlarla biçim icat etmeye gayret ettiği açıktır. Süblime edilen, savunulan, sahiplenilen, arka çıkılan, kurtarıcı olarak gösterilen karakterler de yoktur onda; büsbütün kötülenen, düşman olarak nitelenen, üzerine gidilen tipler de. Cansever bu konuyla ilgili olarak, kendisiyle yapılan bir konuşmada şunları söylemektedir: “Anlattığı şey, savunduğu şey değildir şairin. Sergilemektir yaptığı. Bir durumu, bir kişiyi, bir tavrı, bir yaşama biçimini sergilemek. Çağrılmayan Yakup’u düşünün. Yabancılaşmayı sergiledin diye yabancılaşmış olmuyorsun ki kendin! Savunuyor da değilsin yabancılaşmayı.”
Edip Cansever şiirinde öne çıkan kişiler, son çözümlemede, “boşlukta sallanan insanlar” olmaktan, “kayıp kişi”ler olmaktan hiçbir zaman kurtulamazlar. Bir dizesinde söylediği gibi “İnsanlarla kaynaşmış, kalabalık bir yalnızlık”tır bu.
“Kalabalık, patolojik, yenik bir kişilik sarmalı” olarak nitelenebilecek Ruhi Bey, Cansever şiirindeki çokseslilik aranışının en önemli örneğidir kuşkusuz. 20 bölümden ve 92 sayfadan oluşan bu şiirin ufak bir romanı andırdığı hep söylenmiştir. Bu uzun şiirin kahramanı olan Ruhi Bey, Yusuf Atılgan’ın ünlü romanı “Anayurt Oteli”nin Zebercet’i ile ilginç benzerlikler göstermektedir aynı zamanda. İkisi de “saplantılı” tipler olarak çıkmaktadır karşımıza. Şairlerin ve yazarların böyle bir oluş biçimiyle ilgilenmeleri, onları önerdikleri veya örnek gösterdikleri anlamına gelmemektedir. Dilin; bir şey “söylemek”ten veya “ifade etmek”ten çok, serbest dolaylı bir üslup aracılığıyla “gürültüden söze, sesten anlama bir geçiş üreten bir akış, bir katalog, bir ses veya duygular dizisi” yaratması daha önemlidir. Şair için burada vurgu, kişinin bağlı olduğu değerler dizgesini kutsamak ya da alaşağı etmek değildir. Hatta şair için kişi bir kişi bile değildir; bir şiirsel öğe, bir tasarım, nesneler akışının sunumsal bir parçasıdır.
Çoksesli, çokdilli, çokmerkezli bir şiire yakın duran biçim ve içerik argümanları taşır “Ben Ruhi Bey Nasılım”. Gevşek, dağınık bir örgü içinde çoklu bağlantılar ve tanıklıklarla, farklı mekânlar, zamanlar ve göndermelerle açımlanır. Kendi kendisine nasıl göründüğüyle ilgilenmesi de şiirsel bir çoğulluğa kapı aralar. Patetik bir tiptir şiirde söz konusu olan bu kişi. Sayıklamaları eşliğinde kimi anılarını imgeleminde canlandırmaya çalışır. Geçmişini deşer, çocukluk ve ilk gençliğinin bellekte bıraktığı tortuları kurcalar. Ruhi Bey’i tanıyan, onun yaşayışında yeri bulunan silik insanlar da şiirde farklı adlar / sesler olarak ve nesneler zincirine eklenen parçalar olarak konuşurlar. Ruhi Bey şiir için neyse onlar da odur. Bu özgül dünyanın özne ve nesnesi, ben’leri ve öteki’leri yoktur. Hepsi bir “duygular dizisi”ni sunmaya yönelir. Burada bir polyglossiadan (çokdillilikten) söz edilebilir. Ahmet Oktay, şiirde Ruhi Bey’i farklı yönlerden betimleyen, onun hakkında çeşitli bağlamlarda konuşan, onun özel sorununu nesnelleştiren bu kişilerin “sokağa çıkmadan önce durmadan giysi değiştiren” Ruhi Bey olduğunu öne sürmektedir. Nitekim şiirin sonundaki “Koro” bölümünde yer alan “Bir bütünün parçalarıyız, bir bütünün parçalarıyız” dizesi de bu belirlemeyi varoluş sorunu bağlamında anlamlı hale getirmektedir.
Ruhi Bey şiirinde, bireyin sürekli kendi mikro-deneyimlerine döndüğü, şizoid bilincin öne çıktığı da söylenebilir. “Anımsama”nın önemli bir rolü vardır şiirin kuruluşunda. Bellek adeta kendiliğinden ilk travmayı ve eşikleri bulmaya çalışır. Şiirin muğlak gönderimlerini, iç içe geçen çoklu göstergelerini bütünleştirmeye çalışıp Ruhi Bey’e bir çocukluk atmosferi çizdiğimizde “baba, üvey anne, Hayrünnisa, konak, limonluk, Ruhi Bey’in limonluk ve konağı yakması ve üvey annesinin cinsel tacizi” ortaya çıkmaktadır; ama bunlar bir bütüne hizmet etmemektedir. Limonluk ve konağın belirgin mekânlar olarak ortaya çıktığı çocukluk döneminde yaşadıklarının ve özellikle de “cinsel taciz”in Ruhi Bey’in tüm yaşamını etkileyen önemli sonuçları içkin olduğu ilk elde akla gelse bile, bize göre bu konuda söylenmesi gereken asıl şey, Ruhi Bey için anımsananların merkezî bir önemi olmadığıdır. Anlatılan olayların ve konuşan kişilerin hepsi de şiirin “geçiş üreten bir akış” çizelgesi olmasını sağlar ya da sağlamalıdır dememiz daha doğrudur. Ne var ki Cansever son tahlilde Ruhi Bey’in öyküsünün bu ilk travmayı ortaya koyduğunu ima edecek içerimlerin (psikanalizin o senelerdeki yükselişine bağlı olarak) cazibesine kapılarak çoksesliliği ıskalayacaktır.
Diğer anlatıcıların aktardıklarının da bu travmanın bir sonucu olarak ortaya çıkan Ruhi Bey’in bir sarmala dönüşen kişilik özelliklerini yansıttıkları söylenebilir. Bu patetik durumu ve özellikle cinsel boğuntuyu merkeze alan saplantılı ruh halini, Anayurt Oteli’ndeki Zebercet’te de görmekteyiz. Ruhi Bey’deki “limonluk ve konak”ın yerini söz konusu romanda mükemmel bir “eşik mekân” olan “otel” almakta; bu mekânla bütünleşip özdeşleşen Zebercet, zamanla bu mekânı kendisi ve hatta başkaları için adeta bir cehenneme çevirmektedir.

*
Çokseslilik konusunda değineceğimiz şairlerden biri de İsmet Özel’dir.
İsmet Özel, konuşmalarında kadim kavramlar olan ethos / pathos ikililerini dile getirerek sık sık ethos’u yeğlediğini belirtir. Ancak Özel şiirinin ana mecrasını belirleyen şey bizim “ergen-oluş” diye tanımladığımız patetik kanaldır. Şiirlerinde en sevilen ya da şaşırtıcı bulunan bölümler, şiirlerinin gerçek bir açılım sağlayan yerleri; patetik sızıntıların şiirde sökün ettiği yerlerdir. Daha sonraki şiirlerinde de izleri sürecek olan “ergenlik bunalımı, kendini hor görme, bedeniyle uğraşma, cinsel yalnız bırakılmışlık” gibi özellikler, Özel’in şiirinde önemli bir rol üstlenmiş, altan alta varlığını hep devam ettirmiştir. Söz konusu ergen-oluş’un en karakteristik örneği “Geceleyin Bir Korku” başlıklı şiirdir:

Hırlıyım, böylece büyüyor baldırlarım ve boynumun öpülen yeri
iri bir kuş kendini ağartıyor koltukaltlarımda
geceyi hor görüyorum, böylece gecenin bütün itliğini
irkilip terliyerek bir erkek sesi olarak yatağımda
tanrım, Pekos Bil’im gözet beni.

Beni çünkü buram ağrır, bacaklarımı hor görürüm aynalarda
bağrıma bir gül tünemiştir, kanar yanakları bir oğlanın yağmurdan
hüznü hor görürüm çürütür çünkü o kuşu koltukaltlarımda
hırlıyım böylece büyür aşkın bir salgıdan öteye geçemediği
tanrım, Pekos Bil’im üşüt beni.

Üşüt, yırtsın öpüşlerimi paslı tenekeler, soyunup org çalayım
ceketimle örteyim gecenin bütün itliğini
tanrım, Pekos Bil’im uçur beni.

Keza, başarılı uzun şiiri “Of Not Being A Jew”de tematik olarak kaçış, kopuk-oluş, fiziksel olarak var olmasa bile bir yurda bağlılık gösteren azınlık duygusu (diaspora-oluş)nu işlemekle ve üstelik ikinci ses olarak şiirde kurgulanan vaşak’ın sesi (Özel’in ikinci iç sesi) onu sürekli merkezkaç çekime yönlendirmekle birlikte, Özel nihayetinde başa (merkezi noktaya) dönmeyi ululamıştır. Bu nedenle de çoksesli bir şiiri değil teksesli bir şiiri bilerek seçmiştir:

“Herkesin bahanesi var senin yok
Günahlı bir gölgenin serinliğinde
Biraz bekleyebilirsin, daha sonra
Burada kalamazsın, başa dönemezsin
Ama dön
Eve dön! Şarkıya dön! Kalbine dön!
Şarkıya dön! Kalbine dön! Eve dön!
Kalbine dön! Eve dön! Şarkıya dön!”

*
Şairin bir parçası olduğu yaşamsal gerçeklik, şiirin kurulmasında ister istemez etkili ve yön tayin edicidir. Her şair yaşadığı zamana istese de istemese de çok güçlü bağlarla bağlıdır. Zamanından çok kopuk olarak yazdığında bile, mevcut çerçevenin büsbütün dışında olma iddiası güdemez. Şiir her zaman siyasi, sosyolojik, kültürel, tarihî ufkun ve konuşulan dilin geniş arkaplanını ardına alır. Şiiri kaldırmayacağı bir gerçeklikle sınayamayacağımız gibi zaman dışı bir kurgunun içine de atamayız. Her iyi şairin geleceğe bırakılmış kimi yönleri, açılmamış tarafları olduğunu düşünüyoruz. Ancak bunların içerisinde, çağımızın sorunlarına yakın sorunları yaşamış olanların bir ayrıcalığı olduğu da su götürmez.
Bu yazının iddiası, çoksesliliğin tüm uçlarını mevcut şiirde aramak değildir. Ayrıca çoksesliliğin geçmişe dönük uçlarının mükemmel birer veri olması da beklenemez. Bu nedenle ilk elde, daha bilinen az sayıda şairdeki örnek yaklaşımları dile getirme ihtiyacını duyduk. “Çokseslilik”in yeni bağlamı içinde son dönem Türk şiirine cepheden bakış” ise, ayrı bir yazı konusu olduğu için sonraya bıraktık. Zaten çokseslilik her şeyden önce bu çağın bir gereksinmesini ifade eder. İyi eserlerin güçlü taraflarından, dirilik alameti olan taraflarından çıkarılmış bir metotlar bütünüdür. Teksesli çok başarılı şiirlerin mevcudiyeti, çoksesliliği yeğleme gerekçelerini ortadan kaldırmaz.
Öte yandan çoksesliliğin kutsal kitaplardaki diyalojik bilinç ile dahi kuvvetli bağları vardır. Kutsal kitaplar, hüküm aşamasına varana kadar, daima ikili bağlantılar aracılığıyla bir şeyi açığa vurur. Şahıslar, olay örgüleri ve mücadeleler, hep bir zıtlıklar esası üzerine kurulmuştur. Göçler, yersiz yurtsuzluk, yoksulluk, savaşlar, dışlanmalar vb. her olay örgüsü kendi irade savaşını verir, yazgısını seçer. Her şey, belli bir yere kadar açık uçlu kurgulanmıştır. Dolayısıyla çoksesli diyalojik bilincin, insanın müşterek alanında devinen kadim bağları, çokuzamlı göstergeleri de vardır.

KAYNAKÇA
Ali Emre, “Umutsuzlar Parkı’nda Çoğalan Trajik Edip Cansever Şiiri”, Hece, nr. 113, s. 62-74
Ece Ayhan, Bütün Yort Savullar, YKY, İstanbul 1994
Edip Cansever, Gül Dönüyor Avucumda, Adam Yayınları, İstanbul 2000
Edip Cansever, Şairin Seyir Defteri, Adam Yayınları, İstanbul 1995
Hayriye Ünal, “Yalnız Şiirle Doğanlar ve Anlatılası Mücadeleleri”, Hece, nr. 113, s. 51-61
İsmet Özel, Erbain, Çıdam Yayınları, 3. bas. İstanbul 1990; Of Not Being A Jew, Şule Yayınevi, İstanbul 2005
Mikhail Bakhtin, Karnavaldan Romana, Çev. Sibel Irzık, Ayrıntı Yayınları, İstanbul 2001
Turgut Uyar, Büyük Saat, Can Yayınları, İstanbul 1984