Menu
BEYAZ SİMYA YEŞİL KEFEN
Deneme/İnceleme/Eleştiri • BEYAZ SİMYA YEŞİL KEFEN

BEYAZ SİMYA YEŞİL KEFEN

ÂH MURÂDİYE!

http://www.youtube.com/watch?v=XzeKtiZ1UN8&feature=related

‘Evvelâ kendini tanımayla çıkmalı yola’ demiş büyükler. ‘İlk önce kendini keşfetmeli insan…’ “Madem yola revân olmanın vakti gelmiştir; o hâlde önce kendi semtimi dolaşmalı…” diyerek çıkıyorum Yahşibey Mahallesi, Kocacafer Sokaktaki evimden.

Hisar ekseninden bakıldığında şehrin batı yakasındaki en eski Osmanlı semti burası. Eğer her şehrin bir kalbi varsa, Bursa’nın kalbi de muhakkak Murâdiye’dir!

Şehrin kalbinin attığı yere doğru yürüyorum…

İşte, Tanpınar’ın “Sabrın acı meyvası” olarak” ifade ettiği mekân; “Muradiye Külliyesi”

Bir düş gölünün ortasına gömülü hayal bir şehir gibi duran külliyeden içeri girerken buğulanmış, nem tutmuş türbelerden gülümseyen gümüş yüzlülere;

“Esselâmü aleyküm yâ ehlel-kubûr!” diyerek selâm veriyorum.

Hayret!.. Ne bir düşünce, ne de bir kanat sesi; yalnız derin bir sükût var her yerde!

Kim görse bu eski külliye yemyeşil bir kefene sarılı bir bulut gibi mütemadiyen ağlıyor sanır! Kim duyar şehrin kalbindeki bu sessiz âhı? Kimler duyar, bilinmez…

Bu türbe; “Sultanların Sultânı… Diyârların, kara ve deniz memleketlerinin sâhibi… Gâzi ve mücâhitlerin padişahı… Zayıf ve bîçarelerin sığınağı… Bayezid Hân oğlu Mehmed oğlu Sultan Murad Hân’a ait…”

Yağmurlar gözyaşı olup hâlâ kabrini ıslatsın diye kapanmasını istememiş kubbesinin. Eğer bir avuç tohumu çok görmezse türbedar, bir yeşil yakut olup yeşerir her bahar kabir… Çünkü güneş yüzlü, yakup gözlü baba böyle dilemiştir. Çünkü ölüm uykusu, ancak gül endâmlı oğul Sultan Alaeddin’in yanında güzeldir…

Türbenin girişindeki ahşap tavan ve süslemeleri muhteşem... Türbenin içi mavimsi zemin üzerine serpiştirilmiş kızıl, lâcivert ve firûze renkli çiçekli çinilerle bezenmiş…

Belki Sultan’ın bir sandukası olsa burma üsküflü sarığının altından bakan yeşil, çekik gözlerini hissetmemiz hâlâ mümkün olabilirdi.

itik Sultanlar.

Esrar, âhenk ve akış… Korkut, Ali, Âlemşah… Osman, Orhan, Emir ve Mustafa… Osmanlı tuğlarındaki Ankâ’nın kanadından yolunmuş tüyler gibi uçuşan bu şahin gözlü şehzadeler, şimdi karşılarında parlayan genç amcaları Sultan Mahmut ile acaba ne söyleşmekte…
Sultan Alaaddin!.. Gül yüzündeki gölgeler diken olmuş şehzadem, Müslüman sükûneti kuşanmış bu beldede bahtsızlar yazgısına sessizce yağan kardır.

Medresenin arkasındaki türbede Fatih Sultan Mehmet Hân’ın iki oğlu Sultan Cem ve Sultan Mustafa yatıyor.

Zarif, ahşap oyma ve geçmeli eski kapı… Altın yaldızlı çiniler… Kubbesinde, şehzadelerin hazin öyküleri ile uykuya dalmış bu türbede Cem Sultân hâlâ mırıldanır:

“Yürü, var ey Bâyezid, sen süre git devrânı Saltanat bâki kalır derlerse, ol yalandır!”

Burası seyyahlara, yazarlara ilhâm kaynağı olmuş diyorlar. Hangi romancı kendi hikâyesi ile sermest bu külliye üzerine yeni bir ‘kurgu’ katabilir ki, hayret!?

Sinesine bütün hüzünleri toplamış bu mezarlarda yatan bahtsızların hangi ‘olay örgüsü’ güldürür tekrar yüzünü?

Şu mermerlerin hafızasına gömülü dili geçmiş zaman dile gelse, sığabilir mi metinlere?

Bir elinde ay, bir elinde güneşle bekleyen hükümdarlara sırtını dönmüş Cem Sultan, yokluğun gölgesine sığınmayı seçtiği bu sükût mahzeninde âdeta varlığın nuruna doğabilir miydi?

Leylî Bağçede vakit ilerliyor, gölgeler uzuyor bahçede… Gülrûh Sultan, Kamer Sultan, Fâtıma… , Şirin Hâtun, Ferahşâh ve Âyinşah sultanlar… II. Bâyezid’in köle pazarından alıp evlendirdiği Şirin, Bülbül ve Muhterem Hatunlar…

Hepsi de külliyede yatan bahtsız şehzadeler için hüzün yaşmağını çekmiş ağlıyor gibi…

Fatih Sultan Mehmet Hân’ın ebesi, o mübarek hatun anne; Kanuni’nin büyük oğlu, Hürrem’in entrikalarına kurban giden o güzel boyunlu, gümüş şehzadesini dizinde avutuyordur belki de.

Ya şu Şehzade Mahmut türbesi?

Ya II. Bayezed’in boğdurulan küçük şehzadeleri Musa, Orhan ve Emir?

O küçük şehzade Emir ki, kendisini boğmaya gelen cellâdının boynuna sevgiyle sarılmıştı. Baygınlık geçiren o kaskatı yürekli cellâdın yüreği kim bilir hangi abdalın sırlı parmaklarında evirilip çevrilmişti…

Ve saraylılar… Kim bilir şurada yatan hangi hanende bir güzeldi… Avlularında kanatsız baykuşların öttüğü viran köşklerden sürülerek gelen nâzendeler bu şehri evvelden bilirler miydi?

Hâsılı kanayan bir mahşer burası! Şimdi binlerce ağıt yakılsa dönerler mi yeniden?
Camisi, medresesi, okul, imaret, şadırvan ve çeşmeleri ile çevrili bu yerde bahçedeki kırılmış nice mezar taşlarında son söz hep “fenâ”dır!

İkindi namazını kıldıktan sonra veda etmek için son bir kez dönüp bakıyorum türbelere…

Fani hurûşan bir tende ürperen dirilerime bir kez daha Fâtihalar yollarken ağlıyorum…
Ey hüzün mahşerinin güneşsiz ve duvaksız gelinleri… Ey tarumar bahçelerin mahmur ve mahzun bakışlı şehzadeleri… Bırakın beyaz simyanızda kaybolsun mekân Ve bırakın yeşil kefeninize sarınıp uyusun “Bursa’da Zaman”

Âhirimizin evvelimizden hayırlı olması niyâzıyla…