“…hepsi ama hepsi bana ilginç geliyor, başka hayatların, bambaşka dertlerin olması beni hayrete düşürüyordu. O kadar çok insan ve o kadar çok mesele vardı ki ve hepsi öylesine aynı anda yaşanıyordu ki, bu inanılmazdı. Bütün bunlar nereye gidiyordu? Bir çocuk kardeşiyle kavga edip ağladığında ve sonrasında sustuğunda bu nereye gidiyordu? Yaşlı bir kadın yıllardır balkonun aynı yerinde oturup ziyaretine gelmeyen çocuklarının yolunu gözlediğinde, bu nereye gidiyordu? Bütün bunlar nerede toplanıyor, nereye kayboluyordu? O mavi kapı boşuna eskimiş olamazdı. Bir şeyler olmalıydı. Anlamlı bir şeyler. O anda ben o sokaktan geçerken, dünyanın her yerinde, bambaşka şeyler yaşanıyordu. Bütün bunlar nasıl olabilirdi? Aklım almıyordu.”*
Aralık ayı, üşüyorum. Üzerimde kalın kıyafetler ve son gayretlerle atıyorum uçağa kendimi. Bir bilinmezin başlangıç noktası da diyebiliriz bunun adına, bir maceranın ilk dakikaları da. Uzakların yakın, yakınların uzak olmaya başladığı yer. Yahut uzak ve yakın diye bir tanımlamanın hiç de kolay olmadığını idrak safhası… Birkaç günlüğüne ya da haftalığına gidiyor olsaydık muhtemelen bambaşka bir hissiyat içinde olurdum. Ancak bir yere temelli (Ne kadar temelli olabilir?) gitmek, bir yerde “yaşamaya” gitmek, bir yerde yuva kurmaya gitmek; insanı farklı pek çok şeyi bir arada düşünmeye ve hissetmeye itiyor. Dört yıl önce benzeri bir yolculuğa yine aynı gayeyle çıkarken de bunları düşünmüştüm. O zaman istikamet Pakistan’dı. Önyargılardan azade, iyi beklentilerle çıkınca yola, yolun seyri değişiyor diye düşünüyorum. O zaman da öyle olmuştu çünkü. Heyecan ve merak; tanışma ve anlaşma arzusu endişeye galip gelmiş, geride bıraktıklarımıza duyduğumuz hüzün, karşımıza çıkacakların neşesiyle yavaş yavaş dağılmıştı yolculuk boyunca. Yine öyle olacaktı, hissediyordum.
Bu kez varış noktası bizim için yeni bir kıta, Afrika’ydı. Afrika’nın içindeki onlarca ülkendense Burkina Faso. Haritadaki yerinin bilmeyi bir kenara bırakın, ismini bile ilk kez kısa süre önce duyduğum bu ülkede acaba bizi neler bekliyordu? Doğduğum, doyduğum, hayranı olduğum yerin benim için kuvvetli bir referans noktası olması; alışkanlıklarım, hayat standartlarım, aşinalıklarım, modern tabirle “konfor alanı”mın sınırları yeni hayatımda işleri ne denli zorlaştıracaktı? Ne kadarını kendimle götürebilecek ne kadarını yeni şartlara göre değiştirip dönüştürebilecektim? En basitinden bavuluma sığdırmaya çalıştıklarımdan bile neyin benim için ihtiyaç, neyin istek olduğunun muhasebesini yapmak; eleyemediklerimin benim için anlamını kurcalamak, kolayca eleyebildiklerimin hayatımda neden bu zamana kadar var olduklarını sorgulamak bile beni kendimle yüzleştirmeye fazlasıyla yetecekti. Yolculuğun, yola çıkmanın, yolda olmanın insanı “Keşke bugün kendimle karşılaşmasaydım” hayıflanmasından “İyi ki bugün kendimle karşılaştım” noktasına taşıması kerameti… Hayatın belli safhalarında insanın kendi ile karşılaşması ve yüzleşmesi, orada yaşanan çarpışmalar, açılan yaralar, yorgun düşmeler ve tüm bunların ardından gelen kendiyle kucaklaşma hissi bana iyi gelecekti.
Yolculuklarda kalkış noktası ile varış noktası arasında neyin ne kadar değişeceği benim en çok merak ettiğim şeydir. Aynı gökyüzünün altında ne kadar farklı hayatlar kurmuş olabiliriz oradaki insanlarla? Şehir nasıldır, şehrin insanı nasıl? Dönerken yorgun argın işinden bir akşamüstü insanlar… O iş nedir? Ocağa koyulan tencereler, atılan baharatlar içine… O yemek nedir? Sokaktan yükselen çocuk kahkahaları… O oyun nedir? Yaraları en çok nereden açılır insanların? Çiçekler büyüleyiciliğinden bir şey kaybetmez sanki, kuşlar neşesinden? Nedir elleri nasır tutturan, gözleri bulanıklaştıran? Kimdir ya da nedir özlem duyulan? Telaşlar, soluklanışlar, yutkunuşlar, unutuşlar ya da unutamayışlar neyedir? Aynı yıldızlara bakıyorsa insan bir başkasıyla, ne kadar farklılaşır ki onunla?
Büyük, kalabalık bir uçaktayız. Önümüzde endişelerden, hayallerden, meraklardan, yorgunluklardan müteşekkil altı saat var. Sesler farklılaştı şimdiden; tınılar, vurgular… İstanbul’dan dönüyor olmak uçaktaki diğerler yolcular için dönüşlerin hüzünlülerinden olsa gerek. Bizim için de vedaların zoru. İnsan İstanbul’dan ayırılırken yanında ne götürmek ister ona dair? Tam gün batımına denk gelen bir vapur kalkışı mesela? Taze simit ve çayla bir tabure üzerinde dönen dost muhabbeti? (Evet, İstanbul’a dairdir bu da.) Cami avlularındaki ümitli bekleyişler de koyulabilir bavula, deniz kenarındaki yürüyüşler ve iç çekişler de. Boğaziçi erguvanları, kırmızı sokak tabelaları, kedi mırıltıları… İnsan özleyeceğine adı gibi emin olsaydı pek çok şeyi, bu kadar hor kullanabilir miydi onları? Burnunda tüteceğini, hasretle anacağını düşünebilseydi böyle üstünkörü mü bakardı pek çok şeye, böyle kulak vermeden mi dinlerdi tüm sesleri?
Yolculuk bitti. Uçaktan indim. Aralık ayı ve ben artık üşümüyorum.
“Her yolculuk kalıplarımı kırıyor, ezberimi bozuyor, sivri yanlarımı törpülüyordu. Farklı dünyalar tanımak bana kendi varlığımı hissettiriyor ve hayretim hiç bitmeden artarak devam ediyordu.”*
*Katmandu’ya Yol Arkadaşı Aranıyor / Abdullah Kibritçi
Kars’ta doğdu. Akyazı Anadolu Öğretmen Lisesi ve Marmara Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Öğretmenliği mezunu. Uluslararası ve Karşılaştırmalı Eğitim alanında yüksek lisansı devam ediyor.
Yurt içinde ve yurt dışında öğretmenlik yaptı ve Yeşilay bünyesinde, bazı Osmanlıca dergilerin dijital ortama aktarılmasında görev aldı.
Ayraç ve Yazıatölyesi dergilerinde editörlük yaptı.Yazıları İtibar ve Muhayyel dergilerinde yayımlandı.Çocuk edebiyatı, pedagoji, psikoloji alanlarında okumalarını sürdürüyor.Evli ve bir kızı var.