Bu yazılara bir müddet ara vermiştim, kaldığı yerden zaman izin verdikçe devam edeceğim. Son numara altı idi, şimdi yediden sürdürüyorum.
Türkiye nüfusunun 18 yaş üstünün %80’i sosyal medya kullanıyor. Pasaport sahipliği %14, nüfusun %69’u yılda bir kitap okuduğunu söylüyor. Kitap okuma grafiğindeki artış sürüyor. En çok okunanlar denilince artık okunmazsa ayıp kaçacağı düşünülen Kürk Mantolu Madonna birinci sırada. George Orwell yerini koruyor. Roman popüler tür olma geleneğini kaptırmıyor.
Benim listelere pek aldırmayan aylak gezintimde Tuğrul Tanyol’un Şiirin Soyağacı isimli kitabı bir tesadüf sonucu dikkatimi çekti. Kitap, kendi kuşağını önemseyen bir bakış açısıyla Ahmet Haşim, Yahya Kemal, Orhan Veli başarısını çoğunlukla teyit eden ve Türkiye’deki şiir hareketlerini asıl gövdeden kopuş diye değerlendiren yazılardan oluşuyor. Avantgarde teriminin içeriğinin bizde yanlış kavranması kayda değer bir tespitti. Şair bunu, dilin egemen sınıflarla olan ilişkisine karşı bir dil kurma çabası biçiminde vurguluyor. Şu ilaveyi yapabilirim: Terim, bizde kalıplaşma temayülü gösteren üsluba bir alternatif arayışı. Tanyol’un tespitleri, 1980 sonrası şiirin nasıl nefes aldığını görmek bakımından derinlikli yazılardı.
Enis Batur’a Mektuplar 1975-2005, İlhan Berk’in yeniden hayat bulmasında elbet yeri olan bir süreci okumamızı sağlıyor. Enis Batur, İkinci Yeni’yi külliyat olarak yeniden okuyucuyla buluşturunca hatırlandıkları kadar yenilenmiş de oldular. Mektuplar, İlhan Berk’in teşekkür ve istek ifadeleriyle dolu. Kendince titizlikleri olduğu anlaşılsa bile mektup gibi özel yaşantıya yaslanan metinlerde sıkça görülen dönem ve eser tanıklıklarına çok az giriyor. Kendisi ile baş başa duygusu uyandırdı bende. Edebi lezzet açısından zenginliği az.
Kayıp kuşak tanımlaması bizde neden yok diye düşününce iki şey akla geliyor. Birincisi böyle bir tanım Türkçe için manasız. Geçmişi tanımlamada mahir bir kültürümüz var. Modernleşme dönemi için bu ifade bazen duyulsa da eğitim ve yabancı fikirler içinde kalıp yabancılaşan kişilere acımtırak bir üslupla söylenmesi ancak ikinci yorum olur. Savaş, göç, çok hızlı siyasal değişimler kuşaklara zaten kayıp zamanlar silsilesi yaratmış gibi. Ancak bu atmosferde ürün verenler kendilerini bir yere bağlamaya çalışıp tutunmaya çalışmışlar. Yani düşününce Oğuz Atay’ın o hacimli romanında bile Türk tarihinden ne çok isim yer alır. Oysa bilinen içeriğiyle bir araba tamircisinin çırağına söylediği kayıp kuşak sıfatı şu isimlere yapışmıştır: Ezra Pound, Gertrude Stein, T.S. Eliot, E. E. Cummings, Hemingway, John Dos Passos, William Faulkner, F. Scott Fitzgerald. Kayıp Kuşak şair ve yazarları tarihe gidemiyorlar, yerleri karışmış, ağır bir savaşın ve kaybolan bir modernite aklının içinde kalakalmışlar. Bizim edebiyatımız dünyanın bu değişim ve bireye saklanan acılarına girmemiştir. Yazarların mektup ve anılarına bakıldığında kendi grup dayanışmalarının ve geleceğe dönük beklentilerinin yoğunluğu bunun izahı gibidir. Attila İlhan’a Mektuplar bu açıdan önemli bir veri sunar.
Okur lafazanlıkları:
Picasso, insanın kendisini bulmasını ne ilginç anlatmış: “Altı yaşımdayken Raphael gibi çizebilirdim. Bir çocuk gibi çizmeyi öğrenmem otuz yılımı aldı.”
Sevilen’in hikayesi gerçek bir olaya, “Margaret Garner” isimli kaçak bir kölenin 1850’de yakalanınca kızını köle avcılarına teslim etmektense öldürmesine dayanmaktadır. Bu bilgiye rastlayınca yazarın takma ad kullanması daha anlamlı geldi.
Çocuk edebiyatı giderek büyüyor.
Şiirin görünmeze geçmesi, zamanın şiirsizliğinden.
Ertan Örgen 1969 yılında Konya'da dünyaya gelmiştir. Selçuk Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümünden mezun olmuştur. Selçuk Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümünde yüksek lisans ve doktora eğitimini tamamlamıştır. Araştırma & Başvuru Kitapları, Deneme, Divan Edebiyatı & Halk Edebiyatı kategorilerinde eserler kaleme almıştır. Yazar hala Balıkesir Üniversitesinde öğretim üyesi olarak görev yapmaktadır.