İçimde kaynayan kızıl kıyametlere aşı vuran güneş, dua dua çekiyor yeryüzünden eteğini... Penceremden süzülüyor güneşin batışında aheste aheste çağırdığı hüznün kasvetli buhranları sayfama. Sayfam masmaviyken birden griye, bağrı yanık bulutların rengine dönüşüyor. Her bir sayfam gözlerin taşıyamadığı zaman dayanamayıp süzdüğü çiğ tanelerini süzüyor yazıma. Islaklığından mıdır nedir bilinmez ama defterimi o an elime aldığımda, avucumda taşıdığım esrik notların çaldığı, hikmeti suskusunda saklı ezgiler işitiyorum. Her ezgi güneşin bir daha doğmayacağını fısıldıyor, her suskun kuş ölümü gözlerinde taşırmışçasına korkutuyor beni.
Nihayet güneş yeryüzünden çekildi. Yeryüzü yine kararsızlık içerinde... Kâinat sanki karanlığa direniyor, gece olmasını istemiyor... Daha güneş tam batmadan ay görülüyor ufuktan. Birazdan yıldızlar da görünecek, güneşin varlığını hissettirecekler. Sonrası ölüm korkusu... Karanlığın telaşı, ateş böceklerinin hâlâ ortaya çıkmadığından olsa gerek. Karanlık da korkuyor ölümden, o yüzden ateş böceklerini çağırıyor içten içe, müezzin sesiyle yıldızlara sesleniyor, ayın kaybolmaması için her gece yakarıyor.
Meçhul saniyeler arttıkça yüreklerde biriken hasret de artmakta. Sedefkâr düşlerini kıyılara vurmakta okyanuslar. İnciler açılmayı, gül bir daha solmamacasına serçenin yüreğiyle hemhâl olmayı umuyor. İntizar yaşlar süzülüyor çöllere, ab-ı hayat akıtıyor maşuklardan nadide sayfalara. Umudu asumanlarda tutan ve duygulandıkça umut yağdıran bulutlar, özgürlüğün bir simgesi olarak maviye özlemi nakşediyor ölüm günlüğüne. Ölüm günlüğü arttırılmış tutsaklık olan aşkın rengiyle boyanıyor. El Vedud’un boyasıyla boyanıyor sözün başlangıcı. Gül, âşıklığı arttıkça renkten renge girdiği gibi temiz kalbin simgesi olan menekşeyse mor renginde ölüm günlüğünde. Gelincikler uçurum kenarlarında allanıp pullandılar, kırmızıya çevirdiler bulundukları müntehir sayfaları.
Sayfalar hazır ölüme, yitik yâre vuslat gecelere fecrin gelmesini bekliyorlar. Gül suyu ile yıkanan eleğimsağma, bu güzel anı kaçırmamak isteğiyle hazanlara meftun gözleri arıyor.
Yağmuru dinliyor uzletine çekilen mezarlar. Mevte yenik düşen tabutu önce gök süzüyor, sonrasında toprak özümsüyor petek petek. Her açılan mezar, suskun kıyametin çığlığını andırıyor. Karanlığa gebe her kuyu, Azrail’i çağırıyor.
Ebru suyla cilveleşince aydınlanacak yeryüzü. Fecir muaf tutuyor darağacında sırasını bekleyen mahkûmların. Gardiyanların çekeceği münzevi fotoğrafları almıyor havsalam. Süremiyorum vefa merhemini umudun pıhtılaşan ezgisine, vuslat olmasaydı nefes de alamazdım.
Suya yazarak içimi döktüğüm ölüm akislerini topluyorum bir bir, vakit tamam. Şimdi artık mücrim alnımda yankılanan mahşerî sesi duymanın vakti... Ay ışığı sızdıracak hicranını kuyulara, kuyulardan nârin bir nida yükselecek semaya. Ardından efsanevi sırlara bekçilik yapan suskun şahmaranlar çıkacak saklandıkları mezarlardan. Ve kâinatın tüm sırlarını bir bir ortaya çıkaracak ay ışığında ölüm; mehtabın şevketi lâl dilleri cesaretlendirip kuşlar gibi mevtlerinin tebessümünü esirgemeyecek milatlarına...
Mevti milat olacak ay ışığıyla saçlarını örüp Kaf dağını aşabilen şehitlerin.
(Bu yazı Ay Vakti Ocak-Şubat sayısında yayımlanmıştır.)