Menu
ÖYKÜCÜLERLE YAKIN OKUMALAR -5 MESUT DOĞAN
Söyleşi • ÖYKÜCÜLERLE YAKIN OKUMALAR -5 MESUT DOĞAN

ÖYKÜCÜLERLE YAKIN OKUMALAR -5 MESUT DOĞAN

MESUT DOĞAN: “GELECEĞİ BİLMEK KOLAYDIR, ZOR OLAN GEÇMİŞİ BİLMEKTİR ÇÜNKÜ GEÇMİŞ MÜTEMADİYEN DEĞİŞİR.”

-Mesut bey, biz sizi şair yönünüzle tanıyoruz. Öykü kitabınız yayınlandığında “Acaba bu şiirleriyle bildiğimiz Mesut Doğan mı?” diye sordum kendi kendime. Öyküyle yolunuzun kesişmesi nasıl oldu?

-Her yazar gibi ben de şiirle başladım yazmaya. Ama bir yerde tıkanma oluyor zaman zaman. Bu tamamen benimle ilgili. En büyük kusur belki de derinleşerek okumamak. Sonuçta yazamıyorsunuz. “Geleceği bilmek kolaydır, zor olan geçmişi bilmektir çünkü geçmiş mütemadiyen değişir.” şeklinde bir Balkan sözü var. Geçmişte yaşananlar, unutulmaya yüz tutan önemli karakterler sizi rahat bırakmıyor. Şehirlerin ve insanların birbirine benzediği günümüzde bu değerleri yeniden canlandırma düşüncesi bir yazarı rahatsız eden önemli bir faktör. Birçok karakteri, olayı ve yaşanmışlıkları şiirle ifade etmek kolay değil elbette. Bu yüzden birçok yazarın yol ayrımında tercihi olan ikinci yola sapmayı uygun buldum. Aslında ilk öykü denemelerim İstanbul’da iken ortaya çıktı. Şiir yazarken öyküyü deneme dürtüsünün altında tasavvufla ilgili başımdan geçen bazı olaylar vardı. Kitapta yer alan ve almayan bazı öyküler o dönemde amatörce denenmiş öykülerdi.

-Şiirle öykü arasında nasıl bir bağ kuruyorsunuz?

-Öykü daha rafineri ve üzerinde titizlikle çalışılmış bir metin olduğundan şiire daha yakın duruyor. Kelime seçimi, karakter seçimi, olaylara farklı açılardan bakmak yönüyle neredeyse şiirle aynı çaba ve işçiliğe sahip. Her ne kadar şiirin bir basamak altı gibi yorumlansa da bana göre sadece kategori farklılığı var. Şiirle ifade edilemeyen, insanların görüp anlayacağı yüksekliğe çıkarılamayan olayların öykü ile başarılması, öyküye ikincil bir önem yerine farklı bir yol ve malzeme hüviyeti kazandırıyor. Şiire oranla öykü ile daha fazla okuyucuya daha etkin ve kalıcı bir biçimde ulaşılacağına inanıyorum.

-Öykü ve genelde edebiyat dünyasının sizi daha yakından tanıması bakımından, yazı ve yayım geçmişinizden biraz ayrıntılı bahseder misiniz? Dergiler, kitaplar, kişiler?

-Yazmaya yatılı okulda başladım. Bursa Ziraat Lisesi’nde okurken Bursa’da Sanat Edebiyat dergisi çıkıyordu. 1982-1986 yılları arası. Mücahit Koca’nın bir kitapçı dükkânı vardı ve dergiyi o çıkarıyordu. Ben de bu dergide ve Yaşar Kaplan’ın çıkardığı Aylık Dergi’de şiir yazmaya başladım. Ayrıca yatılı okuldan hocam Aydın Talay’ın cesaret vermesi ile Bursa Marmara Gazetesi’nde köşe yazıları yazıyordum.

Yatılı okuldan sonra İstanbul’da hem okuyup hem çalışmaya başladım. Orada Mürsel Sönmez’le tanıştım. Mavera Dergisi ve Mürsel Sönmez’le birlikte diğer arkadaşlarla çıkardığımız Kardelen Dergisi’nde yazmaya başladım. 1988-1995 yılları arasıydı. Aynı yıllarda Dergâh Dergisi, İkindi Yazıları, Kayıtlar gibi dergilerde de yazdım. Sonra Kardelen Dergisi kapandı ve Düş Çınarı ismi ile yoluna devam etti. Ben de bu dergide yazdım bir süre. Üniversite öğrencisiyken ilk şiir kitabım Kardelen Dergisi Yayınları’ndan çıkmıştı.

2Yaşar Kaplan’ın bir süre çıkardığı Bu Meydan Dergisi’nde de yazdığımı hatırlıyorum. Yaşar Kaplan sürekli genç şairlerin kendi kişisel sıkıntılarını aşamayan şiirler yazdıklarından yakınırdı.

Hastanede çalışırken doktor arkadaşlar Kardelen için şiir veriyorlardı. Nurettin Durman ise bu şiirler bakıyor ve beğenmediği yerleri makasla keserek atıyordu. Mesleğinden mülhem! Doktor arkadaşlar buna çok sinirlenmişti. Sonunda onlarla beraber Şadırvan isimli bir dergi çıkardık. İki sayı sonra dergi kapandı.

İstanbul’da iken Kitabevi’nin sahibi Mehmet Varış ağabeyin de kitap okumamda büyük emekleri oldu. Bana hediye ve ucuz kitap vererek yazmaya tutunmamı sağlamıştı. İstanbul’dan sonra Eskişehir’e taşındım ve edebiyat ortamından koptum. Yaklaşık 15 yıl yazmaya ara verdim. Mürsel Sönmez’in ısrarlı aramalarıyla tekrar yazmaya başladım. İstanbul Bir Nokta Dergisi çıkıyordu artık. Orada seyahat yazıları yazmaya başladım. Hiç iddiam yoktu. Bazı arkadaşlar teşvik edince bu türe devam ettim. Bu alanda iki kitabım yayınlandı. Sonra öykü yazmaya başlayınca Hece Dergisi ile tanıştım. Bu süreçte Dergâh Dergisi’nden Mustafa Kutlu’nun da yazıları ve konuşmalarıyla desteği oldu.

-Öykülerinizde iki genel mekândan bahsedebiliriz. Birisi Anadolu köyü diğeri İstanbul… Bunun otobiyografik uzantıları var mı?

-Elbette. Anadolu köyü çocukluğumun geçtiği bize ait olmayan bir köydü. Babam memur olduğundan tayini o köye çıkmıştı. Başkasının köyünde geçen bir çocukluk, her evde farklı kişilikler ve lakapları olan insanlar. Çok zengin bir kültür kaynağıydı. Sonra köyden bir sabah vakti ayrılış. Kardeşimle ben çocuktuk o zaman. Elli adet koyunla birlikte ikimiz ilçeye yürüyerek gitmiştik. Çok zorlu bir yolculuktu.

İstanbul ise ilk işe ve üniversiteye başladığım şehirdi. Her şeyi yutan, silen ve yok eden. İstanbul’da hastane içinde ve çevresinde meczup ve yarı meczup olmak üzere birçok karakter yaşıyordu. Hayatı üç evreye bölersek; yirmi, kırk ve altmış yaş şeklinde, ilk evreyi köy yaşamı ve ikincisini büyük şehir etkisi altına almıştı.

-Öykülerde meczuplar dikkat çekici bir biçimde ön planda. Meczuplara halkımızın “benimseyici” bakışı ile bakıyorsunuz. Meczupların sizin dünyanızdaki yeri, karşılığı nedir?

-Meczupların yakın çevresinde geçti İstanbul’daki yaşamım. Ama ben de çoğu insan gibi onların bir görevi olmadığına inanırdım. Geçen gün vefat eden psikiyatri uzmanı Dr. Emin Acar’ın yanına gidip gelen doktor arkadaşlarım vardı. Onların vesilesiyle Ankara’da görev yaptığım sıralarda bazı akşamlar ben de gitmeye başlamıştım. Orada söz meczuplardan açılmıştı. Onların hepsinin bir görevi olduğunu, her il ve ilçenin bir veya birkaç meczubu olduğunu duyduğumda inanmamıştım. Aklı başında olan insanlar vizyonsuz ve hedefsiz yaşarken, meczupların nasıl görevi olur diye düşündüm. Dinleyenler arasında bir meczup vardı. Cenaze ve defin işlerine bakıyormuş. Bir akşam vakti Hacı Bayram Camii’nde onu gördüm ve “bu gün kaç cenazen var” dedim. Çünkü inanmıyordum. Hışımla cebinden buruşmuş bir kâğıt parçası çıkardı ve bana uzattı. Dört kişinin ismi vardı kâğıtta. O zaman her şeyi anlamıştım. İstanbul’da tarihi mezarlıkta yağan karın altında çıplak ayaklarla yatan ve asla üşümeyen meczup Mustafa’yı her şeyi her şeyi anlamıştım. Onun aslında tarihi mezarlığı beklediğini, onların bakımını yaptığını çok sonradan anlayabilmiştim.

Günümüzde sürekli kişilik ve maske değiştiren, bütün değerlerinden küçük şeyler için vazgeçen insanlara karşılık, sabit-kadem bir çizgide ömürlerini sürdüren, kimsenin söylemeye cesaret edemediği şeyleri söyleyen meczupların dünyasına sığınmak ve orada değişmez olanı, saflığı ve doğallığı bulma adına meczuplara yakınlaştığımı gördüm.

Kitapta anlatılan çoğu karakterin aslında bir meczup hayatı yaşadığını ise kitap çıktıktan sonra bütünsel bir bakışla baktığımda anladım. Örneğin, çevirmen karakteri, karşılığını alamadığı bir çeviri işine ömrünü adamıştı. Evlilik ve birçok önemli işlerini ertelemişti. Sayılan, ölçülen ve biriktirilen şeylerle ilgilenmiyordu. Bu anlamda meczuptan ne farkı vardı? Çevirmen benim askerlik arkadaşımdı ve gerçekten yıllardır kendisine ulaşamıyorum. Ne adresi var ne de telefonu. Otuz beş yıl büyük bir şehirde, hastanede hizmetli olarak çalışan, uzak bir şehirdeki eşine ve çocuklarına her yıl beş on gün gidip gelen başka bir karakter sizce normal mi?

Hâsılı, hayatta insanlık için kalıcı eserler bırakan çoğu insana baktığımızda meczup özelliklerine sahip olduğunu görüyoruz. Sürekliliği sağlayan, odaklaşan ve hedeften sapmadan çalışan insanlar genelde meczup, işinin ve görevinin delisi insanlardır.

1-Kitaptaki “Mavi Boncuk” öyküsü çok derinlikli ve bir yandan da insanın içini acıtan bir bilgelikle yazılmış. Bu öyküden ve öykünün derin mesajından bahseder misiniz?

-Öyküde anlatılan mekân çocukluğumun geçtiği ama bize ait olmayan bir köy. Geriye dönüşümlerle ve çağrışımlarla yabancılık, çaresizlik, yoksulluk, korku ve sayısız faktörün kuşattığı bir yaşamı anlatıyor. Bir sığıntı gibi yaşıyorsunuz. Köyün en dışındaki evde. Çünkü baba imamdır ve onun ek işi olamaz, hayvanları, tarlası olamaz. Bunlar varsa üzerinizdeki tarassut ve ceberut daha da artar. Daracık çemberlere hapsolmuş bir çocukluk kısaca.

Köyün zengin profilini oluşturan kalabalık nüfus, her ailenin bir lakabı ve özelliği olması vb. diğer fenomenler ve buna düşman üç faktör; ölüm, şehirleşme ve Yıkımcı Uzun Mustafa. Bu üç düşmanın saldırılarıyla yok edilen bir sosyal hayat ve kültür. Kitabın bütününde yer yer bu üç faktöre yer veriliyor. Mavi Boncuk’ta ise ölüm ve örtülü olarak şehirleşmenin yıkıcı etkisi anlatılıyor. Yaşadığım köyün örneğiyle içi boşalan ve kimsesizleşen köylerimiz de dramatize ediliyor bir bakıma.

Öyküde esas verilmek istenen mesajlardan birisi de, yaşamın ne kadar aldatıcı olduğu ve her insana mavi bir boncuk vererek bir ömür boyu onu kandırdığı gerçeğidir. Koca bir ömür, hayatlar, kurulu düzen ve her şey bir dalga ile yıkılan kumdan kaleler gibi yıkılıveriyor. Ama biz bunu ancak yıkıldığında anlıyoruz. Yıkıldığında geçen sürenin hiç öneminin olmadığı belki de insanın içini acıtan en sert gerçek.

-Aynı şekilde “Yük” öyküsü de çok başarılı. Duygularımız ve düşüncelerimiz üzerinde iz bırakıyor. Tasavvufun Türk öykücülüğüne yansıma biçimleri hakkında ne düşünüyorsunuz? Sizde bu nasıl oluyor? İrfani geleneğimizi edebiyata aktarmak gibi bir niyetle mi hareket etmektesiniz? Bu bazen içgüdüsel bir biçimde de gerçekleşebiliyor.

-Kitaptaki bu tür öyküler birebir yaşanmış olaylar. Tasavvuf, öykücülüğümüze sınırlı olarak ve dolaylı olarak yansıyor gibi bence. Aslında öykünün özünde olan şey; anlat(a)madıklarımız anlattıklarımızdan daha acı, iç yakıcı ve sır dolu değil mi? Benim bunu öyküye taşıma nedenlerime baktığımda, yine insanlara faydalı olabilme ve içgüdüsel faktörleri görüyorum. Bir geleneği öyküleştirmek elbette işin çok uzağında olan birisi için zaten imkânsız bir çabadır.

-Öykülerinizde portrelemelere sıkça rastlıyoruz ve bu portrelerin genellikle sizin hayatınızdan bazı gözlemlerle oluştuğunu düşünüyoruz. Ayrıca bu kişiler genellikle aykırı, sıra dışı portreler… Özellikle “Morgcu”, oldukça etkileyici ve unutulmaz bir tip… Bu bağlamda neler söylersiniz?

-Tespitleriniz doğru. Öykü yazmaya karar verdiğimde başka öyküleri de okumaya ağırlık verdim. Ama çoğunda bir karakter yerine kısa bir anın etkisi, betimlenmesi ya da bazı olaylar ve onların yorumlanması ve daha farklı yaklaşımlar sergilendiğini gördüm. Yazdıklarımla kalıcı bir şeyler bırakmak, insanları düşünmeye zorlamak gibi bir amacım olduğundan belki de içgüdüsel olarak portrelemeye yönelmiş olabilirim. Morgcu portresi hayatın hep uçlarında yaşamış, sürekli kendini sorgulayan, kendisine yaşamı ve rahatı dar eden ilginç bir kişilik. Birçok insanın yaşamına dokunmuş ve onlardan aldığı seslerle kendi yaşamına yön vermeye çalışan sıra dışı bir tip. Aslında yaşamı roman olabilecek birisiydi. Ben yalnızca dar bir perspektiften yaklaşmaya çalıştım.