Menu
USTA İŞİ
Deneme/İnceleme/Eleştiri • USTA İŞİ

USTA İŞİ

1998’de ilk öykü kitabı Küller ve Uçurumlar’ı yayınlanan Necip Tosun, 2005 yılı itibariyle ikinci öykü kitabını çıkardı: Otuz Üçüncü Peron (Hece Yayınları, 2005). Kitapta on dört öykü var.

Öykülerde “yolculuk” izleği öne çıkıyor. Otogarlar, otobüsler, oteller, yollar, yolculuklar... öykülerin önemli bir bölümüne hakim. Kahramanlarımız (“kahramanlarımız” diye vurgulamaya gerek var mı?), ya memleketlerinden uzaklara doğru yola çıkıyorlar, ya da uzaklardan memleketlerine dönüyorlar. Bu yolculuklar, “dönüş”lere, yeniden başlayışlara, sorgulayışlara, hesaplaşmalara, yüzleşmelere, ödeşmelere, geçmiş seneleri hatırlayışlara sebep oluyor. İşte kitabın vurgu yaptığı, üzerinde durduğu ya da üzerine gittiği konuların başında tam da bu/nlar var.

“Aynalar ve Sırlar”da, başarısız olduğunu düşünen bir ressamın iç dünyası, “Mektup”ta, kızını yitiren ama bunu yıllarca kabul edemeyen bir annenin acısıyla hesaplaşıp bu büyük acıyı kabullenmesi, “Geçit”te, vaktiyle sağ-sol davasında solcu bir genci vurmuş ve vurduğu gencin gözlerindeki ifadenin ruhuna bıraktığı ıztırabı uyutamayınca gidip teslim olmuş ve on yıl mahkumiyetten sonra hapishaneden çıkmış bir kişinin özgür kaldığı gün, “Ricat”te, yıllarca bir “dava”nın sadık neferi olmuş ama şimdi herkesin çekilip gitmesi üzerine sahip olduğu kitabevini kapatıp bilinmeyen yerlere doğru yola çıkan bir ihtiyar adamın yalnızlığı, yılgınlığı, “dönüş”ü, “Yağmur”da, iki yaşlı karı kocanın bütün bir geçmişlerini hatırlayıp hüzünlenişleri, “Sis Çanları”nda, yıllar önce belli bir davanın heyecanını birlikte yaşamış iki arkadaşın yıllar sonra karşılaşmaları ve kelimelere dökülmemiş bir sorgulama süreci, “Uğultu”da, depremde bir binanın yıkıkları altında kalan ama sonunda kurtarılan bir kişinin kendi içinde yaşadığı değişim, depremin onda yarattığı değişim anlatılıyor.

Konuları açısından özellikle üstünde durulması gereken çok çarpıcı öyküler var. Bunlardan biri “Geçit”. “Geçit”te vaktiyle karşı kamptan bir genci öldüren kahramanımız, vicdan azabından kurtulamıyor ve polise teslim oluyor. Çünkü maktulün gözlerini görmüştür ve o gözler peşini bırakmaz. Ülkemizin ’80 öncesinde yaşadığı bir travmanın çok çarpıcı bir anlatımı bu öykü. “Ricat” ise insana ister istemez Mustafa Kutlu’nun “dava delisi Kerim”ini hatırlatıyor. ’80 sonrasında müşterisiz kalan bir kitapçı, en sonunda yılıyor ve şehrin otogarına doğru yürüyor. Burada herhangi bir kitapçı anlatılmıyor. Müşteri derken de basit anlamıyla “müşteri”leri kastetmiyoruz. Bir zamanlar belli bir dava için bir araya gelmiş, dergiler çıkarmış, konferanslar düzenlemiş insanların dağılıp gitmeleri ve kitapçının yapayalnız kalması. Maddi ve manevi anlamda çöküş. Ricat! Yıkılış! “Sis Çanları”nda da benzer bir durum var. Bir zamanlar belli heyecanları birlikte yaşamış, bir davanın ateşi etrafında halkalanmış insanlar dağılmışlar, ilkelerinden vazgeçmişler, heyecanlarını yitirmişler, ama onlardan biri, yeniden sarılıyor hayata ve yeniden yola koyuluyor; fakat kasabadan ayrılmıyor, kasabada kalıyor!

Tosun’un öykülerinde, bir yenilmişlik, bir sessizlik, bir yalnızlık, bir keder, bir hüzünlülük hali; kahramanlara, olaylara, betimlemelere, nesnelere, sokaklara, caddelere iyice sinmiş durumda. Ancak Necip Tosun, bu yenilmişlik duygusunun üzerine tabiri caizse “abanmıyor.” Daha doğrusu, bu yenilmişlik halini öykü kişileri özelinde temellendiriyor. Oysa günümüz öyküsünde, hüznün, kederin, tutunamamanın, biraz körü körüne kullanıldığını, yazarların bunu kendilerince bir anlamlandırma çabasına girmediklerini, hüznün adeta bir motivasyon unsuru olarak kullanıldığını görüyoruz. Yazarları “yazdıran güç”, hüznün kendisi olunca, bu kederlilik hali giderek anlamını ve temelini yitiriyor. Tosun’da durum farklı: “Uğultu” öyküsü, bir biri ardı sıra gelen olumsuz fiil ya da nitelemelerle başlıyor. Çünkü depremde göçük altında kalmış birinin “çevre”sini, iç halini anlatmasıyla karşı karşıyayız. Ya da “Yağmur” öyküsünde iki yalnız ihtiyar anlatılıyor ve öyküyü baştan sona saran karamsar hava hiç de “havada” kalmıyor. Ayrıca (yukarda bahsettik), “Sis Çanları”nın sonunda olduğu gibi, bütün öyküyü kaplamış olumsuz ruh hali, tersine bir noktaya yöneliyor ve öykü kişimiz, kendini ve dünyayı değiştirecek bir hareket için tabiri caizse “start alıyor”: “Yeniden başlayacaktı. Ta en başından. İçi içine sığmıyordu. (...) Yıllardır ilk kez içinde yükselen çoğalıp çağlayan iç müziğini duymaya başlamıştı. Kendini, bu müziğin saran, ısıtan ritmine bıraktı.” (s.59)

Gerçekçi bir anlatım, dış dünyayı çok fazla ayrıntılandırmadan betimleme isteği, öyküde yazarın ulaşmayı amaçladığı noktaya/noktalara hizmet ediyor. Bazen hüznün, bazen iç sıkıntısının, bazen esrarengiz olanın izlerini, yazarın dış dünyadaki nesnelere yükleyerek (dolaylı olarak) bize ulaştırmaya çalıştığını görüyoruz. Tosun’un hiçbir zaman soğuk kanlılığını yitirmeyen, her şeye gerektiği kadar değinen, bir noktada gerektiğinden fazla durmak istemeyen bir üslubu var. Üçüncü tekil anlatımda ısrar edişi de yazarın bu tutumunu destekliyor. Sadece iki öyküde üçüncü tekil anlatımdan vazgeçilmiş olmasına rağmen, birinci tekil anlatım da sonuçta öykülerdeki “mesafeliliği” sonlandırmıyor.

Tosun’un gerçekçi anlatımı, bizi zaman zaman gerçeküstü olana, esrarengize, bilinmeyene, düşlere, soru işaretlerine, ürpertici, şaşırtıcı, korkutucu olana götürüyor. Kitaptaki öyküleri, bu anlamda iki grupta toplayabiliriz. “Aynalar ve Sırlar”, “Otuz Üçüncü Peron”, “Karşılaşmalar”, “Park Otel”, “Yansıma” öyküleri, gerçekçi olan diğer metinlerin aksine gerçeküstücü bir boyuta işaret ediyorlar. Yazar, gerçeküstücü boyuta genellikle “rüya”lardan, aynalardan yararlanarak ulaşıyor. Bir insan başka bir insana dönüşüyor. Özellikle “Yansıma” öyküsünde fantastik düzlem sade tutulmuş. Öykü, fantastik bir nitelik kazanırken aynı zamanda metafizik bir nitelik de kazanıyor. Kahramanımız, mezarlıkta gördüğü ve içten içe kendisine hayranlık beslediği “veli” bir kişiyi takip ederken, aslında öyle birinin olmadığını ve o kişinin kendisi olduğunu fark ediyor. Bunu daha ileri bir anlam katmanına taşıyarak, öykü kişisinin velilik mertebesine ulaştığı gibi de okuyabilir(miy)iz(?).

Tosun, gerçeküstücü öykülerinde, “tekinsiz” durumlar yaratırken, kahramanlarının sık sık ayağını kaydırıp başını bir yerlere çarptırıyor, alınlarını kanatıyor, onları uzun uykulardan uyandırıyor. Belki bu “oyun”un biraz fazlaca kullanılmış olduğunu düşünebiliriz. “Yansıma”nın tam zıddına olarak, “Otuz Üçüncü Peron” öyküsünde fantastik unsurlar üst üste bindirilmiş. Bu öykünün, gerisinde soru işaretleri bırakarak bittiğini görüyoruz. Anlaşılması, künhüne erilmesi zor bir öykü.

Ülkemizde son yirmi otuz senede yaşanan toplumsal değişim, Tosun’un öykülerinde de yerini alıyor: “Her şey nasıl da değişmişti. Ayakkabı tamircilerinin, terzilerin yerini bilgisayarcılar, cep telefonu bayileri almıştı. Gençlik Kitabevi ise Class İnternet-Cafe olmuştu.” (s.53)

Tosun’un öykülerini okurken, (ben de hasbelkader öyküler yazan biriyim), kafamdaki bazı meseleleri çözdüm. Yaşadığımız hayatın bize sunduğu problemleri, açmazları nasıl öyküleştirebilirim sorusunun cevaplarını, Necip Tosun öykülerinde buldum. Örneğin uzun zamandır, ‘Irak’taki savaş bizim ülkemize de sıçrarsa’ korkusunu duyuyor ve üstelik bu korkunun öyküsünü yazmaya çalışıyorum. Günümüzde de sanki böylesi meselelerin üzerinde durulmaması, sanki bu kabil konuların edebiyata konu edilmekten kaçınılması gibi bir durum söz konusu. İşte böylesi bir durumu öyküleştirme heyecanını Otuz Üçüncü Peron’u okurken duydum.

Bu vesileyle sözünü etmek istediğim bir konu daha: Necip Tosun, bir yazar olarak kendi iç dünyasının heyecanlarına kapılıp hep oradan beslenmek yoluna gitmiyor. Bence Türk öyküsünde ya da şiirinde var olduğu düşünülen “sıkışmanın”, “hayatsız”laşmanın, özellikle öykü türü özelinde “sokak”sızlaşmanın bir sebebi de bu. Yazarların kendi iç dünyalarından aldıkları rüzgarın peşinden ayrılmamaları... Bir “hüzün” romantizmidir gidiyor. Bir yalnızlık türküsü, tutturulmuş. “O taraflara” yaslanılınca yazar kendini yeni metinlere motive edebiliyor. Halbuki aynı nağmeyi, belki onun değişik versiyonlarını söylemekten öteye geçemiyor. Necip Tosun’un da bir yazar olarak kendi iç dünyasının heyecanlarıyla yazmış olduğu öyküler var. Örneğin öykülerine fantastik motifler katmayı çok seviyor. On dört öykünün beş tanesini de zaten bu doğrultuda yazmış. Ancak “Uğultu” öyküsünün ortaya çıkışında 1999 Marmara depreminin izlerini bulmak mümkün. Yani “dışardan” vurgulara açık... Bilhassa öykü türü için ve günümüz öyküsü için böyle bir “dışardan”lığa, sosyal hayatın vurgusuna, toplumsal örneklemelere ihtiyacımızın olduğunu düşünüyorum.

Sonuç: Necip Tosun usta bir öykücü. Otuz Üçüncü Peron’da usta işi on dört öykü var. Bu öykülerden tek bir tanesine bile, eleştirmenlik ya da bilmiş-okurluk kibriyle burun kıvırıp geçme hakkına sahip değiliz. Ve Necip Tosun, ustalaşmanın da bir handikap olduğunu bildiğinden, bundan sonra yazacağı öykülerde, kendisini ustalığa götüren ya da ustalığı kendisine getiren basamakları yıkarak, daha farklı yöntemlere, anlatım biçimlerine yönelecekmiş gibi gözüküyor. (Örneğin Hece Öykü 12 ve 18’deki öyküler...) İlk kitabını otuz sekiz yaşında, ikincisini ondan yedi sene sonra yayınlayan bir öykücünün üçüncü kitabını okumak için epey bekleyeceğiz anlaşılan...