Menu
MAHMUT DERVİŞ'LE SÖYLEŞİ
Söyleşi • MAHMUT DERVİŞ'LE SÖYLEŞİ

MAHMUT DERVİŞ'LE SÖYLEŞİ

Mahmud Derviş daha yedi yaşındayken, İsrail’in saldırısına uğrayan köyünü terk etmek ve uzun yıllar sürgünde yaşamak zorunda kaldı. Direnmeye, ulusal mücadeleye katkı sağlamaya devam etti. Yıllar sonra sürgünden döndüğünde ise, parçalanmış ve küçültülmüş bir yurt manzarası vardı önünde. Yılmadı; yazmaya, konferanslar vermeye, halkının haklılığını anlatmaya devam etti. Kitapları kırktan fazla dile çevrildi. Şiirleri bestelendi, direnişin marşlarından oldu çoğu. Hem Arap Edebiyatı’nda hem de Filistin’in mücadelesinde önemli bir yere sahip oldu.
Mahmut Derviş Filistin’in ulusal direnişinin sembol şairlerindendir denilebilir. Bazen bir kahramandır halkının gözünde; ama savaşın diline mahkûm olmadan yazdığı şiirlerle de insandır her zaman. Savaşın dilini kullanarak yazmak, İsrail işgalinin gerçekleştiğinin de bir kanıtı onun için. Bu nedenle, işgale direnmek adına aşk, umut şiirleri yazdı. Şiir yazmanın başlı başına bir direniş olduğunu kanıtladı belki de böylece.
Şairin şiirleri kadar, şiir ve diğer konular üzerine görüşleri de önemlidir. Bu düşünceyle, Mahmut Derviş ile çeşitli dönemlerde yapılmış söyleşilerden bir derleme yapmak istedik. Tek bir söyleşiyi çevirmektense, çeşitli söyleşilerinden bir derleme yapma yolunu seçtik. Böylece güncelliğini yitirmiş bölümleri eleyerek, şairin özellikle şiir ve Filistin üzerine düşüncelerinden bir derleme ortaya çıkartmış olduk.(*)

-Siz henüz yedi yaşındayken köyünüz İsrail’in saldırısına uğradı, Lübnan’a sığınıp orada uzun süre sürgün olarak yaşadınız. Şiirlerinizde Beyrut’tan söz ediyorsunuz, ancak İsrail’in Beyrut’a son saldırısı(Çn: Hizbulah’ın iki askeri esir alması sonucu, 2006 yılındaki İsrail saldırısı kastediliyor) hakkında açıklama yapmak istemediniz. Neden?
-Medya soru yağmuruna tuttu beni, politikacıların cevaplandırması gereken soruların cevabını bir şairden beklediler. Bugün sormak istiyorum, İsrail’in Lübnan’a yaptığı bu saldırı karşısında “şaşırdık” diyen Avrupa, Filistin ve Lübnan direnişini ortaya koydukları şartlı çözümlerle engelleyen İsrailli entelektüeller nerede? Lübnanlılar bir şey istemiyor, İsrail çekilirse Hizbullah’ın da silaha ihtiyacı kalmayacaktır. İsrail eğer Filistin direnişini istemiyorsa, 67 sınırlarının içine çekilmelidir. Eğer Araplarla barış istiyorsa, Golan’dan çekilmelidir. Oysa İsrail ne yapıyor; hâlâ Gazze ve Ramaalah’ta? Filistinliler ulusal tarihî yurtlarının sadece %22’sini istiyorlar. Bu küçücük istek yerine getirilse, Orta Doğu’nun bütün problemleri sona erebilir. İsrailliler, Güney Afrika’nın beyazları, biz de siyahları gibiyiz. Biz siyah olmayı kabulleniyoruz, ancak bu yeterli değil: İsraillere göre biz ne siyah olabiliriz ne de beyaz, ne istiyorlar peki? Benim bulabildiğim tek açıklama şudur: İsrailliler barışın önünde bir duvar değiller, onlar barıştan korkuyorlar.

-Lübnan’a yapılan bu yeni saldırı birçok yorumcu tarafından, Bush’un hayalindeki Büyük Orta Doğu projesi çerçevesinde Şiilere ilk uyarı olarak yorumlandı.
-Kendime, Amerikalıların belirlediği sabit bir Büyük Orta Doğu tanımlarının olup olmadığını soruyorum. İki yıldır Yeni Büyük Orta Doğu projesinden bahsediliyor, ki bu tanımlama Shimon Perez tarafından da paylaşılıyor. Biz hepimiz de yeni bir Orta Doğu istiyoruz; yeni bir Arap dünyası, işgal altında olmayan bir Orta Doğu, açlığın, diktatörlüğün olmadığı, okuryazar bir Orta Doğu. Biz bu coğrafyada, ne gerginlik ne de savaş istiyoruz. İşte bizim istediğimiz budur, ancak Bush’un ne istediğini anlamıyoruz. Bush’un sözleriyle neyi kastettiğini anlamıyorum, ama yaptıklarını görebiliyor, anlayabiliyorum. Tüm yaptığı Irak’ı harabeye çevirmek ve eski diktatörün gölgesini yıkmak. Ki diktatör zamanında ıraklıların şimdikine göre daha iyi durumda oldukları söylenebilir: Tek bir devlet vardı, ıraklılar güvenlik içindeydi, Sünnilerle Şiiler arasında, Kürtlerle Araplar arasında bir anlaşmazlık yoktu; şimdi her sokakta bir devlet projesi mevcut. Eğer Yeni Orta Doğu’dan kasıt Irak modeliyse -ki tamamen yıkılmış, bölünmüş bir devlet- bu yeni değildir, ama çok eskidir: Mağara döneminin, vatandaşlık ve insan hakları kavramlarının henüz oluşmadığı bir zamanın barbar Orta Doğusu.
Yeni bir amerikan rejimiyle karşı karşıyayız, fundamentalist bir rejim, sert bir ideolojiye dayanan, siyasal olarak radikal sağı sahiplenen ve Amerikan İmparatorluğu düşüncesine inanan bir rejim. Kendi öz vatandaşlarına dahi gaddar olan bir rejim. Bush dünyayı uçuruma sürüklemekte, bir şey şüphesiz söylenebilir; aşırıcılık Orta Doğu’da artmıştır, Bush ve bu savaş bu durumdan sorumludur ve bu bizi uygarlık şokuna sürükleyebilir

-Asimetrik savaş ve suç kavramından bahsediyorsunuz...
-Irak’ta bir sivil öldürülürse gerçekten iğreniyorum ve bıkıyorum kendimden. Fakat neden aynı tiksinti ve bıkkınlığı, bir pilot binlerce insanı yok ettiği zaman yaşamaz? Pilot bir düğmeye basar ve on dakika sonra evindedir, belki de çocuklarıyla oynamaktadır ve görmez başkalarının çocuklarını öldürdüğünü. Bir suç hileli, yanıltıcı araçlar, sözcükler kullanarak işlenmişse suç oluşmuş mudur? Bir Amerikalı gazeteciyi kaçırmak suç, fakat bir yurdu bütününden koparmak değil mi? Bir anlaşılmazlık olmasın, gazetecinin kaçırılmasını savunmuyorum, fakat suç kavramının da tanımı yapılmalı: Hangi suç büyük, hangisi asıl? Filistinlilerin ölümleriyle ilgili haberler, hava durumu haberlerine benzedi, her gün ortalama 5 şehit var; karakollarda, Duvar dibinde ölümler. Fakat ölümler alışılan bir durum olunca, kimse öfkelenmiyor, iğrenmiyor; acı ve dayanışma dahi can sıkıcı bir hâl alıyor. Dünya Berlin Duvarı’nın yıkılışını kutlamasına rağmen -ki küçük bir duvardı- aynı dünya İsrail’in Filistin etrafına 600 km duvar örmesini nasıl kabul eder? Yine dünya güney Afrika’daki ırkçı (apartheid) rejimin düşmesini kutladı, şimdi İsrail aynı rejimi Filistin’e uygulamıyor mu? Sadece işgal altında yaşamıyoruz, işgal altında, hapishanelerde, hücrelerde yaşıyoruz. Biliyor musunuz kaç kişi hastaneye gidemediği için kontrol noktalarında ölüyor; kaç kadın çocuğunu karakolda doğuruyor? Tüm bunlar üzüntüyü, kırgınlığı, acıyı, kini büyütüyor ve insanları canavarlaştırıyor. Tüm bunlara rağmen, biz İsrailliler ile beraber yaşamaya hazırız, tüm bunlara küçük bir bedel olarak İsrail’den istediğimiz, Kudüs ve Gazze’yi içeren Filistin Devleti’nin tanınmasıdır.

-Şiirin imgeli söz olarak tanımlanması hakkında ne düşünüyorsunuz?
-İlk sözlü şiirsel metinlerden bu yana, şiirin her yerde geçerli ve herkesçe kabul edilen bir tanımı yok. Şiir hep karşıtıyla tanımlanmıştır denilebilir. Fakat şiirin karşıtı nedir? Bu soruya cevap hep nesir olarak verilir; şiirle nesir arasındaki farkın, şiirin imge üzerine kurulu olduğu görüşü eklenerek. Öyleyse fark imge veya ritimden mi kaynaklanmaktadır? Nesir de bunlardan uzak değildir. Sonuçta şiirin ve şiirselliğin ortaya çıkışı tanımlanamıyor. Bugün için gerçek sorun, poetikanın şiir de nasıl uygulandığını bilmektir. Poetika sadece şiirin yapısı, mimarisi ve onun ritmi - ki her şairin ki kendine özgüdür- ile uygulanır. Bir şiir kitabını okuduğumda, önce bunların arasının iyi olup olamadığı karşılaştırarak tartarım. Arap Dünyası’nda orta dönem şairleri ve öncüleri, şiirleri içi boş, hiç estetik yönü olmayan, sağlam yapıları olmayan imgelerle doldurmayı yeğlediler. Bu tip imgeler şiiri zayıflatır, okuyucuyu tiksindirir, bıktırır.

-Bugün için hangi konular şiirinizi etkiliyor?
-Her şey şiir dünyamı etkiler, ancak şiir her konuyu taşıyamaz, desteklemez. Sürekli olarak şairin savaş zamanı ne yapabileceği sorulur. Bence şairler savaşı reddetmek için, savaşın dilini kullanmamalıdırlar. Bir şiir, ne kadar güçlü olursa olsun, asla bir savaş uçağını düşüremez, ama pilotun düşüncelerini etkileyebilir, değiştirebilir. Öyleyse şair insani görünümleri, bakış açısını; olaylar içinden de evrensel öğeleri gözetmelidir. Savaş mağdurlarının asıl dünyasına girmek gerekir. Şiir hayatın ihtişamının ilahisi, ezgisi olmak, çirkin şeylere karşı güzellikle mücadele etmek, savaşa karşı barışı barındırmak zorundadır. Filistin Edebiyatı, savaşın konularına hapsolarak İsrail işgalinin gerçekleştiğinin bir kanıtı olabilir, bu durumda da Filistinlilerin iç dünyası bütünüyle örtülü, üstü kapalı olarak kalabilir; insanlar kopyalara, maskelere dönüşebilirdi. Bugün için böyle olmaması, bizim için büyük bir hediyedir. İşgale, küçük düşürmelere, adaletsizliğe, haksızlığa karşı çok yazdık, ancak şimdi Filistinli’nin bir aşk şiiri yazması, aynı zamanda hem hakkı hem de sorumluluğudur.

-Arap Edebiyatı’nda şiir, özellikle de sizin şiiriniz nasıl bir yere sahip?
-Avrupa ülkeleri ve Amerika arapça şiirin, 300 yıldır Arap Kültürü’nde önemli bir yer tuttuğuna inanır.Batı Dünyası’nda, Batı Şiiri’nde yaşanan kriz ve bu şiirin okuyucusunu kaybetmesi konuşulur. Ancak bu sorunlar bizde de mevcut. Şiirle okuyucusu arasındaki ilişki, bugün için problemlidir. Belki de Arap Şiiri deneysel formlara girdiğinden, halktan uzaklaşmıştır. Şiir metinle gerçeklik arasına mesâfe koymuştur; ölçülü ahenkli arap biçemlerinin zenginliğinden kendini mahrum bırakarak. Güncel kültür de bir neden tabii ki. Arap Dünyasında şiir, birinci sırada gelen bir edebi tür değildir; roman onun yerine geçmiştir. Bu olumlu bir nokta olarak da görülebilir. Eklemek gerekir ki, biz siyasal ve kültürel kimlik krizi yaşıyoruz. Araplar, birçok alanda gerilemişlerdir. Yapılan tarihin dışında hissediyoruz kendimizi. Meselâ Büyük Orta Doğu konuşuluyor. Bu projenin sahibi Amerika, Araplara danışmaya gerek bile görmüyor. Süreç içerisinde Arap Ülkeleri’nin sınırları yabancılar tarafından belirlenmekte, istedikleri zamanda yine onlar tarafından değiştirilmekte. Araplar, kaderlerinin belirlenmesine katılamıyorlar. Bu şartlarda, ne yapmasını bekliyorsunuz şiirin? Altın çağdan mı bahsetmeli? Geçmişi mi yüceltip tapınmalı? Asıl Arap Şiiri, arap gerçekliğinin eleştirel bir şiiridir.

- Özür dilerim bu soru yersiz, kaba görülebilir. En uç anlamıyla, sizin kullandığınız şekliyle bugün şiir, dine bir alternatif olabilir mi?
-William Blake, imgelemin yeni bir din olduğunu söyler. Bütün romantik akımlar, şiirsel ilhamı dinî ilhamın ve peygamber ilhamının yerine koymayı istemişlerdir. Şiirle dinin aynı kaynaktan doğduğunu düşünüyorum, ama şiir tek tanrıcı değildir. Heidegger’in dediği gibi, şiir tanrılar atar. Şiir kendisine karşı da sürekli bir başkaldırı içerisindedir, sürekli bir değişim içerisindedir. Din ise durağandır, değişmez ve süreklidir. Bilinmezin ardından koşma, onu bulmaya çalışma şiir ve dinin ortak özellikleridir denebilir. Şiir görünmeyenin, bilinmeyenin içine çözüm üretmeden yayılır. Din ise bir, bazen birden fazla çözüm bulur tüm verilere. Marxizm’in en büyük problemi, bazı zamanlar, dine dönüşmüş olması değil midir?

-Şiir, bugün için, talepleri olan, sert bir din biçimiyle uyum sağlayabilir mi?
-Entegrizm** elbette şiirin gelişmesini engeller. Onun maniciliği, hiç şüphesiz şiiri içermez. Entegrizmin her şeye hazır cevapları vardır. Şiirin şüpheleri ve başka cevapları vardır.
Şiir bana, barışa bağlıymış gibi görünüyor. Şiir, varlıkların güzellikleri önünde tapınmadır; elbette kadınsı güzelliğin de önünde. Entegrizm kadını soyutlar ve örter, gizler. Şiir şarabı sever; entegrizm şarabı yasaklar. Şiir dünyadaki zevkleri kutsar, entegrizm baskı altında tutar. Şiir duyguları özgür bırakır, entegrizm kısıtlar. Şiir peygamberleri insanlaştırır. Bu yüzden dinî entegrizm tarafından döllenmiş kültürler, şiirsellikten yoksundur özellikle. Entegrizm, kendine karşı tüm kavramları yok etmeye kadar gidebilir. Bu en uç biçimiyle entegrizm, şiir ve şairler için ölümcül bir tehlike arz etmektedir. Arap Edebiyatın altın çağları boyunca (IX,X,XI. yüzyıllar) Devlet bütün kültürlere oldukça hoşgörülü ve açıktı. Bu dönemde özellikle, çok güzel erotik ve bakhik şiirler yazılmıştır. müslüman fundamentalizmi, amerikan ve israil fundamentalizmine, entegrizmine bir tepkidir. Evrensel amerikan despotluğu, bugün yer aldığı şekliyle, islamî entegrizmi meşrulaştırmaktadır. Amerika, İslam’a bağlı terörizmden bahsettiği zaman, müslümanları aşırı uçlara doğru zorlamış, itmiş oluyor. Güncel çatışma, medeniyetler arası çatışma olarak sunulsa da, entegrizmler arasındaki bir çatışmadır. Bu medeniyetler arasındaki bir savaş değil, farklı barbarlıklar arasındaki bir savaştır.

- Yaşamı sürdürmenin zorlukları içinde, şiir bir halkın kendini var etmesine yardım edebilir mi?
-Şiirin, ulusal mücadelede apaçık bir rol oynadığını sanmıyorum. Onun etkisi doğrudan doğruya değildir. Şiir aralıksız bir seyahat kurar, kültürler, zamanlar ve mekânlar arasında. Bu anlamıyla bir ulusal şiire inanmıyorum. Bir tarihin verilmiş bir dilin çocuğu olarak şair, bir halkın ulusal kimliğin biçimlendirilmesine şüphesiz yardım eder, kültürel bir buyruk, sınıf rolü oynayarak. Ellili yıllarda hiç şüphesiz Arap Dünyası’nda ve dünyada- bütün bağlantılı, güdümlü şiiri düşününce, özellikle, sizde Aragon- şair doğrudan siyasal bir role sahipti. Tabii dünya bugüne göre daha az karmaşıktı. Bizim durumumuzda, İsrail işgali uzun ve de Almanya’nın Fransa’yı işgalinden farklı bir işgal. Hangi sanatçı, sürekli olarak koşulların şairi rolünü oynayabilir, gönüllü asker anlamıyla şair rolü. Bu rol oynanabilirse, işgal şiiri de öldürmeyi başaracaktır.

-Yannis Ritsos’un şiirinizi “epik lirizm” diye sınıflandırması şaşırtıcıydı. Bu sınıflanmaya katılıyor musunuz, bu şiir mümkün müdür, bugün hâlâ, batıda destanın yüzyıllar önce kaybolmuş bir tür olduğunu, lirizmin pek çok eleştiriye uğradığını da gözeterek yorumlar mısınız?
-Epik şiir, geleneksel anlamıyla algılarsak, uzun süre önce yok olmuştur. Hegel’in de öngördüğü üzere, epik şiir eski uygarlıklara bağlıdır. Lirizm ise her zaman var olmuştur; çünkü her zaman bir “ben”in çoğulluğunu bünyesinde taşımaktadır. Bu tip şiir ayrıntıları, bir halkın ruhunun parçalarını dile getirir. Halktan daha çok, halkı oluşturan bireylerle ilgilenir. Bu kavramlar elbette Arap şiirinde güçlü bir şekilde yoklar; batı dillerinden çevrilmişlerdir. Batı dünyası’nda, lirizmin ne epik ne de dramatik olduğu; tiyatroya yaraşır bir duygu olduğu söylenir. Tam tersine bizim Arap Edebiyatı ise başlangıcında, kökende liriktir; ama sonra diğer akımları takip eder. Arap edebiyatında da çeşitli türler vardır. Ritsos benim şiirimi “epik lirizm” olarak tanımlarken, şiirin mimarisini yapısını ve bu yapı içindeki sesin çeşitliliğinden bahsetmek istemiştir. Sadece benim sesim değil, başkalarının da sesi de var ki bu bir grubu ima eder.
Şiirim sınırlı ve kişisel bir mekânda, alanda yer almıyor; ama tarihî ve coğrafik bir plan üzerinde geniş bir alanda bulunuyor. Bu noktada bazı metinlerim, epik şiiri çağrıştırabilir. Bu şiirlerdeki lirizm ne kişisel ne de bireysel; kolektif lirizmdir. Bu da ne tamamen lirik ne de tamamen epik bir şiiri işaret eder. Arap dünyasında da lirizm ağır saldırılara, eleştirilere uğradı. Genç şairler kavramlara hakimiyetlerini biraz kaybettiler; sürekli olarak romantizm ile lirizmi birbirine karıştırıyorlar.

(*)Yukarıdaki söyleşi, Fransızca şu söyleşilerden derlenerek oluşturulmuştur:

- Muriel Steinmets tarafından yapılan 2004 tarihli, www.humanite.fr
- Geraldino Colotti tarafından yapılan 2006 tarihli, www.ilmanifesto.it,
www.michelcollon.info
- Abbas Beydun tarafından yapılan söyleşi, Festival d’Automne á Paris 2007 édition 36

** Entegrizm ve fundamentalizm, çeşitli sözlüklerde, temellere bağlanma, köktencilik, köktendincilik, aşırı tutuculuk, sosyal eylemlerin modern topluma uygulanması görüşü olarak tanımlansa da, bu terimleri karşılayan tek bir kelime olmadığı gibi, bu sayılanlardan daha geniş anlamlara sahip terimler olduğundan, metindeki orijinal halleri korunmuştur.

Diğer Yazıları