Menu
IŞIK YANAR'LA SÖYLEŞİ
Söyleşi • IŞIK YANAR'LA SÖYLEŞİ

IŞIK YANAR'LA SÖYLEŞİ

-Işık, “yazı”ya büyük emek verdiğini biliyorum. Dört Âdem’i okurken bu emeğin sonuçlarını, binlerce ayrıntıyı, binlerce gözlemi içeren betimleme cümlelerini fark etmemek mümkün değil. Her şeyden önce roman türünde karar kılışın nasıl oldu? Anlatacaklarını neden bir “roman”la anlatmak istedin?

-Modern hayat üzerinde yoğunlaşmaya ihtiyacımız var. Çünkü ideal, kendisini çok niteliksiz şeyler üzerinde sınayabiliyor. Bunu fark etmek hem dünyamı hem de o dünya dışındaki şeyleri bir araya getirmeme yetti. Bu yalnızca romanın yapabileceği, yalnızca romanla yapılabilecek bir şeydi. Elbette romana daha yakın kültürün sonuçlarından birisiyim ve yazdığım yedi sekiz şiirin dışında hep romanla ilgiliydim.

-Dünya romanından ve Türk romanından çok sıkı okumalar yaptığını biliyorum. Mesela Hasan Ali Toptaş’ın sımsıkı cümlelerinin senin üslubun üzerinde az buçuk etki bıraktığını hissetmedim değil. Dünya romanından ve bizim romanımızdan senin sevgini, hatta hayranlığını kazanmış kişiler kimler?

-Zaman zaman benim için bir isim diğerlerinin üzerine çıkar sonra onun yerini bir başka yazar alır. Ben dönem okumaları yaptım. Yeni çıkanları hemen okumalıyım diye çıkardığım okuma listelerini askıya almadım. O listelerden başka yazarlara açıldım. Genellikle bir romancının bütün eserlerini bazen kronolojik olarak bazen de rasgele okudum. O hangi yazarın dönemiyse ona hayrandım. O dünyanın en iyi yazarıydı benim için. Bu isimler hepimizin bildiği isimlerdir. Herkesin bütün edebiyat dostlarının birbirlerine tavsiye ettiği isimlerdir. Tabi ben onlara dair kanaatlerimi kendim edindim. Bu kanaatlerim, evet daha önce yapılmış bir yoruma beni tekrar ulaştırabiliyordu diğer taraftan hataları, eksiklikleri kendimce bulup ortaya çıkarmamı sağlıyordu. Yazarların farklı yönlerden birbirleriyle önemli bağlar kurduğunu gördüm. Birbirlerinin devamı gibi görülen bir çok yazarın karanlıkta kalan hislerini satırların arasında aradım. Bu yüzden benim için Yaşar Kemal’in İnce Memet’i değil, Dağın Öte Yüzü üçlüsü daha önemlidir. Kemal Tahir’in Esir Kent Üçlemesi değil de Yedi Çınar Yaylası, Köyün Kamburu ve Büyük Mal’dan oluşan bütün daha önemlidir. Peyami Safa’nın Fatih Harbiye’si değil de Matmazel Noraliya’nın koltuğu daha önemlidir. Bu tür kişisel beğeni haritam ortaya çıkınca Türk Edebiyatı’nı değerlendirmem daha da kolaylaştı. Elbette herkesle ortak bir beğenide buluştuğum birçok yapıt söz konusudur. Benim için de Saatleri Ayarlama Enstitüsü, Aylak Adam, Tehlikeli İlişkiler önemlidir. Ama burada şöyle bir ayrım ortaya çıkar. Calvino’nun “Klasikler hiçbir zaman okunmayan eserlerdir” genellemesine katılıyorum. Edebiyatçılar için Türk Edebiyatı gizli, saklı çok yazar barındırmamaktadır. Buradaki sorun okuma sorunudur.

-Biraz açar mısın?

-Bizde okumak, bir kadının size bakmayarak bakması gibidir. Bir kadın arkanızdaki duvarda asılı postere bakarak size bakabilir. Okunmuş havası verilen birçok başyapıt biliyorum ben. Ama yalandan bahsetmiyorum, ilgisizlikten de değil. Aksine yoğun ilgiden ama bir türlü yapılması gereken okuma eyleminin gerçekleşmemesinden bahsediyorum. O yüzden başyapıtlar her zaman gidilen ama çok az kişinin mezun olduğu okullardır. Hep konuşulurlar, isimleri dergilerde geçer ama çok az kişi okumuştur. Bu durum hep böyleydi. Böyle devam edeceği de muhakkak. Bunun dışında dünya edebiyatının birçok ismi çevrildi. Ama bu çevrilen isimler Türkiye’de gerektiği gibi karşılandılar mı? Gerekli itibarı elde ettiler mi? Mesela Kayıp Zaman, Niteliksiz Adam, Yusuf ve Kardeşleri, Ağustos Işığı, Bir Yazarın Günlüğü. Elbette yeterli değil, Nabakov’un Pale Fair’ı; Saul Bellow’un Augie March’ı; Herman Broch; Phynchon çevrilmelidir. Ama başa dönersek bu birikimi kullanabilmek için okumak gerekir ki zaman burada önemlidir. Yalnız kalmanız lazım. Kendi adıma elime kalemi hiç almasaydım o kadar romanı okumanın keyfi bana yeterdi.

-Edebiyata, yazıya, okumaya böylesine bağlanmış birinin edebiyat çevrelerinden uzak durması, belli grupların, belli oluşumların içinde yer almaması nedendir? En azından ben böyle düşünüyorum. Sanki belli çevrelere uzak kalmakta ısrar ettin? İnat ettin?

-Yapıt, yalnızlığın biçimlendirdiği bir çalışmanın ürünü. Kesintisiz yalnızlığın. Bunu başaramazsam yazamayacağımı düşünüyordum. Ayrıca kendimi yeterli de bulmuyordum. Bir insanın iyi bir birikimi olmadan o çevrelerde işinin olamayacağını düşünüyordum. Yetersiz bir birikimle yazı yazarsam, romana başlarsam kendimi kandırmış gibi hissedeceğimden emindim. Şundan da emindim yazıları, şiirleri, öyküleri yayımlanan insanlar, romanları basılan yazarlar dünya edebiyatının önemli bir kısmını okumuş, ortalamanın üstünde birikime sahipler. Dolayısıyla önce bir yazar olma çabası içinde değildim. Yazılanlarla ilgiliydim. O yüzden zamanı değil diye düşünüyordum. Kendimi kandırmayı reddettim. Bu saflık bana birçok kapıyı açtı. Okur karşısında artık çok fazla şansınız yok. Onu kandıramazsınız. İlgi, takdir değildir. İlgisizliği arzulamak ise makul bir şey değildir. O yüzden kendinizi kandırdığınızın mutlaka birileri farkındadır.

-Romanın adında (Dört Âdem), dört roman kişisi üzerinde yoğunlaşılacağına dair bir ima var sanki. Ama romanda Oruç ve Cihan daha çok ön plana çıkmış. Tabii ben bir okur olarak söylüyorum bunları. Bayram ve Âdem ise daha gerilerde kalmış. Bu romanın mimarisi ile ilgili bilinçli bir tercih mi?

-Bu problem aslında şimdiki zamanla ilgilidir. Sonra ve önce arasında bir zaman mıdır şimdiki zaman? Çoğumuz şimdi içerisinde olanla ilgilenirken onun hep geçmişten bize miras kaldığını düşünür. Elbette öyledir ama ya kurgulanmış bir gelecek ise o? Ya da geleceğin geçmişe yönelik kurgusuysa? Öyle bir imge olmalı ki şimdiyi anlatırken her ikisini de içerisinde barındırsın. Romanın zamanı, Cihan’dan Oruç’a geçiş anına ilerleyen olaylar zinciri. Oruç Bayram’a, Cihan’da Adem’e daha yakın. Ama roman zamanı Cihan ve Oruç üzerinde. Bu yüzden diğer ikisi gölgede ama varlıklarıyla kendilerini hissettirecekleri yerde durmaları gereğinden hareket ettim.

-Yanlış bir soru olduğunu biliyorum ama gene de bu şekilde soracağım: bu romanı yazarken hareket ettiğin nokta nedir? His nedir? Fikir nedir? Bazen sırf bir “biçim”i denemek için bile insan kaleme sarılır. Sırf bir biçimsel yeniliğin heyecanına kapılır. Bu roman neyi dert ediniyor?

-İnsanların nasıl yaşlandıklarını, elbette zaman ve gelecek bağlamında göstermeye çalıştım. Bir insan tekinin kronolojik dizimden bağımsız nasıl büyüdüğü önemliydi. Yaptığınız şeyleri alt alta sıraya koyarak topladığınızda her insan için farklı bir yaş çıkar. Buradaki ana problem, her insanın bir başka yaş aralığına geçerken aslında geçeceği yaş aralığını daha önceden bir şekilde yaşamış olmasıdır. Buna ister zihnin kendisini hazırlaması deyin, isterse de rüya-yaşam deyin. Yani artık hiçbirimiz ucu açık bir hayata sahip değiliz. Fakat gerek en beklenilmeyen gerekse de olağan gelecek olsun hepsi bir şekilde çocukluğunuzda ya da ilk gençliğinizde kendisini size tanıtmıştır. Bunu şu şekilde de yorumlayabilirsiniz, bir tercih. Evet kahramanlar ona da inanıyor görülebilirler. Ama hepsi birbirlerinin devamı olan kahramanlar, birbirlerini kurguluyorlar. Hayatınızın en erken dönemi yaşlılığa en yakın döneminiz olabilir. Atilla İlhan, “İnsan doğduktan sonra ölmeye başlar.” der. O doğum anında ya da öncesinde aslında yaşacaklarınıza dair bir çok şey vardır. O yüzden insanlar, bir yaştan sonra her şeyi yaşanması gerekiyordu, yaşandı gözüyle değerlendirir. Bu hem o anki konumunu doğrulamaya dönük, yanlış yapmadığını kendisine göstermeye dönük bir düşüncedir hem de içerisinde bütün olanları yerli yerine oturtan bir güç barındırır. Yani Cihan olup başınızdan türlü felaketler geçse de Oruç olup odanızdan çıkmasanız da hepimizde kendi hayatlarımızı normalleştiren bir güç vardır. Bu güç öyle bir çizgidir ki size birkaç hayatı birden yaşatabilir.

-Romanın normal akışını durdurup felsefi birtakım genellemeler yaparak, hayata, dünyaya, insanlığa dair gözlemlerde bulunarak adeta anlatı türünün (türlerinin) imkânlarını zorlamak istemiş gibisin.

-Hayatın doğası birikmek. Bu tortuyu onun tabanına kadar yorumlayabilmek için uzun cümlelere ve zaman zaman da felsefeye ihtiyaç vardı. Bazı cümleleri kurabilmek için çok uğraştım. Benden önce kuranlarla ilgili okumalar yaptım ve elbette taklitten öte bir şey yapmak istiyorsanız zaten neye çalışacağınızı iyi biliyorsunuzdur. Bu da bir yapıtın ayırt edici niteliğidir. O nitelik olmazsa yapıt, kuru bir anlatıdan öteye gitmez. Postmodern dönemde sorgulama, yaşananlardan sonra dersler çıkarma girişimleri yerini kişilik üzerinde bir takım araştırmalara ya da toplumsal gerçekliğin kökenlerine inme telaşına bıraktı. Ama tahliller sürmekte.

-Dört Adem’e deneysel bir roman diyebilir miyiz?

-Kurgunun alışık türden olmadığını söyleyebiliriz.

-Romanı okurken, yer yer otobiyografik özellikler taşıdığını düşündüm. Ne dersin?

-Doğrudur. Kemal Tahir Çorum-Yozgat ağzıyla, Yaşar Kemal Adana ağzıyla, Faulkner güney aksanıyla yazmıştır. Ben de kendi hayatımın aksanıyla yazdım ama her şeyi değil tabi. Anlatırken yaşanmayan şeylerin nasıl yaşanmış gibi anlatılacağını gösterme hususunda Rus romancılar müthiştir. Bunu nasıl yaptıklarını çok düşündüm. Kendimce bir çok sır keşfettim. Bunlardan birisi anlattığınız olaydaki bir nesnenin üzerine gitmekti. Eğer okurun zihnini araştırırsanız o sizden her şeyi yazmanızı değil, anlattığınız tabloda saklı bir nesneyi ya da ruh halini betimlemenizi beklemektedir. Onun düş gücünün önündeki engelleri kaldırmanız gerekir. O zaman anlattığınız her şeyi yaşadığınızı zanneden okurlar bulursunuz karşınızda. Bir de şu var, birçok romancı da anı biriktirmeye çalışır. Küçük ön çalışmalar yapar, tahminlerde ve denemelerde bulunur. Bir konu etrafında işçiliği yüksek anlatılara girişir. Bol bilgi de yazarın ikna kabiliyetini arttıran bir husustur.

-“Bizim mahalle”de özellikle roman türünün büyük oranda ihmal edildiğini görüyorum. Mesela roman yazanlar arasında ilk eseri roman olan ya da sadece roman yazmış kişilerin sayısı çok az. Şiirde, öyküde önemli başarılar kazanılmış. Ama romanın güdük kalmış olduğunu söylemekte beis görmüyorum. Bu konuda neler düşünüyorsun?

-Uzun bir dönem hidayet romanlarıyla anıldık. Bu romanlar küçümsendi, eleştirildi. Edebi kriter açısından tartışmaya niyetim yok ama dünyanın her yerinde bu tür romancılar vardır. Wilbur Smith, Barbara Cartland, Irwing Stone... Bizim onların yazma biçimini eleştirmeye hakkımızın olduğunu düşünmüyorum, onların sırtına basarak daha yüksek bir yere gelebileceğimizi sanmıyorum. Kemal Tahir’de Peyami Safa’da aynı çizgide bir çok popüler roman yazdılar, Faulkner’da hikayelerinin basit senaryolara dönüştürülmesine razı oldu, Orhan Kemal’in, Hemingway’in bazı romanları bu çizgiye oldukça yakındır. Bu durum her zaman her ülkenin edebiyatı için geçerlidir. Onlar kendi çizgilerine inanıyorlar ve biz onları nasıl yavan buluyorsak onlarda bizi kafası karışık, gizemli adamlar olarak görüyorlar. Bırakalım herkes kendi bildiği yolda ilerlemeye devam etsin.

-Roman kullanılmaya daha müsait bir edebi tür gibi, ne dersin?

-Roman evet Türkiye’deki bütün alternatif siyasi oluşumlar için hayatın dönüşünü sağlayıcı bir araç olarak kullanıldı. Bunları birçok kişi gibi ben de okudum. Ama işte insan temelli, onun şimdi bu çağda ve bu tedirgin medeniyet üzerinde ne işler yaptığıyla ilgili çok fazla bir çalışma yapılmadı. Bu roman türüne nasıl baktığınızla ilgili. Roman insanları karalamaya çalışmak ya da yüceltmek için değil de anlamak için yazılır. O yüzden edebiyattan dolayı dünya edebiyatına bakış açımızda biraz eğikti. Dostoyevski’yi önemli bir Rus sosyalisti sanan insanlar ya da Yeraltından Notları gerici bir kitap olarak nitelendiren aydınlar vardı. Timaş’ın çevirdiği dünya klasikleri bir dönem oldukça eleştiri aldı. Zehir zemberek yazılar okuduğumu hatırlıyorum. Fakat İletişim Yayınlarının çevirilerinde de buna benzer ifadeler aynı yoğunlukta olmasa da ve kasıtlı yapılmadığı açık bir şekilde vardır. Burada çevirmenin ustalığına şahit olduğumuzu düşünmek gerekir. Eleştirilen hususlar, çeviri bilimi ilgilendiriyor ama “Tanrı seni kutsasın oğlum” gibi ifadeleri Türkçeleştireceğiniz zaman “Tanrı yardımcın olsun” gibi ifadeler kullanmanız gerekir. Diğer taraftan İngilizce’ye çevrilen Arap yazarların metinlerine bakın, “Allah’ın adıyla” deyimini “By God” olarak çevirirler. Başka yayın evlerinin çevirilerinde de Türkçeleştirme önemlidir. Aksi halde okur o kitabı benimsemez. “Go Down Moses” “Kurtar Halkımı Musa” olarak çevrilmiştir. Bence bir çevirmen için kusursuz bir tercihtir. Aynı adlı bölümü okuduğunuz zaman bu tercihin yerinde olduğunu görürsünüz. Ne yapalım, yazar muhafazakarsa bunu görmezden mi gelelim?

-Bu sıkıntı sürüyor mu?

-Türk edebiyatında duvarların yıkılıp yıkılmadığını bilmiyorum. Yıkılmalı yoksa öyle mi kalmalı? Yayınevlerinin tercihleri bağlamında bir şey söylemek de zor. Tabi diğer taraftan roman bir tür olarak icra edilişinde yalnızca Türkiye’de değil bütün dünyada sıkıntı vardır. Bu anlatı biçimi kendi içerisinde bölümlere ve alt bölümlere ayrılabiliyor ve sanat olarak ifade edilemeyecek metinleri içerisine alıyor. Ama edebiyatın bir arteri mevcut ve bu arterin iyi kullanılmasına ve ilk örneklerden dolayı yanlış bir tür olarak romanın okurun zihninde nasıl yer ettiğine dikkat etmeliyiz. Her sanat dalında olduğu gibi romanda kendi yolunu bularak ilerlemeye devam ediyor.

(DERGAH DERGİSİ, SAYI: 220, HAZİRAN 2008)