Menu
İBRAHİM YILDIRIM'LA SÖYLEŞİ
Söyleşi • İBRAHİM YILDIRIM'LA SÖYLEŞİ

İBRAHİM YILDIRIM'LA SÖYLEŞİ



Ölü Bir Zaman’a Ağıt, Vatan Dersleri’nin ikinci kitabı. Daha dar bir zamanı, daha derin analiz ediyor. Bu romanın üçleme arasında durduğu yeri siz nasıl tanımlıyorsunuz?


İlk başlarda Vatan Dersleri’ni iki roman olarak düşünmüş; ancak, bir söyleşi sırasında “Bir üçüncüsünü de yazabilirim” diye vurgulamıştım. Karar vereli epey oldu,  üçüncüsünü de bitireceğim.  Öte yandan, zaman içinde, ( -üçüncü Vatan Dersleri okura ulaştıktan sonra- ) üç romanı bir arada, tek bir kitap halinde yayınlamayı da istiyorum. Bunun içindir ki, her şeyi yeniden düzenledim, yapıyı üç romanı düşünerek baştan ele aldım. Dolayısıyla ikinci kitap olan “Ölü Bir Zamana Ağıt” ister istemez bir köprü roman haline geldi… Evet, söylediğiniz gibi bu romanda sadece bir döneme yoğunlaştım. Ama ilk romanın çok geniş olan açılımını unutmadan.

Bu kitapta 30 yıllık bir süreç var.

Hal ve Zaman Mektupları, 1900’lerin başından 20. yüzyılın sonuna kadar geçen bir süreci içeriyordu. Ölü Bir Zamana Ağıt,  bu geniş zamanın; hassas, belirleyici önemli bir noktasında duruyor,  orada yoğunlaşıyor… Ama Türkiye’nin yüzyıllık serüvenini unutmadan.  Az önce sözünü ettiğim ve önemli nokta diye vurguladığım hassas zaman aralığı ise 1970 ve 1971 yılları… Bu yoğunlaşmaya karşın, farklı zamanlara da açılıyor roman. Bugüne de geliyor, geriye de gidiyor… Açılmazsa zaten derinleşemez, 20. yüzyılı anlamaya, kavramaya çalışan bir roman olamazdı.  Kısacası Ölü Bir Zamana Ağıt, Türkiye’nin belirli bir dönemini, sıkıntılarını, bireylerini anlatan;  geçen y yüzyılı anlayabildiği kadar anlamaya çalışan ve artık 20. yüzyıla veda etmek isteyen bir yazarın kaleme aldığı, bir “köprü roman”.

“Ölü Bir Zamana Ağıt” çok katmanlı olmasından dolayı en başta anlaşılması güç gibi görünüyor. Ama okuma bittiğinde çok ciddi bir netleşme yaşanıyor. Çünkü çok ince işçilikli bir eser. Romanı, mektubu, anıyı, şiiri, öyküyü hep bir arada yoğuruyorsunuz. Mozart müzikte çok sesliliği “Tanrı bütün insanları aynı anda dinler.” diyerek açıklamış. Sizin de bu romanınız bir edebiyat korosu gibi.

Romanının tam da söylediğiniz gibi olması gerektiğini düşünüyorum: Evet roman – bence- çok sesli bir koro gibi olmalı. Yoksa romancı kendi düşüncesinden uzaklaşamaz, olaylara,  kişilere mesafeli davranamaz. Böyle düşünüyorum. Dahası romancının içine doğduğu çağı, ülkeyi, dünyayı anlaması, kavraması tartışması için iyi ve serinkanlı bir yöntem bu… Aynı zamanda, çokseslilik Vatan Dersleri için kaçınılmaz bir durumdu, teknik gereklilikti.    Çünkü 1950’ye kadar olan dönemi,  2000’in,1980’in ve 1970’in yaşam, düşünce koşullarına göre anlatmaya karar vermiştim.Daha açık söyleyeyim: 20.yüzyılın başlarındaki Türkiye’yi değişen zamanın, çeşitli dönemlerin ruhunu hissederek bir kavrama çabasıydı benimki… Bunu yapmaya çalıştım. Ne kadar başardım bilemiyorum. Ama denedim. 

Bu riskli bir durum değil mi? Türk okuru böylesi bir yazına çok da hazırlıklı değil.

  “Okuyamadım, zorlandım”diyen, dolayısıyla yazış ve biçim kolaylığı arayan ortalama okura tabii ki saygı duyuyorum. Ama onlar için bir şey yapamam.  Anlayışımdan ödün vermem/veremem çünkü… Öte yandan ülkemizde çeşitli okur kümeleri için her boydan, her türden o kadar çok roman yayınlanıyor ki, bu verimliliğin zaman içinde, hazırlıklı,okurlar yetiştireceğini sanıyorum. Dahası bunu umuyor, özlemle, iyi niyetle bekliyorum. Ama şu an benim için, hazırlıklı olanların eleştirmesi, hatta beğenmemesi. Çok daha önemli. Bunu birilerinin “anlamadım, zorlandım ama yine de okudum” demesine yeğ tutarım… Ben romanın, roman kurgulamanın,  onu biçimlendirmenin, 

Seslendirmenin eylem halindeki akıl olduğunu düşünüyorum.  Romanlarımı,  kıyasıya eleştirecek hazırlıklı okurlarla bu eylemi paylaşmak beni mutlu eder. Ama çeşitli riskleri düşünerek üretilen romanlara da saygı duyuyorum.

Kitabın katmanlılığını Türkiye’ye benzetmişsiniz. Ben öyle düşünmüyorum. Türkiye’deki bir karmaşa, kaos. Sizin kitabınızın üzerine emek verilmiş bir sistemi var.  Bir anlamda Türkiye’yi anlamak, anlatmak için emek vermişsiniz… Bu bir şeyleri,  ülkeyi değiştirmek ihtiyacından kaynaklanıyor olabilir mi? 

Evet, belirttiğiniz gibi ben de Türkiye’nin bir kaos, kargaşa, olduğunu düşünüyorum. Ama çok güzel bir kaos veya kargaşa!Belki de bu durumu,  hem sevindiren, hem üzen hem neşeli, hem acılar veren karnaval ortamı olarak tanımlamalıyız… Ben, yalnızca bu ülkeyi, anlamaya, anlatmaya çalışan biriyim.  Evet, yalnızca bu! Çünkü romanın ülkeyi, toplumu değiştirebileceğine kuşkuyla bakıyorum. Ancak,  Türkiye için değişim isteği soyut bir şey değil, kendini öncelikle öne süren, neredeyse elle tutulacak somut bir şey. Bence romancı bu isteğe yabancı kalmamalı, değişime katkılar vermeli, düzenlemeye yardımcı olmalı.  Bu da önce anlamakla, hissetmekle olur.Kısacası bu romanlarda karmaşayı ve bu karmaşa içerisinde yaşayan sıradan insanları ve aydınları anlamaya çalışıyorum. Aydınlara önceki romanda daha çok yer ayrılmıştı… Bu romanda da onun izleri var. 1970'lerden önce “geri kalmış ülke” denirdi Türkiye için. Sonraları “az gelişmiş ülke” Daha sonraları iktisatçılarımız, aydınlarımız “gelişmekte olan ülke” demeye başladılar...Romanın kahramanı Neşet İlhan ise“tamamlanmamış ülke” diyor Türkiye için. Bu bir imge. Tamamlanmamış ülke ve tamamlanmamış aydınlar… Kaosun, kargaşanın nedeni bu…

Galip Işık’ın adım adım ilerleyen bir öyküsü var kitapta. Neşet İlhan aslında çok sabrediyor Galip Işık’a.

Neşet İlhan için “sabır” sözcüğü yerine belki  “meraklı” yı kullanmalıyız… Daha doğrusu onun meraklı olduğu için sabrettiği de söylenebilir. Neşet İlhan, aynı zamanda mükemmeliyetçi biri. Bundan dolayı hiçbir şeyi tamamlayamıyor, eksik bırakıyor, ama sonuna kadar direniyor…İşte mesele buradan kaynaklanıyor. Galip Işık’ın öyküsü onun vehimleriyle ilerliyor. Neşet İlhan bu arada sadece Galip Işık’ı değil kendisinin dışındaki insanları, daha doğrusu bambaşka bir Türkiye’yi tanıyor… Çünkü o bir kentte doğmuş, bir burjuva… Galip Işık ise köy enstitüsü mezunu bir öğretmen. İstanbul’un çok anlatılmamış Kocamustafapaşa- Şehremini çizgisinde bulunan bir semtinde yaşıyor ve Neşet İlhan İstanbul’un çok anlatılmış semtlerinden, Nişantaşı, Feriköy, Kurtuluş hattından gelip onu anlamaya çalışıyor. Bu durum romanda pek su yüzüne çıkmıyor; okurun algısına bıraktım bunu.

Kitabın okurunun Neşet İlhan’a benzemesi gerektiğini düşündüm. Sanki yazar Neşet İlhan’ın Galip Işık’a gösterdiği sabrı, anlayışı bizden de bekliyor.

Roman Neşet İlhan’ın kendisinin dışındaki Türkiye’yi Galip Işık üzerinden anlaması noktasından hareket ediyor. Okurdan beklenen bu olmalı mı, bilmiyorum. Neşet İlhan, Galip Işık’ın evine gittiği zaman daha önce bambaşka bir hayata tanık oluyor, hiç karşılaşmadığı davranış ve alışkanlık biçimleriyle tanışıyor. Hatta hiç yemediği yemekleri yiyor. Bana gelince surdibindeki bir semtte yaşayan köy enstitüsü mezunu öğretmenin evinde neler olduğunu, nasıl bir yaşam sürdürdüğünü öğrenmek için çok çalıştım…

Bir köy enstitüsü mezunu öğretmen namaz kılıyor örneğin. Bu bilindik şablona zıt gibi görünüyor.

Söylediğiniz gibi bu bir şablon ve ben bundan dolayı oluşan, bilindik ama haksız zıtlık algısına hiç şaşırmıyorum. Çünkü ülkemde birçok şey, bu tür ön belirlemelerle olup bitiyor. Oysa köy enstitüsü mezunu hacılar, çok zengin iş adamları var. Üstelik köy enstitüsü mezunlarını tek tipleştiren, şablonlaştıran her şeyi kendi dünya görüşüne göre biçimlendirmeye çalışan, başkasının ne dediğine önem vermeyen (-sağdan soldan-) toplum önderliğine soyunmuş kişiler… Bu tür kişilerin,  inançlarından, kanaatlerinden, ideolojik kanışlarından daha doğrusu ön yargılarından kaynaklanan bu durum, bu haksız şablon nasıl değişir bilemem ama nedeni hakkında bir düşüncem var: Başkalarını anlamak istemeyen ve kendi bakış açısının en doğru olduğunu sanan içe kapanan gruplar, tek tek insanları belirliyor, zihinlerinde şablonlar oluşturuyor. Yani bir tür otistik bir durum bu! Kısacası bir tür yarım kalmış aydın hastalığı…

Neşet İlhan enginara benzemesini istemiş romanın. Elleri kararsın istiyor. Neden?

Enginar kolay pişirilmeyen ama bence çok lezzetli bir yemek. Yaprakları biraz dikenlidir ve ayıklarken elleri kararır insanın. Ama sonunda diğerlerinden daha büyük emek vererek,  yemek yapacağınız çiçek tablasına ulaşırsınız. Üzüm salkımı gibi bir roman da yazılabilir ama üzümü, pek emek harcamadan kolayca yedikten sonra elinizde atmanız gereken çöpü kalır. Neticede bu Neşet İlhan’ın Galip Işık’ın öyküsü için harcadığı emeğin metaforu…

Siz neye benzetirdiniz romanı?

 Neşet İlhan’dan vazgeçmeyeyim. Ben de enginara benzetirdim.

Bu romanın renginin Sümbülî olacağını söylemiştiniz. Evet, yağmur öncesi sıkıntısını taşıyan roman, dönemin sancılarına işaret ediyor. Ama bu kitaba hâkim bir koku da var. Felsefenin önemli bahislerinden biridir kokunun düşünmeye etkisi. Galip Işık hafızasıyla mücadele ederken sürekli bir koku duyuyor. Yanmış nemli kâğıt, kasaba eczanesi kokusu ve kireçle inceltilmiş hayvan leşi karışımı bir koku.  Siz de roman boyunca o kokuyu izlemişsiniz.

1970 yılında İstanbul'da bir kolera salgını vardı ve aylarca saklandı. Bunun bir kokusu vardı ve okura duyurmak gerekiyordu. Tabi sadece bu da değil. Neşet İlhan’ın Galip Işık’ın evine gittiğinde aldığı kokular var. Üzerlik tütsüsü kokusu, karabiber ve kaynamış süt kokusu gibi. Bunlar Neşet İlhan’ın kendi evinde pek algılamadığı, yabancı olduğu başka bir hayatın kokusu… Kokular benim romanlarımda epey önemli ve özellikli… Ölü Bir Zamana Ağıt bu kokuları izleyerek de okunabilir…

Diğer duyulardan çok daha öne çıktığı fark ediliyor.

Evet, çünkü kokuyla bir başka zamana gidebiliyorsunuz. Bıçkın ve Orta Halli’de yoğun bir ağdalanış çilek reçeli kokusu vardı. Hal ve Zaman Mektupları’ndaki koku ise kekremsiydi, hava ince ince barut salgılıyordu.. Ölü Bir Zamana Ağıt’ın Sümbülî havası ise o döneme ait koku karışımın rengi…  Sümbülî, sözcüğü aynı zamanda Tevfik Fikret’e bir gönderme.Bir de uzun süre yağmur yağmıyor. Hava her şeyi biriktiriyor, şişiyor… Her şey tufan öncesi gibi; sası, sessiz ve kirli

Bir sonraki romanda yağmur artık uzun uzun yağacak gibi görünüyor.

Evet, yağacak. Umarım bereketli olur.

Peki, gökyüzü o çiğ yumurta sarısı rengine ne zaman bürünecek?

Üçüncü kitapta o da olacak mutlaka. Bu arada şunu da belirtmeliyim:  Ben Vatan Dersleri’ni kum saati gibi düşündüm. Ölü Bir Zamana Ağıt,kum saatinin ince bölümü, Üçüncü roman o altta kalan bölüme benzeyen, büyük bir ihtimalle de o daha yoğun, kalabalık ve uzun bir roman olacak.

Yazmaya başladınız mı Vatan Dersleri’nin üçüncü romanını?

O zaten yazılmakta olan bir roman. Ama şu sıralar üzerinde çalıştığım iki kitap daha var: “Her Cumartesi bir Rüya” ismini vereceğim bir roman ve üç uzun hikâyeden oluşan “Üç Uzun Karabasan” . Onlar bittikten sonra Vatan Dersleri’nin üçüncü kitabını toparlayacağım. Kısacası önce biraz teneffüse çıkmak, başka şeyler yazmak, yayınlamak istiyorum.

Diğer Yazıları