Menu
CEMAL ŞAKAR'LA SÖYLEŞİ
Söyleşi • CEMAL ŞAKAR'LA SÖYLEŞİ

CEMAL ŞAKAR'LA SÖYLEŞİ

-Cemal Şakar, öykülerini okura anlatır mı, yazar mı? Anlatıcı bir Cemal Şakar mı, yoksa hikayesini yazan mı?
-Sorunuza hikaye-öykü farklılaştırılması bağlamında cevap vermek isterim. Bu ayrıma ilk kez Yaşar Kaplan’da rastlamıştım; herhalde yirmibeş yıl oluyordur. Daha sonra kimi yazar ve eleştirmenler tartışmaya katkı sağladılar. Yazı Bilinci’nde yer alan Anlatmak ve Kurgulamak adlı denemelerimde, ben de alttan alta hikaye-öykü ayrımına değinmeye çalışmıştım. Şimdi kuramsal bir çerçeve çizmeye kalkışmak, söyleşinin maksadını aşacağından sadece değinip geçelim. Hikaye genellikle ontolojik bir zorunluluk olarak değerlendirilir: İnsan ‘anlatmak’ zorundadır. Ancak anlatarak kendini başkalarına açar. Anlatmak başkalarıyla ilişki kurmanın tek yoludur. Bu ilişki olmaksızın insan kendini anlatamaz; zira anlatmak ancak başka bir bakış açısıyla mümkündür. Andığımız bakış açısıyla insan bir yandan kendini anlatırken, diğer yandan da başkalarının hikayelerini dinleyerek onlara katılır; onların hikayelerini alır, değiştirir, dönüştürür, içselleştirir yani kendileştirir. Böylelikle ‘verili olan ana hikayeye’ katılır. Bir anlamda varoluşa ait sorularını, kaygılarını, deneyimlerini, gözlemlerini anlatarak kendini gerçekleştirir; ya da gerçekleştirme yolunda adımlar atmış olur. Bilindiği gibi öykü ‘modern’ bir tür; hatta türlerin en moderni bile diyebiliriz. Bundan dolayı moderniteden bağımsız düşünmek bana pek mümkün görünmüyor. Yani modernite doğmasaydı, öykü de olmayacaktı. Bu bağlamda öykünün belirleyici niteliği, sizin ‘yazmak’; benimse ‘kurgulamak’ olarak kavramsallaştırmaya çalıştığım şey olmalı. Belirleyici niteliği kurgulamak olarak öne çıkarmamın birçok nedeni var. 19. yüzyılda tanıştığımız bu modern ‘şey’le, ilk dönemler ezbere bildiğimiz nağmeleri terennüm etmek istediysek de başarılı olamadık. Çünkü bu enstrümandan, istediğimiz sesler bir türlü çıkmıyordu. Ancak kısa zamanda aramızda bir ünsiyet peydah oldu. Zira hem toplum hem de bireyler olarak hızla modernleşiyorduk. Bu yolculuğumuza tam da denk düşecek şekilde hayatı, ‘yazarak’ yeniden kurmaktan; yazdıklarımızın kendi gerçekliğini kendilerinin ürettiğinden, dolayısıyla gerçeklikte bir yaratılmış olarak yerini aldığından; özgünlükten sözetmeye başladık. Sözlerimiz ya da öyküye yüklediğimiz anlam, aslında modernitenin temel savlarıyla mütekabiliyet içindeydi. Zira modernite hayatı yeniden, rasyonalitenin ışığında kurmak değil miydi? Öykü de hayatı yeniden yeniden kurma iddialarımızın, düşlerimizin, yenilgilerimizin, hüzünlerimizin güzelce ifadesi olarak bir kez daha yılmadan, yenilmeden kurmanın ötesinde miydi? Ötesinde midir? İzninizle Kurgulamak’tan bir alıntı yapmak istiyorum: “Artık o; başkalarına kendimizi anlattığımız ya da onlardan dinlediğimiz hikayelerdeki gibi her zaman telafisi mümkün, uçup giden sözden farklı olarak geri alınamaz, değiştirilemez bir yapıdır.” Evet, kurduğumuz, kurguladığımız bir yapı. Kuramsal çerçeveye kısa bir atıf yapmış olduk; şimdi öykülerimde ben şunu yapmak istedim, bunu öne çıkarmak istedim demenin, okuyucuyu şartlandırmak dışında bir anlamı yok. Çünkü ne yapabildiğimin, ne yapamadığımın en güzeli şahidi olarak onlar ortadalar.

-Öykü yazmak acılıdır çünkü hayatla hesaplaşırsınız, eğlencelidir, bir hayatı yeniden kurarsınız bir bulmaca gibi...
-Doğrusunu isterseniz insanın yeryüzünde bulunma halini en güzel anlatan duyarlılığın hüzün olduğunu düşünüyorum. Ancak daha çok tasavvufun ontolojik bir sorunsal olarak ortaya koyduğu gurbet ve hüzün çözümlemelerinin kolaycılığına düşmeden, bizi biz yapan; içimizi ‘kanırtan’ bir hüzün. Çünkü gurbet ve hüzün; tasavvufun ‘hazır simgeler’ dünyasından kolaylıkla devşirebildiğimiz simgeler. Kaynağı itibariyle binlerce yıllık ‘yük’leriyle de peşinen ‘deruni anlam’ katmanlarını bize taşıması nedeniyle kolaylıkla metafizikleştirilebilen duygular. Bir yazar olarak bundan kaçınmak mümkün değil elbette; başımız her sıkıştığında başvurduğumuz ana kaynaklardan biri, belki de en vazgeçilmez olanı. Dahası kimi kavramlar ve simgeler siz isteseniz de istemeseniz de ilk-elde, hemencecik oraya atıf yapıyor. Ama biraz direnmek lazım; kendimize ait; deneyimlediğimiz, yüreğimizi yakan, beynimizi kanatan, hadi abartmayalım; üzüldüğümüz, sevindiğimiz, kazandığımız, kaybettiğimiz anları anlatabilmenin ‘dil’ini bulmak öykücünün görevi olmalı değil mi? Ancak bu dili bulabilirsek sizin dediğiniz halleri yaşayabiliriz. Yoksa öykü bizatihi acılı ya da eğlenceli bir şey değildir. Bütün haller insana aittir, insanidir; öykü de. Vaadimizi yerine getirmek üzere vade verilmiş olarak dünyadayız; ya kazanacağız, ya kaybedeceğiz. Ardımızda cirmimiz kadar bir yer bırakmış; ahirette de cirmimiz kadar bir yer kazanmış olacağız. Bundan dolayı mücadele etmek, direnmek; ödevlerimizi, sorumluluklarımızı yılmadan yerine getirmek zorundayız. İmanımız salih ameli, ıslah edici ameli bize zorunlu kılıyor. Bence yaşadığımız ruh haletimizin, duygularımızın, duyarlılıklarımızın kaynağını buralarda aramalıyız. Eğer ‘anlatacaksak’ ya da ‘kurgulayacaksak’ da buraya ait bir dille başarmanın yollarını bulmalıyız.

-Dindar bir öykücü farklılığı mıdır, öykü içerisindeki “mevlit, cami” gibi imgelerin daha çok bulunması ve tasavvufi bir dikkat...
-Mümin biri olarak imanım, benim hayattaki sınırlarımı da belirliyor. Daha doğrusu Hududullah olarak Kur’an’da vazedilen sınırlara riayet etmem emrediliyor. Yoksa bunlar benim belirlediğim, isteğimce esnetip daraltabileceğim sınırlar değil. Bu anlamda mümin neleri yapabileceği kadar; neleri yapamayacağıyla da tanımlanan, tanınan biridir. Öykü de uymak zorunda olduğum sınırların dışında, alabildiğine özgür ya da tutsak değildir. Ben neredeysem o da orada olmalı. Gündelik hayatım içinde yapmadıklarımı, yapamadıklarımı öyküde yapacak değilim. Biliyorum ki amellerimden dolayı hesaba çekileceğim ve öykü de benim amellerimden biridir. Üstelik kendi ellerimle yazdığım, kendi ellerimle oluşturduğum bir sicil; mahrem de değil. Başkalarına açtığım, anlattığım, kurduğum minik dünyalar. Mahrem günahlarım karşısında, öykümün kaçacak, saklanacak bir yeri de yok. Dahası minik dünyalar olarak sevimlileştirmeye çalıştığım bu amellerimin vebali de büyük. Çünkü hangi zamanlarda, hangi mekanlarda kimlerin eline geçeceğini, hangi yüreklerde, hangi yaraları kanatacağını da bilemiyor, hesaplayamıyoruz. Biliyoruz ki, kim hayırlara sebebiyet verirse sevap; şerlere sebebiyet verirse de günah alır. Aslında mevlit, cami gibi imgelere sadece dindarlarda rastlamıyoruz. Tersine öykücülüğümüzde mebzul miktarda kullanılmış ve kullanılmaya devam ediyor. Bir farkla ki; dindar olan öykücülerde bu imgeler asli, sahici yerini buluyor. Sadece kültürel bir zenginlik olarak, mozaiğin renklerinden bir renk olarak değil; imana dair delaletler olarak yerlerini alıyor. Yoksa cami, gökte kanat, yerde ayak seslerinin duyulduğu, ‘kendiliğinden’ huzur ve huşu veren; şadırvan, güzelce su seslerinin geldiği, insanı ‘hey gidi güzel günler’ diyerek tarihin derinliklerine çeken; mevlit, Peygamber sevgisinin en ince, en güzel terennümü olarak hissedildiği; sonra da ‘çok şükür bu duygularımız bari kalmış’ deyip teselli bulunan imgeler olarak az işlenmedi edebiyatımızda.

-Öyküleri kurgulamak sizin için bir anlamda, bir bütün fotoğrafın, dağılmış diğer parçalarını bir araya getirmek midir? Yani tamamlamaya çalıştığınız bir fotoğraf mı var, aynı zamanda okura da göstermek istediğiniz?
-Yok, hayır! Bu oldukça iddialı olur. Sadece ‘haller’ yaşıyorum, kimi duygulanımlar; açmazlar, çelişkiler, hüzünler, sevinçler. Sonra ‘nedense’ bunları yazma ihtiyacı hissediyorum; hani derler ya, kendi kendilerini yazdırıyorlar diye, öyle bir şey olmalı. Bu nedenle öykülerim yan yana getirildiğinde bir fotoğrafı tamamlar diyemem. Sadece Pencere öykülerim ve Bağdat Kudüs Kabil ile Küp arasında tematik bir bütünlük vardır. Onun dışındaki öykülerim tematik olarak birbirine bağlı değildir. Ancak bazı dönemlerde kimi imgeleri ve temaları tekraren yazdığım oldu, olmaya da devam ediyor. Bu bakımdan bazı öykülerim imge ve tema olarak ortak payda da toplanabilir. Yalnız bu ortak payda bile, onların bir fotoğrafı bütünlediğini göstermez. Zaten insan olarak bizler natamamız, bu yüzden bir şeyi layıkıyla tamamladığımızı iddia etmek bana anlamsız geliyor. Aslına bakarsanız bizi yeniden yeniden yazmaya iten şey de bu tamamlanmamışlık duygusudur.

-Öykülerinizi bir yolculuk olarak tanımlarsak, siz neyin peşindesiniz? Yol sizi nereye götürüyor?
Doğrusunu isterseniz cennete talibim. Yolumun beni oraya çıkarmasını umuyorum. Daha önce de söylediğim gibi ömür dediğimiz şey bir anlamda sicilimizdir. Sabıkasız bir sicilim olsun diye dua ediyor, tövbe ediyorum. Öykülerimin de bu sicilimi bozmasına izin veremem. Öykülerimin bir yerden gelip bir yere gittiği yok; giden benim. Aslolan benim yolculuğum. Allah’la aramızda bir akit var. Bu bağlamda öykü; aktimizin yüklediği diğer emanetlerden daha farklı bir yerde durmuyor. Yanlış anlaşılmasın öyküye metafizik bir anlam filan yüklemek istemiyorum; tam tersine o da benim diğer yapıp etmelerimden farklı değil. Benden sadır olan, bundan dolayı da insana ait tüm zaafları üzerinde taşıyan bir faaliyet. Herhangi bir fısıltı, ilham ya da sadık bir haber filan alıyor değilim; yeteneği gözardı ederek söylersem; çalışıyorum, düşünüyorum, okuyorum; eğer söyleyebilecek bir sözüm olursa oturup onu en güzel bir biçimde söyleyemeye, yazmaya çalışıyorum.

-"bu taşların da bir dili olmalı, diye düşündü" diyorsunuz. “Taşların dili” olsa, ne söyler sizce; öykü, şiir?..
-Öykü, şiir, roman yazmanın insana ‘verilmiş’ olan yetenekle ilgisi olduğunu düşünüyorum. Yoksa vakti zamanında şiir de, roman da denemiş ama başaramamıştım. Başka yerlerde de söylemiştim, elimden gelse şiir yazardım. Çünkü icaz en çok önemsediği edebi sanatlardan biri. Laf kalabalığı yapmadan; sözü, başka sözlerle örtmeden söylemekten yanayım. Yalınkatlığa düşmeden yakalanacak yalınlığın, edebiyatta varılabilecek nihai nokta olduğuna inanıyorum. Kısa kısa öykü bu anlamda bir imkan belki, ama yine de şiirin ‘söyleme gücü’nden uzakta. Taşların, geniş anlamıyla mekanın da bir dili olduğunu düşünüyorum. Örneğin evlerin, camilerin girişindeki eşikler her zaman ilgimi çeker. Bilirsiniz insanların basıp içeri girdikleri yerler hafifçe çukurlaşır. O hafifçe oluşan çukur bize neleri taşımaz? Uzun yıllar boyunca onbinlerce insanın bastığı noktaya siz de temas edersiniz; bu temas sizi onlarla buluşturuverir. Camide onları düşünürsünüz; yaptıkları duaları, yaşadıkları pişmanlıkları düşlersiniz; aranızda ortaklıklar kurarsınız; Hz. Âdem’in geniş ailesine mensup olduğunuzu bir daha hatırlarsınız. Mekan bizim ortak hafızamızdır. Orada değişir, dönüşür; orayı değiştirir, dönüştürürüz.

-“Yıllardır öykü yazıyordu. Her yazdığı öyküden sonra, Yunus’un: “Yerden göğe küp dizseler birbirine berkitseler...” dizelerini anımsıyordu; küplerin üzerine bir tane daha koyduğunu varsayıyordu; ama yükseltmeye çalıştığı bu binanın altından bir tuğla çekildiğinde geriye sadece bir gümbürtü mü kalacaktı; tedirgin oluyordu; kartondan evler yapmak ya da kumdan kaleler...” Diyorsunuz; öykü yazmak tedirgin eder mi yazarı?
-Alıntı yaptığınız öyküm, bir anlamda öykü türüne ‘içeriden’ yöneltilmiş eleştiridir. Yazıyoruz, bir söz söylemeye çalışıyoruz. Ama derdimizi ne kadar layıkıyla anlatabiliyoruz; öykü derdimizi anlatmaya ne kadar uyuyor; bizim ona yüklediğimiz anlamı, işlevi öykü ne kadar yerine getirebilir gibi kimi kaygıların sorgulandığı bir çalışma. Her yeni öyküyle bir tuğla daha koyduğumu düşünüyorum; bir işaret; bir iz. Düşünüyorum da, düşündüğümü ne kadar gerçekleştirebiliyorum? Doğrusu bu anlamda kaygılarım var. Bir öyküyü bitirdiğimde elbette onun iyi, güzel olduğunu düşünürsem yayınlıyorum ya da tamam, bitti diyorum. Ama düşünmekle, gerçekleştirmek arasında ciddi bir uçurum var. Tamam, iyi, güzel oldu demekle öykü iyi ve güzel olmuyor; uçurumun derinliğini anlamak için özeleştiri yazarın tek tutamağı bence. Öncelikle kendimize, sonra da okura numara çekmeden yaptığımız şeyin sıkletini iyice bilmek lazım. Bunu biz kendimize dönük olarak yapmazsak; bir gün bir Molla Kasım çıkar gelir, ellerimizle özene bezene kurduğumuzu yapıyı tarumar ediverir. İşte önemli olan bu tarumar oluştan sonra geriye ne kalacağıdır.

-Son olarak; “Hayalperdesi” kaçıncı küp, daha çok var mı göğe kadar?
-Hayalperdesi benim beşinci öykü kitabım. Bundan sonrakilerin sayısını ben bilemem. Gelecek gaybtır ve biz gaybı bilemeyiz. Sonraya ait her ne varsa hepsi nasiple ilgilidir; tıpkı öncekilerde olduğu gibi. Sadece Allah’a yöneliyor ve O’nun razı olacağı öyküler yazabilme gücünü istiyorum. Elbette gümrah bir kalem...

(2 NİSAN 2008 TARİHLİ YENİ ŞAFAK KİTAP EKİ’NDE YER ALAN BU SÖYLEŞİ, EŞ-ZAMANLI TAM METİN OLARAK SİTEMİZDE YAYINLANMIŞTIR)

Diğer Yazıları